Utsuro no Hako - Türkçe: 2. Cilt 2 Mayıs

From Baka-Tsuki
Jump to navigation Jump to search

HakoMariTR2-A2.jpeg[1]

2 Mayıs (Cumartesi) 00:11[edit]

Masadan gelen bir titreme sesinden uyandım.

Yataktan kalkıp sesin kaynağı olan cep telefonu elime aldım. LCD ekranına baktım.

“Maria Otonaşi”

Maria Otonaşi mi? Şu anki vaziyete bakılınca, beni niye aramak ister ki? Kazuki Hoşino ona ne olup bittiğini dair haber vermedi mi? ...Neyse, sevgilisinin bile o kadar saçma bir hikayeye inanamayacağını fark etmiştir herhalde. Tabi, bir şey denilmeden de bir şeylerin ters olduğunu anlayabilmeliydi… neyse artık.


Düşünce zincirime ara vererek, aramayı kabul ettim.

Hayran olduğum kızla konuşma arzusuna nasıl karşı koyabilirdim ki?

“Alo.”

“Kazuki. Odama gel.”

Vay be. O Kazuki Hoşino’ya her zaman bu şekilde mi davranırdı?

Tamam, nasıl tepki vermeliydim?

Özetleyelim:

Kutum, Kazuki Hoşino’yu bir hafta içerisinde tamamen ele geçirmemi sağlayacak. Bunu yapmak uğruna, mümkün olduğunca az dalga oluşturmak en iyisi olur, bu da Maria Otonaşi’den uzak kalmalıyım anlamına gelir.

Ama şaşmamalıyım: o benim en sonunda olmasını istediğim amacım değil.

Gerçekten yapmak istediğim şey Kazuki Hoşino’ya o kadar azap çektirmek ki boynundan kanlar akana kadar kaşısın, onu tamamen yenik düşürüp ondan vücudunu almam için ayaklarıma kapanıp yalvarsın, ve onu sadece vücudunu teslim edecek boş bir kabuk haline getirmek istiyorum 5 Mayısa kadar. Bu benim arzumdu.

Neden öyle bir arzuya sahiptim? Çünkü öyle yapmak Kazuki Hoşino olduğumu hissetmemi sağlayacak.

Kazuki Hoşino olmadığımı hissettiğim sürece, ben sadece başka birinin vücudunda bir beleşciydim sadece—bu da tamamen anlamsızdı.

Bu vücudu bir süre “Kazuki Hoşino” ile paylaşmam gerekmesinin sebebi de buydu—çünkü başka türlü onun kimliğine gerçekten bürünmüşüm gibi hissetmezdim. Hıh, bu kutu baya iyi yapılmış.

“Hey, yanıt vermeye ne dersin?”

Evet, tereddüt etmek için hiçbir sebep yoktu.

Onun için Maria Otonaşi şüphesiz çok önemliydi. Onu kaybetmek ağır bir darbe olacaktır.

O sebepten dolayı, “Yuuhei Işihara” “Kazuki Hoşino’dan” Maria Otonaşi’yi çalacak.

Bu mutlak arzumu yerine getirmek için mutlak bir koşuldu.

“Ah, özür dilerim. Düşüncelere dağılmışım,” dedim “Kazuki Hoşino’nun” normalde nasıl konuştuğunu düşünüp. “Ehm, senin odan mı? Beni almaya gelirsen, olur.”

İfade edişi Kazuki Hoşino’nun onun odasına her gün ziyaret ettiğini ima ediyordu.

“Seni niye şımartayım ki? Bisikletini kullan.”

“Bisikletim şu anda kötü durumda ya,” diye yanıt verdim, hemen o anda aklıma gelen rastgele bir yalan ile onu kandırmaya çalıştım. Onun nerede yaşadığını bilmiyorum, o yüzden beni gelip almazsa sıkıntı yaşarım.

“Off, kıza erkeği almasını mı söylüyorsun ya? Normalde tam tersi değil midir? ...neyse artık. Motorsikletimi kullanırım, olur mu?”

“Yani… moped ile mi?”

“Hayır…? Gerçek, 250cc’lik bir motorsiklet.”

Lanet olsun! Kazuki Hoşino’nun onun motorsikletini bilmemesinin imkanı yoktu.

“Aa, anladım; bir tane aldığımdan bahsetmemiştim.”

“Ah, e-evet.”

Ucuz yırttım! ...Hayır, telaşlanmaya gerek yoktu—o kadar ufak bir şey yüzünden işin iç yüzünü görmezdi. Ama Maria Otonaşi ile baş ettiğim için, bir yere kadar telaşlanmak elde değil.

“Söz geçmişken, ben ehliyet alacak yaşta değilim, değil mi?”

Ehliyeti yok muydu?! Galiba bunu bilme numarası yapmamakla doğru kararı almıştım…

“Peki o zaman, 15 dakikaya senin orada olurum. Beni dışarıda bekle.”

Yanıt veremeden önce aramayı sonlandırdı.

“...Kazu, kimdi o? Bir kız duyduğuma eminim, öyle değil mi? Ve konuşmanı neden verandada yapmadın?” dedi sadece don giyinen bir kız—muhtemelen Kazuki Hoşino’nun ablasıydı.

Anladım. Kazuki Hoşino ablasının varlığı yüzünden içeride telefon görüşmeleri yapmıyordu. Bunu aklımda tutarım artık.

“Bu saatte Kasumi Mogi de olamaz ki…”

Kasumi Mogi mi? O da kim?

2 Mayıs (Cumartesi) 00:31[edit]

Tam 15 dakika sonra, Maria Otonaşi kocaman bir motorsikletle geldi.

“Al,” diyip bana bir kask attı.

Yakaladım, ama ardından ne yapacağımı bilmiyordum. Fakat, bana bakmaya devam etti, bende sadece takmaya karar verdim.

“Ne bekliyorsun? Hadi binsene artık.”

Emredildiğim gibi onun arkasına binip tereddütle kollarımı onun beline doladım. Maria Otonaşi, taptığım kız, sessiz kaldı.

10 dakika’dan daha az süre içerisinde, beş katlı bir apartman önünde durdu. Yazık olmasına rağmen, uysalca belini bıraktım, motorsikletten indim ve kaskı çıkartırken binaya bir göz attım. Oldukça kaliteli gözüken tuğladan bir bina, ve üstüne süslü bir elektronik giriş sistemi bile vardı. Buradaki kira oldukça pahalı olmalıydı.

Ailesi ile yaşaydı bu kadar geç bir saatte erkek arkadaşını evine getireceğini düşünmüyordum, öyleyse muhtemelen tek başına yaşıyordu. Ve şu anda, erkek arkadaşını odasına götürüyordu. Bu da demek oluyor ki… yani, durum aşikardı. Besbelliydi.

Kalbim heyecanla çarptı. Ama onun umurunda değilmiş gibi gözüküyordu, ve odasına doğru ilerlemeye devam etti, asansöre binip ardından 403 yazan bir kapıya doğrudan yürüdü.

Odaya girer girmez ilk fark ettiğim şey hafif bir nane kokusuydu. On tatami[2] büyüklüğünde stüdyo dairesiydi. Seyrek eşyalı olduğu için olduğundan daha büyük gözüküyordu.

“Odam ile ilgi ne bu kadar ilgini çekti? Geçen seferki gelişinden beri hiç değişmedi, değil mi?”

“...Evet,” diye yanıt verdim, sakin gözükmeye çalışarak, ve bir minderin üstüne oturdum.

Bana gözünün kenarından kısa bir bakış attıktan sonra, Maria Otonaşi dolabını açtı ve anlaşılan bir şeyler arıyordu.

“Peki ala Kazuki, ellerini uzat.”

Ellerimi mi uzatayim…? Onları öpmeyi filan mı düşünüyordu?

“Laf dinle hadi. Bu şekilde,” dedi kendi ellerini uzatarak. Bende taklit ettim.

Çıt.

O da neydi? Bunu merak etmeye başlarken, sağ bileğimin etrafında sıkı bir baskı hissettim. Bir göz attım.

Kelepçe.

“...Bu şaka mı Otonaşi?”

“Şaka mı? Elbette şakayı yapan sensin. Böyle şeyleri hep yapıyoruz, öyle değil mi?”

Hep mi…? Beni kelepçelemek mi?

“Oo? Bu gece direnme numarası mı yapmak istiyorsun? Vay be… artık yardımın ötesindesin.”

“A-Ah!”

Büyüleyici bir gülümseme ve birkaç becerikli hareketle, Maria ellerimi arkama çekti ve kelepçeyi sol bileğimin etrafına da taktı. Ardından, ayaklarıma da ayak kelepçesi taktı ve beni yere koydu. Vücudumu hareket ettirmeye çalıştım. Muhtemelen ayağa kalkabilirdim, ama onun dışında yapabileceklerim çok kısıtlıydı.

“Bügün, bunu da kullanalım,” siyah bir çarşaf çıkartırken bu teklifte bulundu, ve ardından gözlerimin etrafına doladı, görüşümü engelleyerek.

Nasıl bir durumdu bu. Tamamen kısıtlanmıştım, gözlerim bağlanmıştı, ve yerde böcek gibi sürünüyordum—adeta düşman tarafından yakalanmış bir asker gibiydim.

...Hm? Aa, anladım.

“Anlaşılan hazırlıklar tamamlandı. Başlayalım.”

Maria Otonaşi Kazuki Hoşino ile bir garipliğin olduğunu fark etmiş olmalıydı, yoksa onunla bu kadar samimi olacak kadar rahat olmasının imkanı yoktu.

Eğer bu doğru ise—bu davranışlar kime yöneliydi?

“Tamam—” diye devam etti “—sen Kazuki Hoşino değilsin, öyleyse kimsin?”

Anladım.

Şu ana kadar her şey sadece “beni” aciz bırakmak için bir numaraydı.

“Hıhı…”

Muhteşem. Tam da Maria Otonaşi’dan beklediğim gibi, o yüzden ona bu kadar hayran kalmıştım. Hayal kırıklığına uğrayacağıma dair korkularım boş çıktığı için çok mutluydum.

“Neden gülüyorsun? Durumun ciddiliğini anlamıyorsun galiba.”

Sırf eğlence olsun diye son bir tane daha itiraz deneyeceğim.

“Hayır, hayır… Otonaşi, saçmalıyorsun!”

“Rol yapmayı kes, nafile.”

Aa, demek gerçektende nafileydi—ama bu sadece daha çok gülmeme sebep oldu.

“Garip bir herifsin. Seni tamamen kandırıp yakalamama rağmen niye bu kadar neşelisin?”

Maria Otonaşi, benim neden Kazuki Hoşino olmadığımı düşünüyorsun?” diye sordum doğrudan, rol yapmaktan vazgeçerek.

“Kutunun varlığının farkında olup senin ses kayıdını dinledim.”

Açık sözleri anlamamı sağladı—sadece ne mal olduğumu nasıl anladığı değil, ama ayrıca özel bir varlık olduğunu da.

“Tamam, kutum hakkında haberdarsın ve mesajımı dinledin, güzel, ama bu ‘ben’ veya ‘Kazuki Hoşino’ ile mi baş ettiğini anlamana yardımcı olmuyor, değil mi? Ne zamandan beri ‘benim’ olduğunu anlamıştın?”

“Telefonda ‘Alo’ deyişinden beri.”

“...Benimle dalga geçiyorsun, değil mi?”

Benzer seslerimizden dolayı, bizi ayırt etmek imkansız olmalıydı.

“Kazuki telefonu ‘Efendim?’ ile açar. ‘Alo’ kullanmaz. Tabi, normalde böyle küçük bir farka dikkat etmezdim, ama bu kutuyla ilgili olduğunu bildiğim için, doğal olarak şüphelendim. Geriye kalan tek şey şüphelerimi doğrulamaktı, o yüzden sen hata yapana kadar özenle konuştum. Sana güzel bir şey söyleyeceğim: Kazuki bu odaya hiç gelmedi.”

“Bu gerçekten de güzel bir şey.” Çünkü Kazuki Hoşino kadar içler acısı birinin Maria Otonaşi gibi asil bir bayanın odasını sık sık gitmesi affedilemezdi. “Başka bir hitapla, gerçekten var olduğumu doğrulamak için beni kandırdın.”

“Öyle değersiz bir şeyi doğrulama gereği bile yok. Hatta, doğrulamak istediğim şey Kazuki’nin anılarını paylaşıyor muydun. Hıh, anlaşılan paylaşmıyorsun.”

“......”

Demek doğrulama olarak bir adım öndeydi.

Bunun önemli bir nokta olduğunu kabul etmeliydim. Eğer Yuuhei Işihara ve Kazuki Hoşino anılarını paylaşıyorlar ise, Kazuki Hoşino ile yapılan planlar hakkında hiçbir sır kalmazdı.Kazuki Hoşino ile işbirliği yapamazdı.

“Hemen sadede gelelim: kimsin sen?”

“Anlayamadın mı? Ben Kazuki Hoşino’yum!” “Dalga geçmeyi kes ve soruya cevap ver.”

Hala yerde uzanırken omuzlarımı silktim.

“Senin dalga geçmiyorum: Ben Kazuki Hoşino’yum. Kutumun bana verdiği kimlik bu.

“...Ne demeye istiyorsun?”

“Tam söylediğim gibi. Dileğim Kazuki Hoşino olmaktı, ve bir kutu herhangi bir dileği gerçekleştiriyor, değil mi? O yüzden, ben Kazuki Hoşino’yum. Kendime bunun dışında hiçbir isim veremem.”

