Utsuro no Hako - Türkçe: 2. Cilt

From Baka-Tsuki
Jump to navigation Jump to search

UtsuroNoHako2 1.jpg


Roman Çizimleri[edit]




Açılış[edit]

Sadece rüyalarımda hatırlayabildiğim bir manzara vardı etrafımda.

Bana dönük olan kişinin kim olduğunu biliyordum, ama bir kutu’ya sahip olmadan, burayı rüyalarım dışında kendi isteğimle anımsayamıyordum. Hatta, bu konuşmanın ne zaman gerçekleştiğini bile hatırlayamıyordum.

“Hatırlıyor musun, sana seni birey olarak ayırt edebildiğimi söylemiştim, ırkının hiçbir ayırt edici özelliği olmamasına rağmen.”

Bilmiyordum. Bunu sanki daha önceden duymuş gibiydim, ama aynı zamanda da duymamış gibiydim.

“Bu defa olan biten sayesinde, seni diğerlerinden niye ayırt edebildiğimin farkında varmaya başladım. Belki şöyledir, hiçbir şeyi reddetmediğin gibi, aynı zamanda hiçbir şey de kabul etmiyorsun.”

Bunların hepsi bana zırvalık gibi geliyordu.

“İlk başta, senin bahsetmekten sıkılmadığın şu günlük hayat, başkalarının algıladığı günlük hayattan farklı. Günlük hayatında algılarındaki kaybolanları da dahil ediyorsun, haksız mıyım? Bu, aslında, günlük hayatın yaygın olan tanımından farklıdır. Diğer insanlar olanları olduğu gibi kabul edemezler,” dedi O, yüzünde bir gülümsemeyle. “Bütün insanlar bozulmuş, ve günlük hayatları da bireysel değerleri tarafından çarpıtılmış. Kutuların da bu çarpıklığı başkaları üzerine zorla oluşturduğu söylenebilir. Başkalarının kutularından meydana gelen günlük hayatta oluşan bu bükülmelere karşı hassassın—onları tiksinç buluyorsun. Haksız mıyım?”

Ne hakkında konuştuğuna dair gerçekten en küçük fikrim yoktu. Beni rahat bırak artık…

“Bu defa, bedenine doğrudan saldırıldı, ama buna rağmen, sahibin değerlerinden etkilenmeden ‘kendini’ muhafaza edebildin. Bunun sebebi başkalarının yarattığı bozulmaları sezgisel olarak fark ediyorsun. Ve bir şeyin bozulduğunu bildiğinde, doğal olarak kabul etmezsin, değil mi? Fakat, bu çarpıklıkları sezme kabiliyetin sıradan insanlarınkinden kat kat daha fazla, ve bu yüzden—hiçbir şey kabul edemiyorsun.”

Yüzümü asmaktan kendimi alıkoyamadım, ama ısrarla devam etti.

“Görüş alanın benimkine göre aşırı kısıtlı. Ama o kabiliyetler… Aa, anladım. Sen belki de… beni andırıyorsun.”

Lütfen dur.

Sen tiksinçsin.

Bunu ona söylediğimde, gülüp o her daim uysal olan suratını oldukça tanıdık birininkine dönüştürdü.

Benim görünüşümü yansıtarak, O şunu söyledi:

“Bunu aynı şeyden hoşlanmamamız şeklinde yorumlayabilir miyim ?”

Öyle değildi!

Birbirimizi hiç andırmıyoruz!



29 Nisan (Çarşamba) - Şoowa Devri Anma Günü[edit]

HakoMariTR2-A1.jpeg[1]


29 Nisan (Çarşamba) 00:02[edit]

İlk gün başlıyordu.

29 Nisan (Çarşamba) 23:57[edit]

İlk gün sona eriyordu.


Utsuro no Hako vol2 clock1.jpg












30 Nisan (Perşembe) 00:00[edit]

İkinci gün başlıyordu.

30 Nisan (Perşembe) 12:37[edit]

Öğlen arası başladı.

Şimdiki esneyişim bu sabah saat altı’da aldığım gizemli aramadan kaynaklanıyor olabilirdi:

“Sana bu sabah bento[1] yapacağım.”

Fakat cevap verebilme fırsatı olmadan arama sonlandırılmıştı.

Şimdi ne iş çeviriyordu…?

Nisan’ın son günüydü, bunun anlamı ise Altın Hafta[2] —uzun tatilimiz—yakında başlayacaktı. Her gün yaptığım gibi Otonaşi'yi koridorda bekliyordum. Normalde okul kantininde birlikte öğle yemeği yerdik; bana daha önce hiç bento yapmamıştı.

“Kazu! Haru’nun dedikleri doğru mu?! Maria’nın ikinize özel ev yapımı öğle yemeği mi bekliyor seni?!“

Gürültülü olmaya başlıyordu. Kokone önüme geçti, arkasından da sırıtan bir Haruaki.

“...Haruaki, bu belaya girmemek için sana sessiz kalmanı söylememiş miydim?”

“söyledin, ama dinleyip dinlememekte özgürüm!”

Ne kadar berbat bir arkadaştı.

“Kazu, bu özel durumun sebebi nedir?! Detay, lütfen!”

“...yani, nedenini sorma, ama bu sabah bir ara—”

“Uyandırma araması mı?! Sizi çifte kumrular sizi!”

Lütfen bitirmeme izin ver.

“Uyandırma araması…” birinin arkamdan mırıldanması, ona dönüp bakmama neden oldu.

...Ah hayır, bir tane daha sıkıntılı kız ortaya çıktı.

“Ah, Rikorin. Selam.” dedi Kokone.

“Günaydın…”

Garip lakabı olan kızın ismi Riko Asami, kısa saçı olan kısa birinci sınıf öğrencisi. Otonaşi'nin sınıf arkadaşı ve açılış töreninden beri gelişen Maria Otonaşi Hayranlar Kulübü’nün bir üyesiydi. İkisi genellikle beraber buraya gelirdi, ama anlaşılan Asami erkenden gelmişti bugün. Belki bana öyle gelmişti, ama sanki ifadesi ve sesi her zamankinden daha da kasvetliydi.

Asami dalgın bir şekilde bana bakıyordu.

“...Ehm?”

Ya da bana sert sert mi bakıyordu?

“Duyduğum kadarıyla Maria’dan bento alacakmışsın?”

“E-Evet, sanırım öyle.”

Asami hiçbir yanıt vermeden bana bakmaya devam etti.

“......Telefonundaki piller patlasa keşke… yurtdışından gelen piller kadar açık açık şüpheli olan piller kullanıyor olsaydın keşke… patla piller, patla…!”

Onun mırıldadığı lanetler tüylerimi ürpertmişti.

“A-Ama neden herkes arasında Kazu'yu seçti, değil mi?” Kokone hızla yükselen gerilimi durdurmak için araya bir gülümseme ile girdi. “Bunun yüzünden, Kazu erkeklerden baya korkunç bakışlar alıyor, değil mi? Duyduğum kadarıyla insanların ‘Sahte Kaza ile Öldürmek İstediğim Kişiler’ listelerinde birinci numarada yer alıyor!”

“O dengesiz liste de neyin nesi ya… öyle bir şey kimin aklına geldi ki…?”

“Benim!” Haruaki elini havaya kaldırdı. “Tabi ki bende bir oy attım! Maria ile çifte kumru olmana dayanamıyorum!!

Neredeyse şaşkınlığımdan yere düşüyordum.

Haruaki’nin sadece şaka yaptığından emindim, ama son zamanlarda aldığım bakışlar gerçekten korkunç olmaya başlamıştı. Ama bunun sebebinin sırf Otonaşi olduğunu düşünmüyorum—

“Hm? Neden bana bakıyorsun?” diye sordu Kokone.

“......Yok bir şey.”

Onunla bu kadar samimi oluşumun bu durumda bir etken olduğuna haberi olmadığından emindim…

Kokone sadece başını yana eğdi. O değişmeyen sınıf içerisindeki geçirdiğimiz sonsuzluktan sonra, sonunda saçını bir yana atkuyruğu şeklinde yapmıştı. “Yan Atkuyruğu,” belki?