Sözlerim Maria Otonaşi’yi kısa süreliğine susturdu.

“...Kazuki Hoşino olmak mı? Bu çılgınca… Herkes arasında niye Kazuki? Kazuki Hoşino’nun vücudu çok da arzu edilecek bir şey olduğunu düşünmüyorum…”

Çünkü sen onun yanındasın,” diye cevap verdim hemen.

“—Ben mi?”

“Evet, sana hep hayranlık duydum. Hayallerimin kızı yanımda olacaktı; o olmak için bu yeterli bir sebepti.”

Maria Otonaşi iç çekti.

“...Her şeyin sebebi ben olduğumu hiç tahmin edemezdim,” diye söylendi, ama sakinliğine hemen kavuştu. “Kazuki Hoşino olmakta ısrar ettiğini anlıyorum. Fakat, sana o şekilde hitap edemem.”

“O zaman bana sadece ‘Yuuhei Işihara’ de.”

“‘Yuuhei İşihara’ mı? Bunu daha önce hiç duymamıştım. Bu gerçek ismin değil, değil mi?”

“Kim bilir?”

“Hımf, neyse. Ama bana tek bir şey söyleyeceksin: Kazuki ile nasıl değişiyorsun?”

“Bunu sormanın ne anlamı var?”

“Senin sorularına cevap vermem gerekmiyor.”

“Peki o zaman, benim de seninkilere cevap vermem gerekmiyor.”

“Eli ayağı bağlı olan bir herif için oldukca cesursun, değil mi?”

“Buna kanmayacağım! Beni hiçbir şey yapamazsın—beni incitirsen Kazuki Hoşino’nun vücuduna zarar vermiş olursun.”

“Vücuda kalıcı zararı olmayan işkence yöntemleri sürüsüne bereket, ama yani… İstesem de şiddet kullanamam zaten…” diye fısıldadı Maria Otonaşi.

“Ne?”

“Hayır, boşver… her neyse, bana söylemeyi düşünmüyorsun, öyle mi?”

“Hm, dürüst olmak gerekirse hiçbir fark yaratmaz, ama sana söylemiyorum.”

“Hiçbir fark yaratmaz mi?”

“Hıh, tabi ki de hayır. Ne denersen dene, eğer kutum ile doğrudan baş etmezsen, ‘Kazuki Hoşino’ 6 Mayıs’ta kaybolacak. Bu bilgi ışığında, az miktarda önemsiz bilginin sana ne fark eder? Yani, kutuyu nasıl yeneceğini söylemeyeceğime emin olabilirsin. Veya beni öldürmeye kalkışmak mı istiyorsun? Hadi yap, ama bu aynı zamanda Kazuki Hoşino’yu öteki tarafa gönderir!” dedim abartılı bir şekilde gülerek.

Nasıl, Maria Otonaşi? Durumunun bu kadar umutsuz olduğunu hiç hayal etmemiştin, değil mi?

“Haha…”

Ama her nedense, sessiz bir gülüş ağzından kaçmıştı.

“...Neden gülüyorsun? Kendini gülmekten alıkoyamayacak kadar mı çaresizsin?”

“Çaresiz mi? Bunun çaresiz bir durum olduğunu düşnüyorsun? Haha… bu seviyede tehdit geçen sefer savaştığımıza göre sinek gibi. Şu anda karşımda bulunan tek sorun Kazuki ile nasıl değiştini söylememen, değil mi? Bu nasıl çaresiz oluyor?”

“Bu durumu sadece Kazuki Hoşino’yu öldürerek çözebileceğini söylemiştim—yoksa anlayamadın mı?


“O yüzden gülüyordum. Çünkü—bu bir yalan.”


Dilim tutulmuştu.

“Dikkatimi dağıtmak istediğini biliyorum, ama maalesef beni o kadar kötü bir yalan ile kandıramazsın.”

“...Neden yalan olduğunu düşünüyorsun?”

“Kendin dedin—sen Kazuki Hoşino’sun. Ama Kazuki Hoşino kutuya sahip değil, bu sebepten, sahip o olamaz.”

“Bu kelime oyunu da neyin nesi? Gerçeklikten kaçamazsın!”

“Hala anlamıyor musun? Tamam o zaman, kullağını aç ve bu soruya cevap vermeye çalış.”

Maria dedi sabırlı bir şekilde:

Bir ruhun başka insanın vücudunda ikamet edebildiğine gerçekten inanıyor musun?

“Y—”

Yani—

Hemen cevap veremiyorsun, he?

Aa… lanet olsun.

Neden bilmiyorum ama… .tereddüt ederek ölümcül bir hatada bulunduğum hissine kapıldım.

“‘Kutular’ dilekleri tamamen yerine getirir, ama aşağı yukarı mantıklı düşünen bir insan öyle bir dileğin gerçekleşeceğine inanamaz. Ve düşündüğüm gibi, soruma olan tepkine bakılırsa, sen de kalbinin derinliklerinden dileğine inanmıyorsun. Kutu bir dilek gerçekleştirirken sahibin şüphelerini de yerine getirir—o yüzden, sahip Kazuki Hoşino’yu ele geçiremedi.

“......”

“Bunun anlamı, Kazui’nin vücudunu eline geçiremedikten sonra var olmaya devam etti—senden ayrı olarak.

Sessizliğimi görmezden gelip, bana soru sordu: “Öyleyse sen sahip değilken, nesin?”

Cevap veremiyordum.

“Eğer bilmiyorsan, söyleyim: sen o dileğin bükülmesinden doğan yapay bir varlıksın. Sen sadece sahibin sahte bir kopyasısın. Evet—bir deyime, sırf bir ‘uydurma’.” Devam etmeden biraz sırıttı. “Ve sen sırf bir ‘uydurma’ olduğun için, seninle gerçekten ilgilenmiyorum.”

Anladım. Öyleyse o sebeptendi—kutuya sahip olmayışım.

“Hahaha!”

Ama ne olmuş yani?

Kutuya böyle bir dilek koymamın sebebi daha baştan kendim gibi bir şerefsizden kurtulma isteğimdi. Sahip değil miyim? Uydurma mıyım? Bu harika!

Tam da kimse olmadığım için şüphesiz Kazuki Hoşino olabilirdim.

“...neden gülüyorsun, Yuuhei İşihara?”

“Hıhı, bunun önemi yok! Fakat, sormak istediğim bir şey var: demek ben bir uydurmayım—bunu kabul ediyorum—ama bunu algılayabilen sen kimsin?”

“Ben kim miyim, diye mi soruyorsun…?”

Her nedense, Maria Otonaşi ne diyeceğini şaşırdı.

“.......sen bir uydurmasın. Ve ben de—”

“Niye öyle kara kara düşünüyorsun? Sorma sebebim kutu hakkında bu kadar bilgili olmanın sebebini bilmek istiyorum.”

“...Aa, ah, o kadar mı?” Niyetimi anlar anlamaz, sesi hızla her zamanki katı tonuna kavuştu. “Bende bir kutuyum. Ve kutu olduğum için, kutuların özellikleri konusunda oldukça bilgiye sahip olmam mantıklı değil mi?”

“...Sen kutu musun? Bu bir tür mecaz mı?”

“İstediğin gibi algılayabilirsin.”

Demek kutu, he? Eğer gerçeği söylüyorsa, bu kusursuz bir eşleşme olurdu.

“Bu arada, sana söylemem gereken bir şey vardı, değil mi?”

“...hangi konudan bahsediyorsun?”

“Ah? Dün akşam, sana bugün doğrudan söyleyeceğimin sözünü vermemiş miydim? Artık tarih sonunda değiştiğine göre, şimdi söyleyeceğim!”

Yüzümdeki gülümseme o kadar büyük ki, gözlerim kapalı olduğundan dolayı sadece yarısını gösterebilmem yazık oldu.

“Seni seviyorum, Maria Otonaşi.”

O kendine kutu diye hitap etti.

Bu bizim kusursuz bir eşleşme yaptığını düşünüyordum, gerçekten de öyle düşünüyordum—ele geçirecek bir nesne, ve bir düşman olarak.

2 Mayıs (Cumartesi) 07:06[edit]

Kendimi tanımadık bir oda içerisinde, kelepçeli bulmuştum.

“......ehm…”

Yeni kalktığım için sersem gibi hissediyordum. Beyaz bir odadaydım ve hoş bir koku aldım. Yakınlardan bir yerden duş sesleri geliyordu. Sırtım ağrıyordu ve bir futon[3] gördüm. Ayrıca ayaklarımda da kelepçe vardı.

Bir dakika.

Bu da neydi?

Sersemliğim anında uçup gitti. Hemen ayağa kalkmaya çalıştığım, ama kalkmaya çalıştığım kadar çabuk düştüm.

Yanan burnuma kollarımla destek verirken, oturup etrafa bakındım. Büyük bir yatak, bir masa, masanın üzerinde dizüstü bilgisayar ve hoparlör, ve göz korkutucu bir kitap gördüm. Genel olarak oda seyrek eşyalı gözüküyordu. Dolabın kapı çerçevesi üzerinde asılı olan okul üniformasına[4] bakılırsa, muhtemelen bir kızın odasındaydım.

Beni bu duruma sokan Yuuhei İşihara mıydı? Evet, tabi ki de oydu.

Birinin duşu kapattığını duydum. Bir süreden sonra, saç kurutma makinesi üflemeye başladı. Bu odanın sakini değişme kabininde olduğunu varsaydım.

Yani, bu demek olur ki bir kız…? Bu duvarın öteki tarafında çıplak bir kız mı vardı? Bu durum da neyin nesi… Ve ben, hayır, “Yuuhei İşihara” o kıza ne yaptı ya?!

Saç kurutma makinesinin sesi durdu ve değişme kabininin kapısı açıldı.

“U-Uva!!” diyerek, üzerinde beyaz bir gömlek dışında bir şey olmadığını görünce aceleyle gözlerimi kaçırdım.

“Aa, uyandın mı?”

O fazlasıyla tanıdık sesi duyduktan sonra bir anlığına beyinim durdu.

“He?” Tepkisel olarak sesin kaynağına bakınca beni tanıdık bir yüz karşıladı. “Aa, Otonaşi…?”

“Benim dışımda kim bana benziyor ki?”

Yanıt olarak, bütün vücuduna bir göz attım. Evet, bu şüphesiz Maria Otonaşi’ydi.

Ardından ona baktığımı, ve onun iç giyiminin üzerinde sadece bir beyaz gömlek olduğunu fark ettim. Tekrar, aceleyle gözlerimi kaçırdım.

“B-Burada olduğumu bildiğine göre, lütfen biraz daha dikkat et!”

“Telaşlanmanın sebebi ne? Bu hiç de endişelenecek bir şey değil, öyle değil mi?”

...bunun bir kızın ağzından çıkması çok yanlış gelmişti. Haruaki’nin Kokone ile uğraşırken söyleyeceği bir söze benziyordu.

Fakat, bir şey deme fırsatım olmadan, beni şaşırtan bir yorum ile engelledi.

“İlk önce, beni dün daha da çok görmedin mi? Böyle bir kıyafet artık seni hiç rahatsız etmiyor olması gerekir!”

“......He?”

“Senin odama girer girmez öyle bir şey yapmanı hiç beklemezdim, özellikle başta o kadar terbiyeli davranmandan sonra. Of, beni gerçekten çok şaşırttın.”

“Ne, ne diyorsun sen…?”

Ama durumu inkar edemezdim—bulunduğum durum hakkındaki her şey onun doğruyu söylediğini ima ediyordu. Ne de olsa, onun odasındaydım, o az önce duş aldı, ve o yarı giyinik bir şekilde dolaşıyordu—

“Ş-Şaka yapıyorsun değil mi?” diye sordum endişeyle.

“Evet, şakaydı,” diye açık açık cevap verdi.

“Hah?”

“...A-haa, anladım. Demek sen Kazuki Hoşino’sun. Ağzının açık kaldığı şu aptal tepkini taklit etmek oldukça zor ne de olsa.”

Şaka yaptığı ortaya çıkmasına rağmen—tam da dilediğim gibi—bu içimde dolan üzüntü de neyin nesiydi…?

“......Otonaşi. Buraya nasıl geldiğimi bilmeden burada bulunduğuma göre bunun anlamı Yuuhei İşihara ile konuşt, tu—ha?”

Yerde hantalca yatıp konuşurken, Otonaşi bana yaklaşmıştı. O kadar yakındı ki saçından yayılan hoş bir koku alıyordum… muhtemelen bir tür şampuan veya saç kremiydi.

“N-Ne?”

Bir çıtlama sesi Otonaşi'nın ayak kelepçelerimi çıkarttığını fark etmemi sağladı. ...yani, bu güzeldi, ama bana en azından bir tür uyarıda bulunamaz mıydı?

Ayak kelepçelerini çıkarttıktan sonra Otonaşi önümde diz çöktü.

“Ehm…”

Ona uydum ve bende dizlerimin üstüne çöktüm.

Yavaşca ağzını açtı.

“Kazuki, ben kimim?”

O durup dururken ne diyordu?

O Maria Otonaşi’ydi tabi ki de, ama neden öyle bir soruyu şimdi soruyordu?

“Reddeden Sınıf’ı hatırla.”

“Hm? ...Aa!”

Şimdi sözünü edince, onun adını yazdırdığı benzer bir senaryo hatırlıyordum.