“Hey söylesene, bayadır merak ediyorum: Otonaşi'yi nasıl uysallaştırdın?!”

“Bak, ‘uysallaştırmak’ pek de doğru bir söz olmaz…”

“Otonaşi asılmaya alışkın olmalı, öyleyse alelade yöntem kullanmadın, değil mi? Ah, buldum! Onu bir şekilde kendisinin biricik kısmeti olduğuna inandırdın!” dedi Kokone muzaffer bir şekilde, ve tuhaf tuhaf yorumlar yapmaya başladı. “Bakalım… onu ona saldıran bir sapıktan kurtarmış olabilirsin… Ah, çok da mantıklı değil mi?! Sapık böyle, ‘Hey tatlım, göbek tüylerin muhteşem kokuyordur… Ah! Orada yara kabuğu mu var! A-Ama umurumda değil!!’ ve tam bu sözleri mırıldıktan sonra ona saldırmak üzereyken, sen bir çırpıda onu kötülüğün ellerinden kurtardın, değil mi!?”

Hakiki bir sapıkla mücadele edecek yürek yok bende… bir dakika ya, biz çıkmıyoruz bile!”

Bu gerçeğin ta kendisiydi, ama Kokone sadece daha çok sırıtmaya başladı.

“O zamaaan, açılış törenindeki olayı nasıl açıklayacaksın, hmm? Hmm? Hmmmm?”

“Biz—Ben—”

Herkesin açılış törenindeki savaş ilanını ne kadar yanlış anladığını çok iyi biliyordum. Bir açıklama bulup Kokone’nin suratındaki o sırıtmayı durdurmanın yolunu bulmam lazımdı.

“Bu sadece, yani, çünkü Otonaşi oldukça acayip—”

“—Acayip biriyim diyorsun demek?” Arkamdan tanıdık bir ses geldi, ve isteksizce döndüm.

Maria Otonaşi.

Yüzünü görür görmez, vücudum hemen gerildi—suçlayıcı sözleri beni endişe içinde bıraktığından değil, sadece onun inanılmaz derecede güzel yüzünü görmeye hazır olmadığımdandı.

Onun boyun eğmez kişiliğine ve baş döndürücü güzelliğine hala alışamadım. Telaşlanmaktan kendimi alıkoyamadım. Her zamanki gibi onunla konuşmaya hazırlanırken aklımda üçe kadar saydım.

Otonaşi ile bir ömüre eşdeğer zaman boyunca birlikteydim. Bunun farkındaydım. Ama onunla o kadar zaman geçirmiş gibi hissetmiyordum artık.

“Neden bu kadar gerildin ki? Kızdığımı mı düşündün? Öyle bir şey yüzünden kızar mıyım hiç?

“D-Doğru.

Şaşkınlığımdan yerimde sabit kalmışken, Asami hiçbir şey demeden tıpış tıpış yürüyüp Otonaşi'nin arkasına geçti.

“...Hmm? Ne oldu Asami?”

Asami cevap vermedi ve bana bakmaya devam etti. Onun yerine Haruaki ağzını açtı.

“Bugün biraz garip davranıyor. Belki Hoşi'nin seni ondan çalacağından korkuyordur Maria! O paha biçilmez Bento yüzünden.”

“......Ne cüretle ona ‘Maria’ dersin. ‘Efendim’ ilave etmek zorundasın…” Asami ağzını neredeyse hiç açmadan ve yere bakmaya devam ederek mırıldandı.

“Neyse artık, gidelim Kazuki.”

“Ehm, kantine mi?”

Otonaşi abartılı bir iç çekti.

“Sana öğle yemeği yaptığımın haberini verdikten sonra niyetimi tahmin etmek gerçekten o kadar zor mu? Okul kantininden kaçınmak istiyorum tabi ki.”

Okul kantininden kaçınmak mı?

Orada her gün öğle yemeği sırasında buluşup kutular ve O hakkındaki meseleleri konuşuyorduk. Bununla beraber, yeni bilgi elde etmek zordu ve başkalarından sır olarak tutmak zorunda olduğumuz şeyleri neredeyse hiç konuşmuyorduk. Hatta, Maria buraya geçiş yaptığından beri öyle bir konu hiç açılmamıştı. Bundan dolayı, okulun kantini tam bize göreydi.

Ama bugün kantinden kaçınmak istiyordu.

“Demek o yüzden bento yaptın… Ama öyleyse sırf sandviç alsaydın ya.” diye söylendim.

Otonaşi birden kafasını yüzüme yaklaştırdı ve kulağımın içine fısıldadı: “...’Reddeden Sınıf’ içerisindeyken kantindeki sandviçlerden bıkmıştım, anlatabildim mi…?”

Ehm… kimsenin Reddeden Sınıf terimini duymamasını istemesi tamamen anlaşılır, ama Asami'nin gözleri önünde yüzüme bu kadar yaklaşırsa, Asami yanlış fikre kapılabilir, öyle değil mi?

Gözümün kenarından Asami'ye baktım, ve, tam da beklediğim gibi, bakışı daha da dik olmuştu.

“Ehm, Maria. Sana katılabilir miyim…?” diye sordu Asami.

“Özür dilerim Asami. Bugün Kazuki ile birlikte yalnız kalmak istiyorum.”

“Sırf ikiniz…”

“Pekâlâ Kazuki, gidelim mi artık?”

Otonaşi beni kolumdan tutup yürümeye başladı. Haruaki lüzumsuz bir ıslık çaldı.

...Acaba Asami olayların bu yönde gelişmesini nasıl karşılıyordu?

Endişeyle arkama döndüm ve onun, ayaklarına bakıp bir şeyler mırıldadığını duydum.

“......Şişmiş bir miğdesi olan dişi bir karafatma ağzından girse, miğdende yumurtlasa, o yumurtalardan çıkan böcekler de bağırsaklarını parçalasa keşke…!”

O gerçekten tüylerimi ürpertiyordu!

30 Nisan (Perşembe) 12:43[edit]

“Burada olmak beni neredeyse nostaljik hissettiriyor,” dedim okul binasının arkasına vardığımızda.

‘Reddeden Sınıf’ içerisinde hapsedildiğimiz zamanlar burada epeyce konuşmuştuk.

Fakat, Otonaşi anılarını hatırlamakla kendini şımartmaya meyilli değil gibiydi: bana keskin bir bakış attıktan sonra, hızla çantasından kumaşla sarılı bir bento çıkartıp bana verdi.

“...S-Sağ ol.”

“Bir şey değil.”

Kumaşı çözüp kapağı açtım. İçeriği hiç iştah açıcı değildi, biraz beklenmedik bir durum.

Pastırma ile sarılı kuşkonmaz parçalarından birini ağzıma atarak başladım.

...Mhım, Pek tadı da yoktu.

“Ehm… bu pastırmayla sarılı kuşkonmazı gerçekten beğendim.”

“Marketten o.”

…….Aa, anladım. Evet, bu kadar lezzetsiz bir tada sahip olması şaşırtıcı değildi.

Sırada, hamburger bifteğinden bir ısırık aldım. Kuşkonmazdaki gibi, tadı da görünüşü de tamamen sıradandı.

“......Ehm, bu hamburgeri gerçek—”

“O da marketten.”

...Biliyordum!

Bento’nun kalanına baktım. Görünen ki patetesler, köfteler, börekler ve sebzelerin hepsi marketten alınan ürünlerdi.

“Yaygara yapma—beni böyle umutsuzca övmenin gereği yok.”

“...Otonaşi, Reddeden Sınıf içerisinde hapsedildiğimiz süre boyunca yemek yapmasını öğrenmedin mi?”

Bana daha önceden o sonsuz tekrarlar arasında sayısız yetenek öğrendiğini söylemişti, dövüş sanatları gibi.

“Oo? Yemek yapışımı eleştirmeye hayli hevesli gibisin, değil mi?”