Zamanında, Otonaşi insanlara onun ismini yazmasını istemişti, birinin ‘Maria’ ismini yazması için—ancak o tekrarlar boyunca anılarını muhafaza edebilen biri o ismi bilebilirdi.

Öyleyse neden bunun konusunu açmıştı?

Benim kimliğimi doğrulamak içindi. Otonaşi “beni” “Yuuhei İşihara’dan” ayırt edebilmek uğruna soruyor, çünkü onun gizli ismini söylersem “benim” olduğumu onaylayabilecekti.

“—Aya Otonaşi.”

O sebepten dolayı o ismi söyledim. Bir zamanlar Reddeden Sınıf içerisinde kullandığı ismi, sadece “benim” hatırlayabilidiğim bir isim.

Ama onaylama eyleminin kendisi benim şu an kim olduğumu bilmediği anlamı gelmiyor muydu? Benim “ben” olduğumu ona göstermek için bu kadar ileri mi gitmem gerekiyordu?

Bu her nedense—çok küçük düşürücüydü.

“Aya Otonaşi he?” diye mırıldandı hüsranla.

“...yanıldım mı?”

“Hayır, doğrusun. Sadece o cevabı o kadar çabuk bulabileceğini beklemiyordum, o kadar.”

“Peki… o zaman? Ama şimdi ‘benim’ olduğumu anlıyor musun?”

“Şimdilik, evet. Belki fark etmişsindir, ama şu anki durum hakkında günceldeyim ve Yuuhei İşihara’nın kaydettiği ses dosyasını da dinledim.”

“Tamam.”

“Ayrıca Yuuhei İşihara ile konuştum.”

“...Nasıl biriydi? Bir şey öğrendin mi?”

“Hım, kesin bir şey söyleyemem,” diye yanıt verdi Otonaşi.

“Ah, ama vahşi değil miydi? Ne de olsa, ayak kelepçesi bile kullanmak zorunda kalmışsın.”

“Tabi bu olasılığı düşündüm ve o sebepten dolayı kullandım. Hayır… Kazuki, senin yüzünden uyguladım demek daha doğru olur.”

“...ha?”

“Kontrollü olduğunu anlayınca nasıl tepki verdin? Hangi eylemlerde bulundun?”

“Yani, kafam karışmıştı… ve tepetaklak bile oldum.”

“Hedefim öyle bir tepkiydi.”

“......Bana sataşmak mı istiyorsun?”

“Hayır. ‘Yuuhei İşihara’nın’ ‘Kazuki Hoşino’ya’ geri döndüğü anı bu telaşlı tepkiyi bekleyerek gözlemleyebileceğimi düşündüm. Ama işin sonunda, duş aldığım için fırsatı kaçırdım. Komik tepkini göremediğim gerçekten yazık oldu.”

Anladım, demek gerçekten benimle sataşmak istiyordu.

“Tamam o zaman, şimdilik bu kadar. Kazuki, gidiyoruz.”

“...he?”

Her nedense, Otonaşi bana bakıp gözlerini devirdi.

“Seni eve götürüyoruz tabi ki de. Hey, saatin kaç olduğunu düşünüyorsun?”

“Hm?”

Etrafa bakındım ve bir saat gördüm. Saat 07:15’ti.

“Yoksa geç mi kalmak istiyorsun? Okula gitme vakti.”

“Ha…”

Okulumuz bize sadece her iki Cumartesi de bir tatil veriyordu, o yüzden bu Cumartesi sabahı da okula gitmemiz gerekiyordu.

“O ‘Ha’ da neyin nesi? Okula elin boş gitmeyi mi düşünüyorsun?”

...Haklıydı. Benim eve gitmemiz gerekiyordu.

“.....Ehm, ben eve tek başıma gidebilir miyim?”

“Neyden bahsediyorsun sen? Burdan oraya nasıl gideceğini bilmeden nasıl tek başına gideceksin? Zaten yürüyerek yetişmenin imkanı yok. Seni motorsikletimle bırakırım.”

“T-Tamamdır.”

Başım belada…

Yani, benim suçum olmamasına rağmen, annem babamdan izin almadan başkasının evinde kaldım. Sabahın köründe eve döndüğümü nasıl gözükecekti? Cep telefonuma baktım ve, hakikaten de arama geçmişimde annemden birkaç arama vardı. Bu kötüydü. Eğer bunu üstüne eve kız getirirsem—

“Otonaşi… evime vardığımızda saklanabilir misin lütfen…?”

“Niye?”

Otonaşi bana şaşkın bir bakış attı. Doğal olarak, niyetimi iyi açıklayamamıştım…

Anlaşılan anneme yakalanmadan eve girip hazırlanmam gerekiyordu.

2 Mayıs (Cumartesi) 07:34[edit]

Sinsicesine dönüş girişimim tamamen başarısızdı.

“Başarısızdık,” diye mırıldandı Otonaşi beraber istasyona doğru yürürken. Motorsikleti benim evimin yakınına bırakmıştık.

“......Hakikaten,” diye katıldım iç çekerek.

Annem beni merdivenin tam başında yakalamıştı.

Tabi ki de ardından nutuk geldi.

Ama onu suçlayamazdım: bana kızmakta tamamen haklıydı, ne de olsa izinsiz olarak geceyi başkanın evinde geçirmiştim. Onu suçlayamazdım, ama—

Ben uysalca konuşmasını dinlerken, Otonaşi doğal olarak dışarıda beklemekten sıkılmıştı.

Beklenildiği gibi, annem kurallara itaatsizliğimi Otonaşi'nin ani ortaya çıkışına suçlamıştı, ve ona baktı. Ama beklentilerime karşın, Otonaşi hafif bir gülümseme ile tepki verdi ve şunları söyledi:

“Kazuki gece hayatınının zevkini çıkartmıyordu ne de parti yapıyordu. Sabaha kadar bütün zaman benimle birlikteydi. Odama başka kimseyi getirmedim. Tamamen yalnızdık, o yüzden lütfen içiniz rahat olsun.”

...bu yangına körükle gitmek değil mi böyle bir durumda?

Çocuklarını bırakmaya hiç hazır olmayan annem—öyle donakaldı ki neredeyse acınası gözüküyordu. Otonaşi durumu yanlış anladı ve kaşlarını çatıp devam etti, “...? Dediğim gibi Kazuki dışarı bir yere gitmedi ve sadece benim odamda uyudu. Bu tamamen kabul edilebilir, değil mi? Aa, ama biraz kötü davranmak zorundaydım, o yüzden affedersiniz.”

Annem sessizce bileğime göz attı. Kelepçelerden kalan kırmızı izler hala duruyordu.

O anda yere yığılmıştı.

Otonaşi onu tutmak için ileri atıldığında, sonunda bir “Aa!” ile anlamıştı.

“Anladım. Biz genç bir kız ve erkeğiz, değil mi?”


“Artık onun yüzüne nasıl bakabileceğim…?”

Sahneyi hatırlarken derin bir iç çektim.

“Neyden söz ediyorsun?”

“Ha? Az önce ‘başarısızdık’ demedin mi?

“Evet, motorsikletten bahsediyordum.”

“Motor mu?”

Evet, aklı apayrı bir yerdeydi.

“Seni o motorsikletle götürdüm, değil mi? Eğer Yuuhei İşihara’yı da sayarsam, bu iki defa olarak sayılabilir. Bundan bahsediyordum.”

“Ha…? Niye ki?”

“‘Kazuki Hoşino’nun’ ve ‘Yuuhei İşihara’nın’ motorsiklete binerken değiştiklerini hayal etmeye çalış. Belimi bırakıp düşsen şaşırmam, kelepçelere şaşırdığın gibi.”

“Aa…”

Demek o yüzden motorsikletini evimin önünde bırakmıştı.

“Benim standartlarıma göre, bu oldukca dikkatsiz bir başarısızlıktı… bundan böyle daha dikkatli olurum.”

“Evet. ...Bu arada, Otonaşi. Sen Yuuhei İşihara ile birlikteyken ne olup bittiğini anlatabilir misin bana?”

Sorar sormaz—

“——”

Otonaşi durdu.

Ve bana baktı.

İfadesizce.

“He…?”

Neden öyle bir surat?

Hala ifadesiz, ağzını açtı.

Sana olanları anlatamam.”

“N-Ni—”

“Niye mi? Sana zaten söylemedim mi?” diye açıkladı ve sonraki sözlerini soğuk bir bakış ile söyledi. “Artık sana güvenmeyeceğim.”

Bana gerçekten de söylemişti. O sözleri gerçekten de hatırlıyordum. Unutmamın imkanı yoktu. Ama—

“Ama artık o durum geçersiz değil mi…?”

Ne de olsa, artık bir gizem yoktu. Otonaşi daha önce nedeni anlaşılmaz davranışlarımın sebebini şimdi biliyordu.

“Varsayımda bulunma. Hala anlamıyorsun, değil mi? İlk önce, Yuuhei İşihara yalan söylüyor olabilirdi. Belki de o ‘Kazuki Hoşino’ olarak anılarının hepsine tam erişimi var, ve bu kişiliklerin ikisini de kendi yararına kullanabiliyor.”

“B-Bu saçmalık!”

“Gerçekten de her şeyi çok düşünüyor olabilirim. Ama hala bunun aksini ispat eden kanıt yok.”

“Ama—”

“Yuuhei İşihara’nın kutunun özellikleri hakkında tamamen dürüst olduğunu varsayalım. Öyle olsa bile—”

Otonaşi aniden ellerini birbirine vurdu, ve içgüdüsel olarak gözlerimi kapattım.

“Şimdi bir kimlik değişiminin o anda meydana geldiğini düşün. Bunu elemem için hiçbir yolum yok. Öyleyse sana ‘Kazuki Hoşino’ olarak konuşuyor olurdum, senin aslında ‘Yuhhei İşihara’ya’ değiştiğinin farkında olmadan. Ne zaman kimlik değiştireceğini bilmiyoruz, o yüzden farkında olmadan Yuuhei İşihara’ya önemli bir plan söylemiş olurum. O yüzden sana her şeyi anlatmam tehlikeli—motorsiklet ile olan durumla karşılaştırılabilir.”

Bu gerçektende doğruydu… Ama ben Kazuki Hoşino’yum.

“Bir tane daha örnek vereyim—kendini ‘Kazuki Hoşino’ olarak düşünüyorsun, değil mi?”

“Tabi ki de!”

“Ama ya sen sadece Kazuki Hoşino olduğundan emin olan bir başkasıysan?”

“Bu im—”

“Bu imkansız” demek üzereydim, ama sessiz kaldım.

Gerçekten “Kazuki Hoşino” olduğumu kanıtlayan ne vardı ki? Görüntüm mü? Kişiliğim mi? Anılarım mı? Ama o halde Yuuhei İşihara’yı “Yuuhei İşihara” yapan neydi? Ne de olsa, ikimiz aynı vücudun içerisinde vardık.

Hayır, bu yanlıştı.

Ben Kazuki Hoşino’yum. Hatalı değilim. Bundan kesinlikle şüphelenemeyeceğim.

“Bu sadece bir örnekti. Çok üstünde durma. Ama Kazuki, sana neden güvenemediğimi anlıyorsun, değil mi? Bu kutuyu daha çözmem gerekiyor—Balçıkta Yedi Gece’yi. O zamana kadar, senin içinde ikamet eden kişiliklere güvenemem.”

Öyleyse ne zaman bu Balçıkta Yedi Gece’yi ne zaman tamamen çözüp bana güvenmeye başlayacaktı tekrar? Yuuhei İşihara içimde bulunduğu süre boyunca değil, değil mi?

O bana güvenmiyordu.

Otonaşi sözde benim nakama’mdı[5], ama nakama’m bana güvenmiyordu.

Tren istasyonu görüş alanımıza girdi.

Durdum.

“Niye orada dikiliyorsun? Trenin gelmesine çok zaman kalmadı.”

“...ben niye okula gideyim ki?”

Otonaşi ile birlikte olmak o sorunu bana tamamen unutturmuştu. Normalde, tabi ki de okula giderdim; hayır, ben ve günlük hayatım arasına giren olaylarla alakadar olsam bile, sadece isyankarlığımı ifade etmek için giderdim. Fakat şu anki duruma göre, okulda ne kadar zaman geçirirsem, orada şu anda neredeyse olmayan yerimi daha da yıpratacaktım.

“Yuuhei İşihara hakkında bilgi toplamak için. Bizimle yakından alakalı olduğu şüphesiz. Öncelikle, sadece okulumuzun öğrencileri hem seninle hem de benimle iletişimde. Okulumdan bilgi toplamanın önemi bariz olmalı.”

“Ama benim bulunmam için bir sebep yok, var mı…?”

“Senin varlığın üstün gelen şartları çok değiştiriyor. Bugün uzun tatilden önce okulun son günü. Bu fırsatın kaçmasına izin vermemeliyiz,” dedi.

Bunu kutu elde etmek için söyledi, benim günlük hayatımın yok olması onun umurunda değildi.

Onu yanlış anlamıştım. Onu kayıtsız şartsız nakama olarak düşünmüştüm.

Ama bu doğru değildi. Yani, Otonaşi beni kurtarmaya çalışıyordu, ama O’yu bulup bir kutu elde etmek için yapıyordu.

O zaman onun için ben neydim? Muhtemelen—

sadece O için yemdim.

“...Kazuki, okula gitmenin bunaltıcı olduğunu anlıyorum. Ama bunun en uygun eylem olduğunun farkındasın, değil mi? Seçeneklerinin farkında olup eylemde bulunmaktan kendini geri tutmak hiç sana yakışmıyor,” diye azarladı beni Otonaşi.

Elbet o sadece kendi amaçını gütüyordu.

Otonaşi bana güvenmiyordu.

Fakat, Yuuhei İşihara’yı göremediğimden, ne de ona doğrudan karşı çıkamadığım için, bir desteğe güvenmem gerekiyordu. Ve akla gelen tek kişi oydu.

Bu durumda bir desteğe güvenmek ona resmen canımı emanet etmek gibiydi. Ona körü körüne inanmaktan başka bir çarem yoktu. Otonaşi beni mahvetmek isteseydi, hiç zorlanmadan beni tuzağa düşürebilirdi.

“...okulda ne yapmalıyım?”

Ama yine de, o benim tek desteğimdi.

“Bakalım, örneğin—”

O birkaç imkan teklif etti, ve hepsini de kabul ettim. Beklenildiği gibi, kolaylıkla bir kaç etkili plan düşündü, ama onun bu yeteneği beni endişelendiren şeydi… eğer bana ihanet olacak olursa.

“Senin de aklında bir şey var mıydı?”

Aklıme tek bir şey geldi:

“Birbirimize hitap etme şeklimizi değiştirmeye ne dersin?”

“...Ne demek istiyorsun?”

“Otonaşi yerine, sana bundan böyle ‘Aya’ diyeceğim. Yuuhei İşihara o ismi bilmiyor, ve sana kesinlikle o isimle hitap etmez. Böylece, sana ‘Aya’ demem benim ‘ben’ olduğumu kanıtlar. Nasıl?”

Otonaşi sessiz kaldı.

“Planım umutsuz vaka mı?”

“Hayır… Bence oldukça etkili. Deneyelim,” diye katıldı, ama her nedense hala biraz kırgındı.

Ama yine de… ‘Aya Otonaşi’, he?

‘Aya Otonaşi’ günlük hayatımızda var olmayan bir kuruntunun ismiydi.

Ayrıca—bir zamanlar düşmanımın ismiydi.

Zihnimden birden hızla geçen düşünceler bunlardı.

2 Mayıs (Cumartesi) 08:11[edit]

Otonaşi ile birlikte sınıfa girer girmez sınıftaki ortam buz kesildiğini fark ettim.

Tabi kimse bana selam vermedi.

Daiya’nın davranışlarını bekliyordum, ama Haruaki de merhaba demedi. Kokone’nin sırası hala boştu. Belki bugün devamsızlık yapacaktı. ...Benim yüzünden miydi? —Tabi ki de.

Sanırım Otonaşi bile bu kadar berbat bir durumda olmamı beklemiyordu. Bana hızla üzgün bir bakış attı. Ama kendini toparladı, ve sınıf arkadaşlarıma odaklanarak ellerini iki defa çarptı.

“Herkes dinlesin!”

Sınıf arkadaşlarımızın bakışları anında ona odaklandı, muhtemelen bize zaten dikkat ettiklerinden dolayıydı.

“Kimse ‘Yuuhei İşihara’ adında birini tanıyor mu?”

Bunu duyduktan sonra, birkaç öğrenci şüpheli bakışlar attı birbirine.

Otonaşi sahibin sınıf arkadaşlarımdan biri olma ihtimalinin yüksek olduğunu söylemişti. Bilinmeyen birinin vücudu üzerinde kontrol elde etmek için peşinde koşturmanın, ve o sebep için kutu kullanmaya kadar getirmenin anlamı olmayacağına göre, sanırım o muhtemelen haklıydı.

Ama sahip içimde ikamet eden “Yuuhei İşihara” değil miydi? Veya onun dışında bir varlığın ondan ayrı olarak var olduğunu mu söylüyordu?

Pek anlamamıştım.

Fakat, şimdilik sadece sınıfa ‘Yuuhei İşihara’ ismini sormak oldukça etkili olduğunu kabul ettim.

“Hey, siz, ne işler çeviriyorsunuz?” Miyazaki bize küçümseyici bir bakış ile hitap etti.

“Yine mi sen? Ne var? Yuuhei İşihara’yı tanıyor musun?”

Miyazaki bize sırıttı ve Otonaşi'nin sorusuyla alakasız bir yanıt verdi. “Yaptıklarından sonra buraya gelmek için amma arsız olmalısın.”

O neyden bahsediyordu?

Diğer sınıf arkadaşlarıma baktım. Onların gözlerinde öfke vardı. Öfkeleri muhtemelen bir haksızlıktan doğan bir öfkeydi.

Başka bir deyişle, onlar Otonaşi ile birlikte olmamı affedemiyorlar mıydı?

“Senin mazeretin ne Hoşino?”

Bizim birlikte olmamız ile ilgili ne dertleri olduğunu bilmediğim için kala kalmıştım, ve Yuuhei İşihara’nın ne yaptığını da soramazdım.

Tek seçeneğim sessiz kalmaktı.

Miyazaki sessizliğime sahte bir iç çekme ile tepki verdi.

“Her neyse. Bir daha bu konuyu açmayacağım! ...Bu benim bakış açım en azından.” Miyazaki demeye başladı küçümseyeci bir tavırla, “Annemin sevgilisi… aa, konuyu biraz anlamaya mı ihtiyacın var? Yuuhei İşihara annemin sevgilisi.

Dedi birden bire.

“...Miyazaki. Yuuhei İşihara hakkında daha fazla bilgi verir misin?”

“Hop, hop… elbet onun hakkında konuşmanın benim için ne kadar zor olduğunun farkındasın, değil mi?”

“Sebeplerimiz var. Benim ‘Yuuhei İşihara’ ismini dile getirmem daha fazla söylemek için yeterli sebep değil mi?”

Miyazaki kaşlarını çattı ama ne kadar isteksiz olsa da “...tamam, peki.” ile kabullendi.

Konu hassas olduğundan dolayı tartışmayı devam etmek için bizi koridora gitmemiz için teşvik etti.

“Yani, bir şeyler saklıyor değilim—” Bu sözlerle, Miyazaki hikayesine başladı.

Annesi ve babası o orta okulun ilk senesindeyken hisleri değiştiği için boşanmışlardı; ikisi de yeni sevgili buldu ve onlarla yaşamayı tercih etti. Annesinin yeni eşi Yuuhei İşihara’ydı.

Miyazaki'nin annesi de babası da onu yeni evine getirmek istememişti, çünkü o eski hayatlarını temsil ediyordu. Yüzüne vurmamışlardı, ama bunu saklamak imkansızdı, ve Miyazaki onların hislerini anlamıştı.

Annesi ve babasının neden ayrılıp onu reddetmeyi tercih ettiğini bilmiyordu, ama oğulları olarak, o şartların önemi yoktu: Ona şüphesiz ve neredeyse affedilemez bir şekilde ihanet edilmişti.

Sonunda, biraz tartıştıktan sonra, babası onun velayetini aldı. Ama onun için babası ve babasının yeni sevgilisiyle de ev kurmak imkansızdı. Onlarla yaşamayı reddettikten sonra, orta okulunun ikinci senesinde babasından sadece yaşama masrafları alarak tek başına yaşamaya başlamıştı.

Orta okulda, kendisini dünyadaki en şanssız kişi olarak düşünürdü; kıytırık dramlarda sık sık, ama gerçek hayatta nadiren bulunan mutsuz bir ailevi durum içerisinde bulunuyordu.

O yüzden, doğal olarak bu durumun sorumluları, annesi ve babasına, babasının yeni sevgilisine, ve Yuuhei İşihara’ya karşı kin besliyordu.

“Bana sorarsan hepsi gebermeli,” Miyazaki duygusuz bir ses tonuyla onlara lanet etti.

“Nasıl hissettiğini anlıyorum, ama öyle şeyler söylememelisin.”

“Ya? Bilgeliğin için çok teşekkür ederim,” dedi Miyazaki alaycı bir gülüş ile. “Yeteri kadar konuştum mu?”

“...Evet. Bu hassas durum hakkında bizimle konuştuğun için teşekkür ederim,” dedi Otonaşi.

“Hıh, bu hiç de senin diyeceğin bir şey değil.”

“Sadece senin de sıkıntıların olduğunu düşünüyordum.”

“Anlayışın için teşekkür ederim.”

Zil çaldı.

“Tamam, ben sırama geri dönüyorum. Ah, bir şey daha, Hoşino—” Sınıfa girerken Miyazaki Yuuhei Işihara’dan bahsetmeye başladığından beri ilk defa bana baktı. “Beni yanlış anlama. Otonaşi’nin sorularına cevap verdiğim için yaptıklarını kabul etmiş değilim. Çok ileri gittin.”

Bu sözlerle, sırasına gitti.

Sınıfın kalanı bana ettiği iğneleyici sözlerden dolayı ona gülümseme şereflendirdi.

Muhtemelen, herkesin onu duyması için söyleyeceklerini bilerek bekletmişti.

…....Bu çok acımasızdı.

Sıramın üstüne uzandım ve kafamı kollarımla kapladım.

“Kazuki, ben kendi sınıfıma geri döneceğim. Buraya gelirken sana söylediklerimi unutmadın, değil mi? Bir şans ver.”

İsteksizce başımı kaldırdım, cep telefonumu aldım ve Otonaşi'ye boş bir eposta gönderdim.

Otonaşi epostamı kontrol etti ve başını salladı. Ardından onu gönderilen mesajlar dosyamdan sildim.

“Bu epostaları ders esnasında göndermeyi unutma!”

Bana her 10 dakikada bir eposta yolla—bu Otonaşi'nin talimatlarıydı.

Bu şekilde, “benim” ve “Yuuhei İşihara’nın” değişme sürecini inceleyebilirdi.

Ne de olsa, Yuuhei İşihara ne yaptığımızın farkında değildi ve boş eposta göndermeyecekti.

Yani, Balçıktaki Yedi Gece’yi henüz tamamen anlamadığımız için, bu pek de güvenilir bir yöntem değildi.

“Hala bir şeye ihtiyacın var mı?”

“Yok, Aya.”

Sadece bir saniyeliğine, Otonaşi afallamıştı, ama bir şey demeden sınıftan ayrıldı.

İç çektim.

...Yuuhei İşihara Miyazaki'nin annesinin sevgilisi miydi? Vücudumu kontrol eden kişi o muydu? Nedense rastgele bir yetişkinin kimliğimi elde etmekle ilgilenmesinin mantıklı gelmemişti.

Aniden, telefonum cebimin içinde titredi. Hemen çıkartıp açtım. Yeni bir eposta gelmişti. Gelen mesajlar dosyamı açtım.

‘Maria Otonaşi’ ismi yazıyordu.

Hım, belki bir şeyden bahsetmeyi unutmuştu? Veya yüksek sesle söyleyemeyeceği bir şey mi vardı?

Epostada tek bir söz vardı. Çok basit bir sözdü, muhtemelen Yuuhei İşihara’nın kontrolü altında olduğum ihtimali göz önünde bulundurarak yazılmıştı.

Tetikte ol.

Ah, anladım.

Miyazaki niye bize dünden beri karışıyordu? Akla hemen bir sebep geliyordu:

Çünkü Miyazaki “Yuuhei Işihara” ile işbirliği yapıyordu.

Ağır yaklaşımı “Yuuhei Işihara’yı” hareketlerimiz konusunda haberdar etme niyetiyle yapılmış olabilirdi.

Miyazaki'nin söylediklerini ciddiye almamalıydım, art niyetleri olabilirdi. Otonaşi'nin bu eposta ile iletmeye çalıştığı anlam bu olmalıydı.

Fakat, Yuuhei İşihara’nın beni kontrol eden “Yuuhei İşihara’dan” apayrı bir insan olduğu muhtemelen doğru olmasına rağmen, Miyazaki'nin bize söylediği her şeyi yalan olarak gözden çıkarmayı kendime yediremedim. Ailevi durumu hakkında konuşurken gösterdiği duygular içten gözükmüştü.

Bakışımı cep telefonuma geri döndürdüm ve onun basit epostasını tekrar okudum.

Şüpheci ol.

...Ah, belki tamamen farklı bir şey demek istemişti. Belki söz konusu Ryuu Miyazaki olunca “tetikte ol” demek istememişti.

Onun yerine, her şeyi ve herkesi o şekilde bakmalıydım.

“Yuuhei İşihara’nın” vücudumu kontrol ederek neler yaptığını sadece başkalarından duyarak keşfedebiliyordum. Ama başka hiç dostum yok. Miyazaki kun, Haruaki, Kokone, veya Daiya değil, Aya Otonaşi bile benim tarafımda değildi.

Epostayı sildim. Otonaşi’den gelen herhangi epostayı hemen silmem gerekiyordu.

Yumruğumu sıktım.

“—Neden.”

Neden Yuuhei İşihara’da bile bir tane olmasına rağmen benim tek bir dostum bile yok ki?

2 Mayıs (Cumartesi) 09:05[edit]

“Kazuki Hoşino’yu” sınıfta bulduğuma şaşırmıştım. Hala Maria Otonaşi’nin odasında kelepçeli olacağından emindim. Bulunduğu berbat duruma rağmen hala okula gelmesi beni gerçekten şaşırttı.

Maria Otonaşi mi onu zorlamıştı? Daha fazla bilgi toplamak için mi? Eğer öyleyse, çok insafsızmış.