“H-Hayır, öyle demek istemedim…”

“Ah, lütfen, reddetmeye bile çalışma… Yani, gerçekten de alınmadım. Yemek yapmasını öğrendim, ve oldukça zarif yemekler yapacak kadar yetenekliydim, ama işe bir türlü kendimi veremedim. Yemek yapma kabiliyetlerimi geliştirmekten zevk alamıyorum bir türlü.”

“Demek o yüzden beni öğle yemeğimden esirgedin…”

“Şimdi açık açık konuşuyoruz.”

Eyvah.

Otonaşi'nin ifadesine gözümün kenarından baktım. ...Alınmışa benzemiyordu… Sanırım.

“...Ehm, hazır konusu açılmışken, bu, genel olarak yemeğin tadını umursamadığın anlamına da mı geliyor?”

“Yanlış. Lezzetli bir şey yemek zevklidir.”

“Öyleyse en sevdiğin yiyecek nedir, sorabilir miyim?”

“Çilekli turta. Açıkçası çilek içeren herhangi tatlı—hey, neden o köfteyi çiğneme esnasında donakaldın?”

“Ah, hayır—”

En sevdiği yemek bu kadar şirin bir şey miydi? Tatlı patates macunu gibi bir şeyden hoşlandığını hayal edebilirdim, ama çilek sana hiç uymuyor bence. Bunu neredeyse söylemek üzereydim, ama bir şekilde kendimi son anda tuttum. Ucuz yırttım.

“Vaaay, başka insanların en sevdiği yemeği reddetmek—amma yüzsüzsün he.”

“......Lafı ağzıma tıkıyorsun.”

“Tatlı patates macunu kime uyar demiştin?”

...neden beni kitap gibi okuyabiliyorsun Otonaşi?

“Demek yemeyi seviyorsun, ama yemek yapmayı sevmiyorsun,” diye özet geçtim, dikkatini hatalarımdan uzaklaştırarak.

“Kendim için yemek yapmak gerçekten o kadar keyifli değil. Bütün işlem boş emek gibi geliyor.”

Anladım. Doğal olarak Reddeden Sınıf içerisinde kendisi dışında yemek yapabileceği kimse yoktu. Neredeyse hiç yemek yapmamıştım, ama yemek yapmanın zevklerinden birinin başkalarının hazırladığın yemeklerden zevk almasını görmek olduğunu biliyordum. Öyleyse yemek yapacak kimse olmaması, yemek yapması için bir sebep değildi.

“...Ama şu an onun önemi yok. Seni çene çalmak için buraya çağırmış değilim.”

“E-Evet.”

“Hadi işe konulalım,” dedi Otonaşi, ardından da çantasının içini arayıp cep telefonunu çıkarttı. “Dün bir e-posta aldım, gecenin geç bir saatinde.”

“E-posta mı?” sorarak yanıt verdim.

Hiçbir kelime etmeden, cep telefonunu uzattı.

“En büyük arzum gerçekleşti. Artık sonsuza dek beraber olabiliriz.”

Ekranda bulunan kelimeler böyleydi.

Ehm… bu nedir? Bu tam… yeni aşık olan bir çiftin aşırı romantik mesajlarından bir alıntı gibiydi? Ha? Başka bir deyişle, Otonaşi biriyle mi çıkıyor? Tanıdığım Otonaşi mı?

Ona baktım. Tepkime alaycı bir gülümseme gösterdi.

“Neyse artık, seni daha önce gördükten sonra bu hiç de beklenmedik bir durum değil. ...Kazuki, mesajı kimin yolladığına bak.”

Söylenilen gibi yaptım. Gönderen alanında yazan isim—

“Ha?”

—”Kazuki Hoşino”

Bu e-postanın göndericisi ben miydim? ...Hayır hayır hayır, bu imkansız. Böyle bir mesaj yazdığımı hatırlamıyorum. Ama kanıt tam gözlerimin önünde duruyordu…

“İlk başta bir tür sahtekarlık olduğunu düşündüm, ama spam[3] filtrem bunu oldukça olanaksız kılıyor. Bu e-postanın senin cep telefonundan gönderildiğini düşünmek doğru olur.”


“Ama Otonaşi, bunu gönderdiğimi hatırlamıyorum—”

“O zaman Gönderilen Mesajlar dosyasına bakmaya ne dersin? Biri boşaltmadığı sürece, e-posta hala orada duruyor olmalı.”

Başımı sallayıp cep telefonumu çıkarttım. Tam da korktuğum gibi...

“En derin arzum gerçekleşti. Artık sonsuza dek beraber olabiliriz.”

...Aynı mesajı telefonumun Gönderilen Mesajlar klasöründe buldum.

“B-Bu—” konuşurken ağzımdan tükürük çıkıyordu ve sarardım.

“Sakin ol Kazuki. Bu mesajı aşıkane olduğun için yollamadığını yüzündeki ifadeden anlayabiliyorum. Ama bu mesaj gerçekten başka biri tarafından gönderildiyse, o zaman bunu yapmak için sabahın ikisinden sonra bir vakitte senin telefonunu kullanmış olmalı.”

E-postadaki tarih 30 Nisan yazıyordu, bu demek oluyordu ki bu sabah saat 02:23’te gönderilmişti.

O sıralarda, telefonum yastığımın yanındaydı. Otonaşi'nin aramasından dolayı uyanmıştım, yani bu kesinlikle doğruydu. O zaman bu, dün gecenin geç saatlerinde birinin odama girdiği anlamına mı geliyordu? Gerçekten mi? Bir insan niye böyle bir çareye başvurur ki…? “Kazuki,” ben düşüncelere dalmışken Otonaşi bana seslendi. “Reddeden Sınıf diye hitap ettiğimiz kutunun içine nasıl girebildiğimi biliyor musun?”

“...?”

Nereye varmaya çalıştığını anlayamamıştım.

“Şu an konuştuğumuz konu ile ilgili bu. Sana Reddeden Sınıf’a girebilmemin sebebini benim de bir kutu olduğumu söyledim, ama bu cevap bunu nasıl yaptığımı pek açıklamıyor, değil mi?”

“...Şimdi demişken gerçekten de…”

“Kutulara girebilmek dışında, aynı zamanda onların varlığını algılayabiliyor ve yerini de tespit edebiliyorum.”

“...Evet.”

“Biri nasıl senin telefondan benimkine gecenin ikisinden sonra e-posta atmış olabilir? Alternatif olarak, bir insan bizi nasıl işlerin bu yönde geliştiğine inandırabilir? Bunu yapmanın birkaç yolu olmalı, ama ben şu ihtimali düşünüyorum.”

Devam etti.

“Bu bir kutunun gücü.”

—Kutu mu?

“Yani… böyle bir sonuca nasıl bu kadar kolaylıkla varabildin bilmiyorum. Demeye çalıştığım, bir insan niye böyle bir şey için kutuya—”

“Kazuki, beni dinlemiyor muydun? Ben kutuluların varlığını algılayabiliyorum. ...Ah, ama haklısın: bu e-posta tamamen alakasız olabilir. Ama kesin söylebileceğim tek bir şey var.”

Otonaşi kararlı bakışını benim üzerime sabitledi.


“Yakınlarda birileri kutu kullanıyor.”


Bunu kabul etmemi sağlayan şey sözleri değil, ciddi bakışıydı. Sonunda neyin başlamak üzere olduğunu fark ettim.

Tekrar oluyordu.

Bir kutu tekrar günlük hayatımı yok edecekti.

“Peki Kazuki, e-postaya geri dönelim. Bir kutunun konuyla alakalı olduğunu varsayarsak, bu mesajın önemi ne olabilir? Sahibin özel güç elde ettikten sonra bizimle alay ettiğini düşünmek biraz fazla iyimser, değil mi?”

“...Sen ne düşünüyorsun?”

“Bize bir savaş ilanı, veya basit bir gerçekçi gözlem de olabilir.”

“Gerçekçi gözlem mi…?”

Bu ne anlama geliyordu? Otonaşi'nin sahiple çıkmadığı apaçık ortadaydı.