Gerçi benim umurumda değil. Sonuç öyle de böyle değişmeyecekti.

Kazuki Hoşino’nun günlük hayatı ne olursa olsun yok olacaktı.

Ne de olsa, Kazuki Hoşino’nun günlük hayatının sırf Maria Otonaşi ile birlikte olmasından dolayı yok olması için her şeyi ayarladım.

Kokone Kirino’ya niye itiraf etmiştim? Doğal olarak onun günlük hayatını yok etmek için.

Fakat, özellikle bu yöntemi seçmemin düzgün bir sebebi vardı. Maria Otonaşi gibi bir sevgilisi varken öyle bir kızın etrafında takılmasını nasıl affedebilirdim ki?

O yüzden, itirafta bulunarak o ilişkiye son vermeye karar verdim.

Yöntemimin yararını hemen gördüm. Üstelik sonucu muazzamdı. Kirino’ya itiraf etmek beklediğimden çok daha büyük bir tepki yarattı.

Oomine’nin beni dövmesini sağladım. Hatta, çıbanın başını koparan yorum onu gücendirmek için bile değildi.

Ben sadece:

“Hey, yanıtını ne zaman duyabileceğim?” dedim.

Sadece aramızdaki durum konusunda ağzını aramıştım, ama Kirino her nedense şoka girdi ve ağlamaya başlamıştı, ve Oomine aşırı tepki gösterip bana vurmuştu.

Niye öyle olmuştu? Zamanında anlamamıştım, geriye dönüp baktığımda besbelliydi. “Kazuki Hoşino” ve “Yuuhei İşihara” anılarını paylaşmıyordu, o yüzden o soruyu sorduğumda Kirino “Kazuki Hoşino’nun” itirafına yanıt verip vermediğini bilmiyordum. Fakat, eğer verdiyse, o sözlere nasıl bir yanıt verirdi? Kesin bir şey diyemem, ama onu inciteceğinden emindim.

Fakat, Oomine’nin niye o kadar güçlü bir tepki verdiğini hala bilmiyordum. Onun Kirino’ya özel duygular beslediği hakkında söylentiler duymuşluğum vardı. Bunu kişisel gözlemle doğrulayamama rağmen, belki de söylentiler gerçekten doğruydu.

Birazdan betimleyeceğim şeye doğrudan şahit olmadım, ama Haruaki Usui ile konuştuktan sonra bunu fark ettim.

Anlaşılan Oomine tarafından saldırılmıştım, sınıf 2-3’ün öğrencilerinin çoğu kavganın sebebini Kazuki’nin Kirino’ya itiraf ettiğinden başladığını düşünmüştü.

Bardağı taşıran son damla ise Maria Otonaşi’nin o sırada gelmesiydi.

Kazuki hiç tereddüt etmeden onu dışarıya takip etmişti, ona dört elle sarılmış gibiydi. O Kokone Kirino’nun hislerini— sözde itiraf ettiği ağlayan kızın hislerini—tamamen görmezden gelmişti.

Ve bu hadiseden sonra bile, Kazuki Hoşino hiçbir şey olmamış gibi Maria Otonaşi’ye eşlik etmeye devam etti.

O, o kadar da popüler olan Kokone Kirino’yu terk edince, bütün sınıf arkadaşlarının öfkeli olması doğaldı tabi. Fakat, Hoşino’nun Maria Otonaşi’ye güvenmekten başka bir çaresi olmadığı için, tek başına hareket edemiyordu.

Kazuki Hoşino gitgide günlük hayatını kaybediyordu.

Doğrudan benim hareketlerimden değil, ama kendi davranışlarından dolayıydı.

Lanet olsun, bu çok güzeldi.


Öğretmene tuvalete gitmem gerektiğini bildirdim ve koridora çıktım—Maria Otonaşi’nin çoktan pusu kurduğu yer. Kaşlarını çatık şekilde konuşuyordu: “Neden gülümsüyorsun?”

Sanırım farkında olmadan sırıtmaya başlamıştım?

“Muhtemelen beni beklediğinden dolayıdır, Otonaşi.”

“Hımf, Kazuki Hoşino gibi davranmaya mı çalışıyorsun, Yuuhei İşihara?”

O Yuuhei İşihara olduğumu bu kadar kolaylıkla tespit edebildi mi?

Hayır, gerçekten inanılmaz olan şey kişiliklerimizin değiştikten hemen sonra sınıf 2-3’e aceleyle gelmesiydi; muhtemelen “Kazuki Hoşino’nun” “bana” dönüştüğünü fark ettiğinden dolayıydı.

Değişiklik hakkında ona uyarı vermek için bir şeyler düzenlemişlerdi herhalde.

“Beni takip et,” dedi.

“Nereye gidiyoruz?”

Soruma yanıt olarak hafifçe gülümsedi.

“O soru da neyin nesi? Gideceğin yeri kendin ilan etmedin mi zaten?”

“He?”

“Lavaboya gidiyorsun, değil mi?”

2 Mayıs (Cumartesi) 09:14[edit]

“Bu durumla gerçekten bir sıkıntın yok mu? İnsanlar buraya Kazuki Hoşino ile girdiğini öğrendiğinde ikimizinde başı belaya girmeyecek mi?”

Kızlar lavabosunda bir tuvalet bölmesine sürüklenmiştim.

“...Hıh,” tuvalet bölmesine ne kadar rahatlıkla girdiğimi görünce, Maria Otonaşi küçümseyici bir şekilde güldü.

Onun aklından neler geçiyordu? İkinci binadaki üçüncü kat lavabolarının özel sınıfların burada bulunduğundan dolayı nadiren kullanıldığı doğruydu—hele şimdiki gibi dersler kullanıldığı zamanlar daha da az kullanılıyordu—ama beni buraya getirmek için neden zahmet ettiğini anlamamıştım.

“Herhalde. Okuldan uzaklaştırılıp sınıf arkadaşlarımız tarafından ayrı tutulurduk.”

“Şimdiden pes mi ediyorsun? Yaygara koparalım mı o zaman?”

“Neden denemiyorsun?” dedi kayıtsızca ve beni küçümsedi.

...Anlaşılan blöf yaptığımı fark etmişti.

Yakın gelecekte Kazuki Hoşino’nun yerinde ben olacaktım. Çevresine planladığımdan daha fazla zarar vermiştim zaten. Kendime onun durumunu daha fazla zorlaştırmama izin veremezdim.

“Tamam Yuuhei İşihara, Kazuki’nin cep telefonunu aç.”

“...Bu da ne birden bire?”

“Veri dosyasındaki üstten üçünce resim dosyasını aç.”

Direnme isteği hissettim, ama bu durum hakkında kavga çıkarmanın anlamsız olacağından dolayı, bana söylediğini yaptım. Resim dosyasını açtım; pijama giyinen sevimli bir kızın fotoğrafıydı, muhtemelen kendi çekmişti.

“Söylesene, bu kim?” diye sordu.

“...Bana neden bunu soruyorsun?”

“Söylersem anlamı kalmayacağı için sana söylemeyeceğim.”

Ne kadar samimi bir cevap.

Tekrar baktım. Tanımadığım bir kızdı, ama ona bunu söylemenin muhtemelen bana sadece zararı olacaktı.

Dikkatimi arka plana çevirdim. Kesinlikle bir hastane odasıydı. Şimdi düşününce, yaklaşık iki ay önce büyük bir kaza olmuştu. Acaba o kazanın kurbanı o olabilir miydi? O durumda, ismi… hatırlamıyordum.

...Neyse artık, kafadan atayım bare.

“O Khazumi Moghi.” Sadece iç giyimi olan kızın, Luka Hoşino’nun bahsettiği ismi söylemeyi denedim.

“Ne yazık ki yanıldın.”

Demek işe yaramadı he? Acı acı gülümsedim.

“Tamam, onun ismini bilmiyorum, ama ne var bunda?”

“O bir yalandı.”

“He?”

“Yanıldığını söylemem bir yalandı. O gerçekten de Kasumi Mogi, ama anlaşılan bizzat kendisini hiç görmemişsin,” dedi Maria Otonaşi ifadesiz bir yüz ile.

“......bu çok alçak değil miydi?”

“Nasıl yani? Sadece bir tahmin ile yanına kalabilmeyi düşünmekle sen çok toysun, doğru ya da yanlış cevap versende. Her neyse, al sana başka bir soru: Kazuki Hoşino ve Kasumi Mogi nasıl ilişkin?”

Bu kadar soruyla nereye varmaya çalıştığı konusunda en ufak fikrim yoktu. Yani, herhalde niyetini kasten benden saklıyordu.

Zorlukla ucu açık bir cevap verdim.

“......arkadaşlar.”

“Ve?”

Demek Maria Otonaşi gerçekten de üstü kapalı bir cevapla yetinmeme izin vermeyecekti.

“Kasumi Mogi’nin kim olduğunu bilmediğim halde ne diyebilirim ki?”

Bu belli ve doğal bir cevaptı, çünkü ona kızı bilmediğimi zaten söylemiştim. Bu cevabı vermek tamamen sakıncasız olmalıydı.

Kasumi Mogi’nin kim olduğunu bilmiyor musun?

Ama buna rağmen, Maria Otonaşi ölümcül bir hata yapmışım gibi konuştu.

“...Baştan dememiş miydim? Bu fotoğraftaki kızı hiç görmedim.”

“Evet, onu hiç görmedin, söylediğin oydu. Ama ‘hiç görmemek’ nasıl ‘bilmemeye’ eşit olabilir?

“...Dediğin hiçbir şeyin anlamı yok! Onu hiç görmedim, o yüzden onu bilmemin imkanı yo—”

—Bir dakika, bu doğru değil.

“Anladım. Şimdi gerçek kimliğine dair iyice bir fikrim oldu. Sen sınıf 2-3’tan öğrenci değilsin.”

…...hedeflediği şey buydu.

O kız, Kasumi Mogi, muhtemelen hastanede yatırıldığı için gelmedi, ve bu da onu neden görmediğimi açıklıyordu. Sınıf 2-3’ün öğrencileri ise, onu tanımamalarına rağmen onu biliyorlardı: Çünkü o onların sınıf arkadaşıydı ve ve sırası hep boş kalan gizemli bir bireydi.

Doğru, o soruların niyeti—şüpheli bireylerin sayısını azaltmaktı.

“Hımf, dürüst olmak gerekirse, Ryuu Miyazaki’nin muhtemelen sahip olduğuna benziyordu. Anlaşılan yanlıştım ama. Sen sınıf 2-3’ten bir öğrenci değilmişsin, ne de olsa.”

Ryuu Miyazaki mi?

Neden onun konusunu açtı ki?

Otonaşi tarafından yakalandığımdan dolayı ona talimat veremediğim için kendi kafasına göre hareket mi etti o yoksa?

“Sen… hayır, daha doğrusu, sahip, sınıf arkadaşımız olmayan, ama bizi iyi tanıyan biri olmalı. Bizim hakkımızda o kadar bilen çok insan olduğunu düşünmüyorum. O, Kazuki ve benim kolaylıkla tanıyabileceğimiz biri, değil mi?”

Tabi ki de cevap vermedim.

“Yuuhei İşihara hakkında bulduğum bir tane daha muhtemel ipucu buldum. Ryuu Miyazaki Yuuhei İşihara’ya annesinin sevgilisi olarak hitap etti. Bunu neden bahsettiğini anlamaya çalışıyordum ve şu mantıklı sonuca vardım:”

Maria Otonaşi kanaat ile ilan etti.

“—Yuuhei İşihara diye biri yok.”

Nefesimi tuttum.

“Hangi ismi kullandığın senin umurunda değildi. Ama ya sen ya da Ryuu Miyazaki bunu kendi yararına kullanmaya karar verdi; ‘Yuuhei İşihara’nın’ bize gerçekten var olduğuna inandırıp sahibin kimliğini saklamak, değil mi? Ve bir sevgili içeren karışık bir ilişkiye karar verdiniz çünkü öyle bir durumu araştırmak zor olurdu, değil mi?”

Öyle biri yok, o yüzden onu saklayabiliriz—he? Anladım. O neredeyse haklıydı.

Ama o hala tam tutturamamıştı. Yuuhei İşihara gerçekten de Ryuu Miyazaki’nin annesinin sevgilisiydi. Fakat, aynı zamanda artık var olmadığı da söylenebilirdi.

Ne de olsa, Yuuhei İşihara çoktan ölmüştü.

“O kadar mıydı? Eğer öyleyse, sıra bende mi?”

Maria Otonaşi kaşlarını çatıp sert sert baktı. Sanırım ani sorum onu tedbirli yapmıştı.

“...Ne tartışmak istiyorsun?”

“Konu senin ilgini çekecektir sanırım! Belki de benden öğrenmeye çalıştığın bir şeydir.”

Konuşurken gülümsedim.

“Balçıkta Yedi Gece’nin nasıl çalıştığını anlatacağım.”

2 Mayıs (Cumartesi) 10:00[edit]

Görüş alanımdaki her nesneye bakıp, bilgi topladım ve Kazuki Hoşino olarak kimliğime tekrar kavuştum. Gökyüzü. Beton. Yer. Kum. Maria Otonaşi. Elim. Kazuki Hoşino. Burası okul binasının arka tarafıydı. Ben—bendim.

Alışmaya başlamıştım, çünkü defalarca kişilik değiştirmiştim zaten. Ama tam da alışmaya başladığım için fark ettim:

Yaşadığım şey kısa süreli ölümden farksızdı.