“Bir tür mecaz olabilir. Veya kutu geleceği bu yönde değiştirmek için kullanıldı… ama kesin bildiğimiz tek bir şey var.” Otonaşi sakince nefes verdi ve kaldığı yerden devam etti. “Sahip doğrudan kutuyu kullanarak aramıza girmeye çalışıyor.”

Doğru, işin özü buydu. Yoksa, sahibin böyle bir e-postayı benim telefonumdan Otonaşi'nin telefonuna atmasının bir anlamı olmazdı.

“...Ne yapmalıyım?”

“Bir kutunun kullanıldığı şüphesiz. Bu kutunun nasıl kullanıldığını öğrenip özünü çözmem lazım, ve bana bunu yapmakta yardım etmeni istiyorum. Günlük hayatındaki küçük değişikliklere karşı hassassın, öyle değil mi? Benim anlayamayacağım anormallikleri sen fark edebilirsin belki.”

“Tamam, anladım. Gözlerimi açık tutarım.”

“Güzel. Yeni bir şey öğrendiğimde seninle iletişime geçerim.”

Artık tartışma sonlandığına göre, öğle yemeğime geri döndüm. Fakat, Otonaşi'nin yemek çubukları hareket etmiyordu, ben de yemeği bıraktım.

“Başka bir şey var mıydı Otonaşi?”

“Hmmm… evet, gibi,” dedi Otonaşi üstü kapalı bir tavırla. “Çok abartılacak bir şey değil, gerçekten, ama beni rahatsız ediyor, ve bundan hoşlanmıyorum, o yüzden açık konuşacağım.”

“...Tamam, söyle.”

“Bana hitap etme şeklin de neyin nesi?”

“He?”

Beklenmedik bir soru yöneltmişti.

“...Belirli bir sebep yoksa, boşver,” dedi ve yemeğine devam etti.

İçimdeki soruşturma dürtüsüne karşın, görmezden gelmeye karar verip yemek yemeye devam ettim.

30 Nisan (Perşembe) 22:38[edit]

Günlük hayatımdaki küçük değişiklikler… İlk okuldan beri kullandığım çalışma masamda otururken, birkaç tane düşünmeye çalıştım, ama aklıma hiçbir şey gelmedi. Değişiklikler. Etrafımız türlü türlü değişikliklerle sarılıydı.

Herhangi bir şey düşünmekten aciz bir vaziyette, bir hevesle cep telefonumu açtım.

Ekranda pijama giyinmiş bir Mogi'nin resmi vardı.

Her zamankinden daha zayıf gözükmesine rağmen, hiç de acınası durmuyordu. Resim hastanede çekilmişti, ve suratından ışık saçan bir gülümseme ile barış simgesi yapmıştı.

“Kazu sırıtıyor! Açık saçık fotoğraflara bakıyor!”

Ablamın sesini duyunca hemen cep telefonumun kapağını kapattım.

“B-Bakmıyorum!”

“Hiddetlendin işte ~ Burada bir dolaplar çeviriyorsun~”

Benden üç yaş büyük olan ablam Luka Hoşino. Ranza’nın üst yatağına yüzünde kocaman bir gülümseme ile tırmandı… her zamanki gibi sadece don giyiniyordu. Of, Luu… beni asla dinlemiyordu ve neredeyse yirmi yaşında olmasına rağmen sürekli bu kılıkla dolaşıyordu. Kardeşin delikanlı Luu, Allah rizası için ya!

“Aa, dur tahmin edeyim: Kasumi Mogi'nin resmine bakıyordun, değil mi~?

“Nas—”

O nasıl..?!

“Oha, tam isabet mi? Hihihi…”

“B-Bekle! Sen Mogi'yi niye biliyorsun ya…? Ah! İznim olmadan cep telefonumla mı oynadın yoksa?!”

“Tabi ki hayır ya~ Sadece o seni aradığında ismini gördüm, tamam mı? Sadece kafamdan atmıştım~ ah, ama sen ne kadar da şehvetlisin öyle? Bir kızın resmine bakıp eğlenmek demek he?”

İşte tam bu yüzden kendi odamı istiyordum!

Utancımı saklamak için cep telefonumu elimde sıkıca kavrayıp Ranza’nın alt yatağına atıldım.