Kendim olmadığım zaman boyunca tamamen kayboluyordum. Rüya bile görmüyordum. Bu bana adım adım yaklaşan bir ‘ölümdü’. Balçıkta Yedi Gece’yi 5 Mayıs’a kadar yok etmezsem, sonsuza dek kaybolacaktım. Diğer bir hitapla, ‘ölecektim’.

“Kazuki?” diye sordu önümdeki kız. Sessizce başımı salladım, ama bunun yetersiz kalacağını fark edip “Evet, Aya.” ekledim.

Otonaşi saatine bakıp kaşlarını çattı.

Onun ayağının yanında uzanan bir eskimiş bir elektrogitar olduğunu fark ettim.

“Bu mu? Hafif müzik kulübünden getirdim.”

Çok eski bir gitar, ama bütün tellerinin yeni olduğuna göre, hala sık sık kullanılıyordur herhalde.

...Onu izin istemeden aldığına emindim.

“Biliyor musun, Reddeden Sınıf içerisinde zaman geçirmek için gitarla oyalandım.”

Otonaşi elektrogitarı yerden alıp çalmaya başladı. Oldukca yetenekli bir şekilde çaldı. Kıyasla, ben daha F-teli ile zar zor çalıyordum. Hemen çalmamaya başladı ve gitarı bana doğru uzattı.

“He?”

“Çal. Ablanın gitarını elden düşme olarak aldığını biliyorum.”

“Ah, hayır… Biliyor musun ben çok iyi çalamam.”

“Umurumda değil. Ben konuşurken gitarı çal. Eğer öyle yaparsan, Yuuhei İşihara ile değiştiğin anı anlarım.”

Anladım. O yüzden bu gitarı getirmişti.

Çok kötü gitar çalarım, o yüzden biraz utandırıcıydı, ama eninde sonunda çalışma kitabımdan ünlü bir rock grubundan ünlü bir şarkı çalmaya başladım.

“Ablamın gitarını aldığımı bildiğine şaşırdım.”

“Senin hakkında bilmediğim bir şey yok,” dedi cesaretle.

“...Reddeden Sınıf içerisinde öğrendiğin hiçbir şeyi unutmadın mı Aya?” O soru birden aklıma geldi, ve gitarı şapşalca çalmaya devam ederken sordum.

“Mm yani, her şeyi hatırlıyorum. Hayır… kesin konuşmak gerekirse, benzer tekrarlardan oluşan uzun bir süre olduğundan dolayı birkaç şey kesinlikle unuttum. Ama esasında hemen hemen her şeyi hatırlıyorum.”

Otonaşi bana kaşlarını çattı.

“Senin tecrüben farklı mıydı acaba?”

“Evet, çok bir şey hatırlamıyorum. O zamandan anılarım fani, daha çok şipşak fotoğraflar ve bulanık resimlerden ibaret. Yolda yanından geçen her kişinin suratını hatırlayamamak gibi.”

Dediklerimi dinledikten sonra, Otonaşi'nin gözleri fal taşı gibi açıldı, ve hiç hareket etmeden ayakta dikildi.

“He? Ne oldu?”

“Ah, hayır—”

Kafasının açık açık karıştığını fark ettikten sonra, benim kafam onunkinden daha da karışmıştı.

“Öyleyse kutu içerisinde yaptıklarımız hakkında neredeyse hiçbir şey hatırlamıyor musun?”

“Y-Yani, evet.”

“An...ladım…”

Otonaşi her nedense sessiz kaldı. Onun devam etmesini beklerken ona baktım, ama o hemen gözlerini kaçırdı.

“Şimdi bahsedince, bu gayet makul bir durum. Benim gibi anılarını muhafaza edebilmenin imkanı yok, çünkü sen bir sahip değilsin. Anladım, her şey sonunda yerli yerine oturdu. Demek o yüzden—” gözleri hala çevrilmiş bir şekilde mırıldanmaya devam etti “—o yüzden bana Aya diyorsun.”

“He?”

“Yok bir şey.”

Otonaşi özgüvenini toparladı ve bana sert sert baktı.

“Hey, Kazuki. Gitarı çalmamaya başladın.”

Aceleyle tekrar çalmaya başladım. Nerede kaldığımı unuttuğum için, şarkıya tekrar baştan başladım.

“Of, fasa fiso hakkında gevezelik ettiğin için önemli şeylerden bahsedemedim.”

“Özür dilerim. Öyleyse alakalı şeylere geri mi dönelim?”

“...Hım, bakalım şimdi. Yuuhei İşihara’nın bana söylediklerine hala güvenebileceğimi bilmediğim için, o kısmı anlatmayacağım şimdilik. Senin ‘Kazuki Hoşino’ olduğuna emin olduğum süre boyunca bu yeni kutu hakkında tartışmak istiyorum.”

Başımı salladım ve başlamasını istedim.

“Farklı tür kutuların olduğunu anlamalısın. Hatalı bir anlatım olabilir, ama basit kalması için şöyle diyelim, içten çalışan kutular var ve dıştan çalışan kutular var. Reddeden Sınıf daha çok içten çalışan bir kutuydu, ama Balçıkta Yedi Gece daha çok dıştan çalışan bir kutu.”

“Hım? Aradaki fark ne?”

“İçten çalışan bir kutu sahibin dileğinin gerçek dünyada imkansız olduğunu düşünmesinden doğar. Örneğin Reddeden Sınıf’ın sahibi Kasumi Mogi, geçmişi tekrar yaşamanın imkansız olduğunu düşünüyordu. O yüzden gerçek dünyadan ayrı, dileğine inanabileceği bir alan yarattı. Mogi kendisini ve sınıf arkadaşlarını dileğinin gerçek olabileceğine inandığı bir kutunun içine tıktı.”

Gitarı çalmaya devam ederken başımı salladım.

“Dıştan çalışan bir kutu sahip, dileğinin gerçek dünyada gerçekleşebileceğini inandığı zaman doğar. Balçıkta Yedi Gece’nin sahibi dileğinin kutunun gücü ile gerçekleşebileceğini inanıyor anlaşılan. Doğru, gerçek hayatta bir vücudu ele geçirmek olası gözükebilir, bu da demek olur ki gerçek hayattan ayrı olarak özel bir alan yaratmaya gerek yok. Bu da kutuyu hala tam algılayamama bağlı bir durum.”

“Bunu hazmetmek için biraz zamana ihtiyacım olacak, ama… kısaca kutu, dileğinin gerçek dünyada gerçekleşebileceğine inanıyorsan dıştan çalışan bir kutu, diğer türlü de içten çalışan bir kutu mu olur?

“Evet, aşağı yukarı öyle. Eğer üst sınır olarak 10 şeklinde sayı ile puan verirsek, Reddeden Sınıf içten çalışan kutu olarak 9, ve Balçıkta Yedi Gece de dıştan çalışan kutu olarak 4 alırdı. Dıştan çalışan kutunun puanı ne kadar yüksek olursa, kutu gerçek hayatı o kadar çok etkiler.”

Reddeden Sınıf’ının etkisi neredeyse var olmadığı belliydi, çünkü alakalı olan sınıf arkadaşları hatırlayamıyordu bile.

Başka bir deyişle, bunun Balçıkta Yedi Gece’nin farklı olduğu anlamına mı geliyordu?

“Ah—”

Şu an bulunduğum durumumun zalim doğasını fark ettim.

Tüm sınıf arkadaşlarım tarafından hor görülüyordum. Dahası, Daiya, Kokone, ve Haruaki ile olan ilişkilerimin hepsi karışmıştı.

“Yani—yani—, mahvolan günlük hayatım—”

“Aynen öyle, geri dönmeyecek.

Gitarı çalan elim durdu.

Gitardan gelen sesler yok oldu.

Geri dönmeyecek miydi? Günlük hayatım geri dönmeyecek miydi? Günlük hayatım doğaüstü güçlerden böyle mi kalacaktı?

Yani—günlük hayatım artık varolmayan bir şeydi.

Geri kazanmak istediğim şey artık varolmayan bir şeydi.

Bunu fark ettiğim an, gözlerim karardı, sanki tek bir yüklenmeden dünyadaki bütün sigortalar atmıştı. Yani, artık hiçbir amacım yoktu. O kutuyu yok etmek anlamsızdı.

Her şeyi gözümden kaybetmiştim.

Artık umurumda değildi.

Sendeleyerek uzaklaşmaya başladım. Otonaşi bir şey söyledi, ve bende yanıt olarak bir şey söyledim. Ne onun dediklerine, ne de kendi dediklerime dair hiçbir fikrim yoktu, ve umurumda da değildi.

Çığlık atmak istedim. Ama çığlık attığımda bile, beni kurtarabilecek kimse yoktu.

2 Mayıs (Cumartesi) 11:00[edit]

Her nedense bir bakkaldaydım, elimde haftalık bir manga dergisi vardı. Kazuki Hoşino’nun telefonunda zamanı kontrol ettim. Şu anda üçüncü dersimde olmalıydım… öyleyse neden bakkaldaydım?

Etrafa bakındım, ama Maria Otonaşi görünürde yoktu.

Bunun anlamı neydi? Ayrılmış olamazlardı, değil mi?

Bunun bir tuzak olduğu konusunda endişelendim, ama Ryuu Miyazaki ile iletişime girmek fırsatını görmezden gelemezdim.

Telefon numarasını ezberimden girdim. Telefon tekrar tekrar çaldı; yani, derste olmalıydı, o yüzden telefona hemen cevap veremezdi.

Aramayı iptal ettim ve yapılan arama kayıdını temizledim. Ryuu Miyazaki beni hemen geri aradı.

“Alo? Ryuu Miyazaki?”

“......Hey, neden ismimin tamamını kullanıyorsun?” diye sordu, biraz huysuz gibiydi.

“Ben kimseyim. Hatırladığın ‘biri’ sana farklı bir şekilde hitap edebilirdi, o yüzden bunun ‘benim’ için en doğal hitap etme şekli olduğunu düşündüm.”

“...A-ha. Ee, benden bir şey istiyorsun, değil mi? Nedir?”

“Şu an dersinin olduğu umurunda değil mi?”

“...En önemli şey sensin.”

“Sınıf başkanının ağzından çıkanlara bak… ama böyle hissettiğine sevindim. Tamam, nasıl ilerlememiz gerektiğini tartışmak istiyorum.”

“Bence bunu okulda konuşmamalıyız. Benim apartmanıma gelmeye ne dersin?”

“Bana hava hoş… Ama 12:00’nin benim sıram olup olmadığını ayırt edemediğini biliyorsun, değil mi?”

“O yüzden benim apartmanımı teklif ettim. Kazuki Hoşino’yu orada saat 12:00’den önce zapt etmemiz gerekiyor sadece. 13:00 yine senin sıran, değil mi?”

“Tamam, birini zapt etmenin güzel bir yolunu öğretiyim sana! Biliyor musun, esasında bu, Maria Otonaşi’nin beni kandırdığı yöntem—”

Onun kelepçeler ile ne yaptığını anlattım.

“Kelepçe he? Güzelmiş. Biz buluşmadan önce alabilir misin birkaç tane?” “Tabi.”


“Nerede yaşadığımı biliyorsun değil mi?”

“Evet. Görüşürüz o zaman.”

Bir kaç hızlı tıklama ile aramayı sonlandırıp arama geçmişini temizledim. Ryuu Miyazaki’nin apartmanı, he?

Şimdi durup düşününce, bu oraya ilk gidişim olacaktı. Şimdiye kadar, oraya gitmekten hep kendimi geri tutmuştum. Şimdi ancak farklı bir vücutta olunca oraya gidebilmem ne kadar da ironik.

2 Mayıs (Cumartesi) 11:47[edit]

Ryuu Miyazaki’nin apartmanı iki katlı tahtadan bir bina, Maria Otonaşi’nin yaşadığı apartmandan çok daha az lükstü; kendi kendine kilitlenen kapı gibi özellikler kesinlikle yoktu. İkinci kattaki odasına gittim ve zili çaldım.

Ryuu Miyazakihemen yüzünü gösterdi.

“Al—hediye.”

Ona, içerisinde el ve ayak kelepçesi olan kahverengi kağıt torba verdim. Ryuu Miyazaki ifadesini neredeyse hiç değiştirmeden kabul etti.

Ayakkabılarımı çıkartıp odaya girdim. Yaklaşık altı tatami büyüklüğündeydi. Çok sıkışık olmasına rağmen, her şeyi düzgün ve temiz tutuyordu. Yere otururken, tek başına bilgisayarının ne kadar yer kapladığına şaşırdım.

“Ah, doğru, şikayet etmek için bekliyordum. Kendi kafana göre hareket edip Maria Otonaşi’ye gereksiz şeyler söyledin, değil mi?”

Ryuu Miyazaki eğri bir şekilde gülümsedi. “Ağzından ilk çıkan şey şikayet mi?”

“O kız aramızdaki bağıyı saklama girişimini fark etti. Beraber çalıştığımızı fark etti bile.”

“Öyleyse tam da beklediğim gibiymiş.”

Hiç endişesi olmadan konuştuğundan dolayı bir kaşımı kaldırdım.

“...Anlamıyorum. Yani benimle işbirliğini kasten mi açığa vurdun?”

“Hadi canım, sanırım öyle?”

Hey… bu berbat bir bahaneye benziyordu.

“Maria Otonaşi Kazuki Hoşino’ya yardım etmeye çalıştığımdan dolayı benden şüphelendi. O sıradan bir kız değil; o yüzden onu kandıramayacağım kanısına vardım.”

“Ama ona doğrudan söyleme zahmetinde bulunmana gerek yoktu!”

“...Senin amacın Kazuki Hoşino’nun teslim olmasını sağlamak, değil mi?”

“Eğer öyleyse?”

“Otonaşi çabalarını kesinlikle engelleyecektir, çünkü sen Kazuki Hoşino’ya doğrudan saldıramazsın. Başka bir deyişle, ‘Kazuki Hoşino’ya’ sadece Otonaşi vasıtasıyla saldırabilirsin. Ama senin de bildiğin gibi, o kesin zekalı. Otonaşi vasıtasıyla yapılan herhangi bir saldırı kolaylıkla savuşturulabilir.”

“Biliyor musun, haklısın, ama…”

“O yüzden Kazuki Hoşino’ye Otonaşi vasıtasıyla değil de, doğrudan saldırabilecek birine ihtiyacın olduğunu düşündüm. Tabi ki de bunu halledebilecek tek kişi benim.”

“Doğru…”

“O yüzden senin tarafında olduğumu açık açık göstermek en iyi seçenek. Ama öğrenebilmesini fazla kolay yapsaydım, o şüphelenirdi. O yüzden dolambaçlı bir yaklaşım seçtim!” dedi aldırışsızca.

Yüzümde aniden eğri bir gülümseme belirdi. Onun bu kadar detaylı davrandığını düşünmemiştim. Hayal ettiğimden daha da güvenilir çıktı.

“Zaten gizli bir planım hazırda var.”

“Anlat bakalım.”

Ona bir ceset göstereceğiz,” diye teklifte bulundu.

“Bunun gerçekten onu ümitsizliğe kapılmasını sağlayacağını düşünüyor musun? Tabi, bir ceset gördükten sonra şoka girer, ama… yani…”

İtirazlarımı duyduktan sonra, Ryuu Miyazaki sırıtmaya başladı.

“Ve ona o kişiyi az önce öldürdüğünü söylesek?”

Bu—ilgimi baya çekmişti.

Bende gülümsemeye başladım.

“Sen merak etme; ben Kazuki Hoşino’yu ümitsizliğe kapılmasını kesinlikle sağlayacağım,” diye ilan etti Ryuu Miyazaki ona verdiğim torbayı yağmalarken, ve bana bir çift kelepçe attı.

2 Mayıs (Cumartesi) 12:00[edit]

Önümde duran herif de kim? Ona dikkatle baktım ve Ryuu Miyazaki’nin gözlüklerinin eksikliğinde keskin bir bakışını fark ettim.

Miyazaki neden…?

Daha önceden hiç görmediğim küçük bir odanın içinde ellerim ve ayaklarım kepçeli bir vaziyetteydim. Durumumun ciddiliği gayet açıktı.

Değişmeden önce tam olarak ne yapmıştım? ...Hatırlayamıyordum. Sıradan hayatımın geri dönmeyeceğini fark ettiğimde, gözlerim kararmıştı—ve neyin ne olduğunu anlamadan kendimi bu odada bulmuştum.

“Burası benim odam. Ben seni zapt ettim.”

“...Niye?”

“Niye mi? ‘Yuuhei İşihara’ sana açıklamadı mı? Teslim olman için.”

Diğer bir deyişle, Miyazaki kendi için değil, Yuuhei İşihara için mi hareket ediyordu?

“Hoşino, Otonaşi sana kutunun detaylarını anlattı mı?”

Başımı iki yana salladım.

“Demek sır tuttu, he. Yani, bu muhtemelen akıllı bir karardı. Biliyor musun, Yuuhei İşiihara dedi ki onun sana bilgilendirmesi niyetiyle anlatmış.”

Şimdi düşününce, o galiba Yuuhei İşihara tarafından öğrendiği bir şey anlatmak üzereydi.

“Onun yerine ben sana anlatacağım! ...haha! İşler düşmanlığımı açıkladığımdan beri gerçekten bir hayli daha kolay oldu.”

“...düşmanlık mı? Ne?”

“Onu boş ver. ...ee, bu kutu senin varlığını bir hafta içerisinde sileceğini biliyorsun, değil mi?”

“Evet. ...Ama ilk önce bir şeye dikkatini çekebilir miyim?”

“Nedir?”

“Senin dediğin herhangi şeye güvenemem. Ne de olsa, sen benim düşmanımsın, değil mi? Beni daha ilk günden beri kandırmaya çalıştığından dolayı açıklamanı öyle kolay kabul edemem.”

“Çok doğru.” Miyazak rahatlıkla sözlerimi kabul etti ve hiç endişe belirtmedi. “Son zamanlarda düzenbaz olacak kadar yetenkli olup olmadığımı merak ediyorum—bu benim yeni keşfim. Ama şu an sana sadece gerçeği söyleyeceğim. Kendin doğrulamaya çekinme. Eğer dinlemek istemiyorsan, kulaklarını kapa. ...Gerçi, kelepçelerden dolayı onu pek de yapamazsın…” dedi duygusuzca. Bana yaklaştı ve bana bir defterden kesilmiş bir kağıt parçası verdi.

00-01 01-02 23-24 1. gün
02-03 03-04 04-05 2. gün
11-12 13-14 15-16 3. gün
09-10 4. gün
5. gün
6. gün
7. gün Son



“Bu Yuuhei İşihara’nın bana verdiği bir not.”

Bu da demek olur ki Yuuhei İşihara bunu yazdı. El yazısı ve yuvarlak harfleri şaşırtıcı derecede düzenli.

“Bugün dördüncü gün.”

Dördüncü satırda bir tek ‘09-10’ yazıyordu. Hep üçer çift sayı satırlardan oluşmasına rağmen, bu satırda sadece bir çift sayı vardı. Ondan sonra da hiç yoktu.

“Bu sayılar ne anlama geliyor ya…?”

“Hoşino, günden güne zamanının azaldığını fark etmedin mi?”

“...He?”

“‘Kazuki Hoşino’ olarak zamanın her gün biraz biraz ‘Yuuhei İşihara’ tarafından çalınıyor! Bu notta senden çalınan saatlerin listesi yazıyor. Örneğin, ‘00-01’’in anlamı, saat 00:00’dan 01:00’e kadar olan zaman ‘Kazuki Hoşino’dan’ ‘Yuuhei İşihara’ tarafından çalınmıştır.”

Not’a tekrar baktım. Bugünün satırında bir çift sayı, ‘09-10’, bulunuyordu. Bu da demek olur ki Yuuhei İşihara vücudumu bugün saat dokuz’dan on’a kadar kontrol etmişti. Doğru, o sıralarda bilincim yerinde değildi.

“Öyleyse günümden sadece üç saat mi çalıyor? Artmıyor mu?”

“...hey, konuşmadan önce azcık düşünmelisin. Ben ‘çalınan zaman’ dedim. O zaman sadece o gün çalınmıyor. O zaman ondan sonra da ‘Yuuhei İşihara’nın’ sahipliğinde kalıyor. Örneğin, 00:00 ve 01:00 arasında senden çalınan saat bir daha senin olmayacak.

Hala anlamakta zorluk çekiyordum.

“Hayret, hala anlamıyor musun? Hm… belki bir günü 24 parçaya bölüp her gün üç tanesinin çalındığını hayal etmek daha kolay olur. İlk gün parçaların 21’e, ikinci günde 18’e, üçüncü günde de 15’e düşer. Ve yedinci günde, sadece üç parça kalacak. Tarih sekizinci gün olduğu an hiç kalmayacak. Diğer bir deyişle: Oyun Bitti.”

Sonunda anladım.

Ayrıca bana bunu neden anlattığını da anladım. Balçıkta Yedi Gece’yi anlatmanın Yuuhei İşihara için dezavantaj olacağını düşünürsün. Bana yine de öğretmesinin sebebi ise

“Aa, anlaşılan fark etmişsin. Anladın, değil mi? O yüzden, bu yalan olamaz. Yalan, yalan olduğunu fark ettiğinde ümitlenirsin. Ama diğer yandan, acımasız bir durumun gerçekten doğru olduğunu fark edince, ümitsizliğe daha da çok kapılırsın. Ve, geçmişi birazcık düşünürsen, bunun sana gerçekten olduğunu fark edersin, değil mi?”

Doğru. Vücudum da gerçeğin bu olduğunu söylüyordu.

“Senin için matematiği yapayım mi? ‘Kazuki Hoşino’nun’ şu anki zamanı dahil 7 parçası kaldı, yarın, 3 Mayıs’ta 9, 4 Mayıs’ta 6, 5 Mayıs’ta da 3 kalacak. Bütün parçalarını sayarsak hep birlikte 24 eder. Anlıyor musun? Bir gün kadar zamanın bile yok!”

Miyazaki beni köşeye sıkıştırmak uğruna konuşmuştu.

Sana gerçeği söylerek seni köşeye sıkıştırmak. Bu yüzden Yuuhei İşihara bu bilgiyi açığa vurdu. Böylece, sana çıplak gerçeği söylüyorum.”

“Hala dört günüm kaldı.” Gerçekten de bu şekilde düşünüyordum. Ama bu büyük bir hataydı. Savaş çoktan Yuuhei İşihara’nın lehine olmuştu.

Bu vücut içerisinde geçirdiğimiz zamanı düşününce, “Kazuki Hoşino” çoktan azınlıkta olan varlık olmuştu.

Dahası, Yuuhei İşihara ortak olarak Ryuu Miyazaki’ye sahipti.

Ha. Daha şimdiden ümitsizdi gerçekten.

“Bu kadar sakin olduğuna şaşırdım.”

O şimdi sözünü edince… Bu çaresiz duruma rağmen, sakin hissediyordum.

Ki bu da… anlaşılabilirdi.

Ne de olsa, ben bu son kötü haberi duymadan da ümitsizliğe kapılmıştım.

“Hey, Miyazaki “Nedir?”

“Neden Yuuhei İşihara’ya yardım ediyorsun?”

Anlaşılan sorumu beklemiyordu—Miyazaki sessiz kaldı.

“Eğer gerçekten önemli bir sebep olmasa ona yardım etmezsin, değil mi? Dahası, eğer Yuuhei İşihara vücudumu kontrol ettiğini söylese bile, ona öyle bir konu hakkında hemen inanmazsın. Değil mi?”

...Hım, evet. Onu kandırmaya çalışayım.

“Al sana bir sebep—örneğin—esasında sen Yuuhei İşihara’sın.”

Yanlış olması durumunda çok gülünç olacak saçma bir tartışmaydı.

Ama Miyazaki keskin bakışını sürdürdü ve sessiz kaldı.

“......Ben Yuuhei İşihara’yım, he? Yani—”

Miyazaki acı acı gülümsedi ve devam etti.

Bu doğru.

“—He?”

Onun beklenmedik sözleri bana konuşma kabiliyetimi kaybettirmişti.

“Doğrusu, çoktan usanmıştım bundan. Bunu saklamanın beni bu kadar bitkin bırakacağını hiç hayal edemezdim. O yüzden biraz rahatlamak için neler geçirdiğimi anlatmak istiyorum.”

Miyazaki iç çekti. Oldukca yorgun gözüküyordu.

“Hoşino. Senin için önemli olan bir şey var mı?”

“...Var.”

Belki de ‘vardı’ demek daha doğru olurdu. Günlük hayatım yok olmuştu ne de olsa.

“Öyleyse hislerimi anlayabiliyor olmalısın. Bence gerçekten önemli bir şey ne son derece fedakarlıkla ilgilendiğin, ne de çifte kumrular gibi aşkının odağı değildir. Bence gerçekten önemli bir şey senin kökün olan bir şeydir. Öyleyse, eğer kaybolursa, sanki omuriliğin alınmış gibi kırık kalırsın ve kendinin boş bir kabuğuna dönüşürsün. O yüzden, gerçekten önemli bir şey—kişinin kendine eşittir.”

“Senin az önceki ‘bu doğru’ deyişin ‘Yuuhei İşihara’ olduğunu ima etmiyordu, değil mi?”

“Tabi ki de hayır. Eğer ben o olsaydım, böyle tiksinç davranışlara izin vermezdim.”

Ama öyle davranışları Yuuhei İşihara tarafından destekliyor, çünkü Yuuhei İşihara onun için çok önemliydi.

“Eğer bu onun dileği ise, gerçekleşmesini sağlayacağım. Haksız olsa bile, onu korumak için her şeyi yaparım.”

Tavrı ne gururlu ne de inatçıydı. Acı acı dudaklarını ısıyordu ve gözlerinde bu duruma katlandığı gözüküyord, ama tamamıyla tereddütsüzdü.

“...Ne demek istediğini anlıyorum! Ama Yuuhei İşihara niye senin için bu kadar önemli?”

Miyazaki bir “...hım” sesi çıkarttı ve devam etti.

“Muhtemelen... hayır, muhtemelen değil. Bundan eminim. O benim için çok önemli çünkü—”

Durum hakkında hoşnutsuzmuş gibi birkaç söz etti.

“—Ben onun abisiyim.”

“Abisi mi? He?” Onun ünlemini hemen algılayamamıştım. “Demek Yuuhei İşihara ile olan ilişki hakkında yalan mı söylüyordun? ...he? Ama… ne…”

“Yuuhei İşihara annemin sevgilisi. Bu doğru.”

“...ehm, yani, Yuuhei İşihara ve ‘Yuuhei İşihara’ baştan beri tamamen ayrı iki insan mıydı?”

“Evet. O şerefsizin ismini kullanmak her şeyi daha karışık yaptı, ama haklısın.”

“Yani benim içimde Yuuhei İşihara değil, senin kardeşin var…”

Sadece akraba oldukları için, Yuuhei İşihara kendini "Yuuhei İşihara" olarak çağıracak kadar mı Miyazaki tarafından önemseniyordu? ... hayır, bu seviyedeki bir hissi ben anlayamıyordum. Bir ablam vardı, ve o tabi ki de benim için önemliydi. Ama Lu için böyle bir şey asla yapmazdım.

“Sana aile ortamımı anlatmamış mıydım.” dedi Miyazaki, soruma doğrudan cevap vermeden.

“Söylediğim her şey doğruydu, sadece onun abisi olduğumu gizledim. Boşanma hayatımı mahvetti. Çocukların anne ve babalarına dayanması gerekir, ama benim anne babam bana ‘Sana ihtiyacımız yok!’ dediler. Ayak bağı olduğumu söylediler. Çöpten farksız olduğumu söylediler. Benim bir hata olduğumu söylediler. Bütün hayatım yok oldu. Klişe gibi gelebilir ama ümitsizliğin dibine vurmuştum. Artık insan gibi hissetmiyordum.”

Kendini küçümseyen bir gülümseme ile devam etti.

“Ama kendini artık insan gibi hissetmeyen bir tek ben değildim. Annemin velayetinde kalan kardeşim—o diğer insan dışı varlık beni kurtardı. Sanırım bağımlılığım sağlıklı değildi, ama sayesinde hayata geri döndüm. O benim köküm oldu ve omuriliğim olmadan yaşayamayacağım gibi onsuz yaşayamaz hale geldim.”

Bana kaşlarını çatıp sert sert baktı.

“Bir daha asla insan dışı bir varlık olmak istemiyorum. Kendimi—koruyacağım.”

Miyazaki'nin kardeşi onun için çok değerli olduğunu çok iyi anlamıştım.

“...Ama anlayamıyorum.”

Miyazaki söz etmeden devam etmem için beni teşvik etti.

“‘O’ nasıl Kazuki Hoşino olarak gerçek mutluluğa kavuşacak ki? Onu koruyarak ona yardım ettiğini düşünmüyorum. Doğru yolu kendisi bulması gerektiğine inanıyorum.”

“Haklısın, herhalde.”

Şaşırıtıcı bir tereddütsüzlükle Miyazaki bana katıldı.

“Öyleyse—”

“Hecelemekle uğraşma! Biliyorum. Bunun hepsinin farkındayım, ama artık çok geç!”

“...He?”

2 Mayıs (Cumartesi) 14:00[edit]

Neden ‘çok geç’ olduğunu keşfettim.

Gözlerimin önünde olan şeyi o kadar da çabuk kabul edemesem bile, kesinlikle çok geçti.

Bunlar annemin ve Yuuhei İşihara’nın cesetleri.

Tekrar bilmediğim bir tane daha evdeydim. Kayda değer hiçbir özelliği olmayan bir oturma odası görüyordum.

...Her yere sıçramış olan kırmızı sıvı dışında.

Vücutlara baktım.

Orta yaşlarında bir bayanın cesedi vardı. Kafası yarılmıştı, beyni her yere dağılmıştı ve kafası hilal şeklinendeydi.

Orta yaşlarında bir adamın cesedi vardı, o da muhtemelen gerçek Yuuhei İşihara’ydı.

Kafası kadınınki gibi yarılmıştı. Ayrıca, kolları ve bacakları garip açılarda bükülmüştü, sanki eklemleri tamamen yok edilmişti. Birinin garezi olduğunu ima eden dehşet verici bir sahneydi.

Her halükarda, burası çok pis kokuyordu.

“Aah—”

Koku cesetleri sakince gözlemlememe sebep oldu, ve birden dünyam tepe taklak oldu. Bu—neden buradaydı?

“Bu sana yaptığı saldırı!”

Bir floresan lamba vücutları hafifce aydınlatıyordu.

“Bu cinayetler Kazuki Hoşino’nun vücudu ile yapıldı. Bunun ne anlama geldiğini biliyorsun, değil mi? Kazuki Hoşino olduğun sürece, cinayetin günahından asla kaçamayacaksın. Polis tarafından yakalandığında, Kazuki Hoşino cezalandırılacaktır.”

Sesi çoktan uzaktan bir yerden yankılanıyordu ve kulaklarıma tam düzgün bir şekilde ulaşmıyordu.

Miyazaki bana baktı, ama ardından hafifçe iç çekti.

“......’dı seni köşeye sıkıştırmak için düşündüğümüz senaryo, ama bunu bir yana atalım. Sana daha önce söylediğim gibi, yalandan doğan ümitsizlik gerçek açıklandığında ümite dönüşür. O cesetler sebep. Senin vücudunu ele geçirme istemesinin sebebi.”

“Sebep mi…?” Ya bu iki kişiyi öldürmek “onun” benim vücudumu çalma isteğinin tetiği ise?

Miyazaki'nin ifadelerine göre, sanırım “o” hayatını talihsizlik ile dolu olduğunu düşünüyordu. Öyle bir hadiseden

sonra bir kutu elde etse “o” ne dilerdi? Hayatını tekrar elde etmek isteyeceğini sanmıyorum.

“...Sahibin nasıl böyle bir dilekte bulunduğunu anladım! Ama… ona neden bu Balçıkta Yedi Gece’yi fark etmesinde yardım ettiğini gerçekten anlamıyorum. Ona kutuyu yok etmesini ve kendisini teslim etmesini söylemek daha iyi olmaz mıydı…?”

“Eğer o hapise gitse, ben artık onun yanında olamazdım, değil mi?”

Doğru. Ama yine de, hapise gitmek başka biri olmaktan daha iyi olmalıydı elbette?

“Hala anlamıyor gibisin… ah, anladım. Bunu bilmenin hiçbir sebebi yok. Söylesene, hiç merak ettin mi: eğer o senin içindeyse, onun asıl vücudu şu an nerede?”

Şimdi durup düşününce, konusu hiç açılmamıştı. Benim vücudumda olduğuma göre kaybolduğunu varsaymıştım.

“Soruya ben cevap vereceğim! Telefonunu çıkar.”

Neler olup bittiğini anlamam için bunu duymam yeterliydi. Cep telefonumu çıkarttım, veri dosyasını açtım ve ses kayıtlarına baktım. Yeni bir tane vardı.

Kayıtı açtım.

“Asıl vücudum mu? Çoktan öldürdüm!”

Nefesim kesildi.

Yani “o” annesini ve Yuuhei İşihara’yı öldürdükten sonra intihar mı etmişti? Niye öyle saçma bir eylemde bulundu…!?

“Yani demeye çalıştığım, sadece bir ayak bağı değil mi? O vücuda ihtiyacım yok—artık o çocuk değilim!”

…….Bir dakika! Yani diğer bir deyişle—

“Artık çok geç; anladın mı? Artık korumak istediğim kişiyi koruyamam.”

—Doğru, artık çok geçti.

Sadece Miyazaki için değildi, aynı zamanda benim için de öyleydi.

Ne de olsa “onun” asıl vücudu öldü. Bu da demek olur ki sahip öldü. Ayrıca bu kutuyu artık yok etmenin bir yolu kalmadığı anlamına da geliyordu.

Kısacası—Balçıkta Yedi Gece’nin nihai sonucu artık engellenemez.

Artık çok geçti. Biz tamamıyla çok geç kalmıştık.

“Tek seçeneğim Balçıkta Yedi Gece’yi gerçekleştirmek.” Bu sözleri o kadar sakin bir şekilde söyledi ki duygularını bastırdığını hemen fark ettim.

Açıkça: “Yani, Hoşino—Sanırım seni sileceğim.” dedi. O, soluk başını yavaşca kaldırdı; gözleri—bomboştu.

“Direnme isteğini tamamen ezip geçeceğim.”

Gözlerime bakmadan, Miyazaki konuşmaya devam etti.

“Ama sırf bunu yapmakla kalıp dinlenemem, çünkü Maria Otonaşi ile başa çıkmam da gerekiyor. O yüzden senin teslim olmanı sağlayıp Maria Otonaşi’yi durdurmayı düşünüyordum. İkisini aynı anda nasıl yapabileceğimi düşünüyordum.”

Miyazaki'nin ağzı biraz büküldü, ve devam etti.

Otonaşi’yi yakalamak. Ama senin yapmanı sağlayarak.

“...Ve bu teslim olmamı mı sağlayacak?”

“Evet. Düşünsene: eğer Otonaşi’yi yakalayıp onu 6 Mayıs’a kadar hapsedersek, bize artık tehlikesi kalmaz—bu yeterince kadar belli. Eğer Otonaşi hareket edemezse, Balçıkta Yedi Gece engellenemez.”

Yani Otonaşi ihanet etmek son çaremi terk etmekle eşitti.

Teslim oldum anlamına gelirdi.

“Öyleyse uygulamaya geçelim—Hoşino, seni odamda hapsedeceğim ve seni Otonaşi’yi yakalamak için yem olarak kullanacağım. Ne kadar direnirsen diren seni sürükleyip götüreceğim. Şiddet kullanmaya da tereddüt etmem. Gerçi, tekrar kişilik değiştirdiğin an direnmenin anlamı kalmaz.”

“Öyleyse… neden değişmemi beklemiyorsun?”

“Eğer öyle yaparsam, olanlara bahane olarak kendi isteğine karşı olarak tutulduğunu düşünebilirsin. Eğer kendi rızan ile Maria Otonaşi’ye ihanet etmezsen, anlamı kalmaz. Ne de olsa, senin tamamen teslim olmanı sağlamamız gerekiyor.”

…….Anladım.

“Öyleyse ne yapacaksın? Direnmeye çalışmak ister misin?”

Miyazaki cebinden muşta çıkartıp taktı. Gözlerindeki bakıştan blöf yapmadığı anlaşılıyordu.

Maria Otonaşi’ye—hayır, Aya Otonaşi’ye ihanet etmeli miydim?

İhanet edecek ne var ki? Şu an birbirimize güvenmiyoruz. Ayrıca, Miyazaki henüz fark etmemiş olabilir, ama günlük hayatımın temelli kaybolduğunu öğrendiğimden beri direnme isteğimi tamamen kaybettim.

Miyazaki'ye karşı savaşmalı mıydım? Hayır. Neden öyle can yakıcı ve amaçsız bir yol seçmeliydim ki?

“——”

Ama yine de söyleyemedim.

“Otonaşi'ye ihanet edeceğim.” kadar basit bir cümle söyleyemedim.

Neden ki? Anlamıyordum. Eğer söylemezsem hiçbir şey değişmeyecekti. Zaten pes etmiştim, ve değişme zamanı geldiğinde, mahkum olacaktım. Sonuç değişmeyecekti. Yine de, ihanetimi dile getirmeye çalıştığımda, göğüsümde yakıcı bir ağrı oluyordu.

“M-Miyazaki, söylesene—”

Güm.

“—Ah!”

Miyazaki bana vurdu. Dizlerime düştüm ve konuşamadım bile.

Miyazaki bana üstten bakarken bile ifadesiz kaldı. Diyeceğim hiçbir şeyi dinlemeyecekti. Direnme belirtisi gösterdiğim an bana acımadan vuracaktı.

Biliyordum. Sadece ihaneti seçebilirdim.

Olamaz mıydı? Ne de olsa, Aya Otonaşi bir düşmandı.

O beni omuzlarımdan tutup ayağa kaldırdı. Yumruğunu savunmasız midemde tuttu.

“Hadi, ihanet sözlerini duyayım!”

“Beni—” Bunun hiçbir anlamı yoktu, öyleyse tereddüt etmek için hiçbir sebep olmamalıydı.


Öyleyse neden—

“Beni—mahkum edebilirsin.”

Neden bu sözleri söylediğimde kalbim kırılmış gibiydi?

2 Mayıs (Cumartesi) 23:10[edit]

Utsuro no Hako vol2 clock4.jpg

Rüya görüyordum.

Tekrar aynı rüyayı görüyordum.




  1. 03 Mayıs - Kenpo Kinenbi (1947 Anayasasının Yıl Dönümü - Anayasa Bayramı)
  2. Üzerinde dövüş sanatları yapılan dikdörtgen şeklindeki minder veya kilim. Japonlar eskiden sık sık, günümüzde ise ara sıra yerlerini bunlar ile döşerler, ve bir evin büyüklüğünü genellikle tatami ile ölçerler.
  3. Japon şiltesi. Detay: https://eksisozluk.com/futon--238906
  4. (制服) - Bayan Okul Üniformasıdır. Daha fazla bilgi: https://tr.wikipedia.org/wiki/Gemici_fuku
  5. (仲間) Doğrudan başka bir dile çevirilemeyen bir kelimedir. Anlamsal olarak arkadaştan derin, yerine göre kardeşe yakın, ekibin bir parçası, ayrılmaz bir bütünün içinde yer alan - ama burada daha çok yoldaş, müttefik anlamıyla kullanılmıştır.



Geri Git - 1 Mayıs (Cuma) Geri Dön - Ana Sayfa (Main Page) Devam Et - 3 Mayıs (Pazar) Anayasa Bayramı