“Hey, Kazu, şu Kasumi Mogi kız arkadaşın mı?”

“H-Hayır, değil!”

“Öyleyse nasıl bir ilişkiniz var? Veya, daha da önemlisi: Onun hakkında nasıl hissediyorsun?”

“.......ee…”

İlişkimiz mi… Neydi acaba? Onun hakkında nasıl mı hissediyordum?

Yani, Reddeden Sınıf içerisinde bana aşkını ilan etmişti, ve bu resmi bana yollamış olması bana karşı bir şeyler hissettiği anlamına geliyor… muhtemelen.

Onun bana karşı olan hislerini kesinlikle nahoş bulmuyordum.

Ama açıkcası… bundan daha fazla olup olmadığını bilmiyordum. Reddeden Sınıf içerisinde sahip olduğum hislerin hiçbiri artık yoktu. Mogi'ye karşı benzer hislerim olduğunu ima eden belli başlı birkaç anıya sahiptim. Ama o anılardan dolayı, onun hakkında tarafsızca düşünmeyi zor buluyordum. Artık hislerime ne kadar güvenebileceğimden konusunda hiçbir fikrim yoktu.

“Yani… biz arkadaşız, bu kadarı kesin!”

Sorusuna cevap vermek için kafa patlatmama rağmen ablam yanıt bile vermedi. Ama şaşkınlık içerisinde kulaklarımı açtığımda, onun sakin ve düzenli bir şekilde nefes alışlarını duydum.

...Uyuya'kalabilme hızı beni sürekli şaşırtıyordu.

O anda az önce baktığım e-postaya yanıt vermediğimi fark ettim, o yüzden bir cevap yazmaya başladım.

22:59


Yanıt yazma esnasında birden bire bilincimi kaybettim.


30 Nisan (Perşembe) 23:18[edit]

Pekâlâ, arama yapma zamanı.


Utsuro no Hako vol2 clock2.jpg









  1. 弁当 (べんとう) - Kısacası taşınılabilir bir yemek kutusu. Japonya’da sık sık kullanılır ve bakkallarda da bulunur. Daha fazla bilgi: https://eksisozluk.com/bento--875341
  2. Altın Hafta 7 gün içerisinde 4 ulusal bayramdan oluşan bir haftadır, ve 29 Nisan’dan 6 Mayıs’a kadar sürer. Yeni Yıl ve Obon’dan sonra Japonya’daki en hareketli tatil sezonudur.
  3. İstenmeyen, gereksiz, aldatmaca, vb. mesajlara verilen isim. Sırf e-posta için geçerli değildir ama en sık e-postada bulunur.





1 Mayıs (Cuma) 08:14[edit]

Kokone bugün her zamanki selamımı duymamazlıktan geldi.

Garip, mesafeli bir tavır almıştı bugün. Diğer sınıf arkadaşlarımızla hala konuşuyordu, oysa normalde gelişigüzel benim konuşmalarım ortasında çıkıvermesine rağmen. Aynı zamanda, bana ara sıra gözünün kenarından bakıp, bunun üstüne bana oldukça korkunç bir bakış atıyordu.

Neler olduğundan bihaberdim—neden birden bire bu şekilde davrandığına dair hiçbir fikrim yoktu. Kokone bu kadar tuhaf davranırken diğer arkadaşlarımla konuşma isteğim olmamasından dolayı, hiç kimseye karışmadan peynirli Umaibō’mu yedim.

“Kiri’ye bir şey mi yaptın?”

Tam da Daiya’dan beklenen davranış. Üstü kapalı işaretlerimi tamamen görmezden gelip bana dolaysız olarak sordu.

“...Ne olduğuna dair hiçbir fikrim yok.”

“Anladım… Tamam, sana güzel bir şey söylememe izin ver.”

“Güzel bir şey mi?”

O, Kokone’nin garip tavrının sebebini biliyor muydu?

“Biliyor musun, orta okuldayken Kiri ilk vizesi için iyi not almaya o kadar hevesliydi ki, sınavdan önceki gün bütün gece çalıştı. Bundan dolayı, üçüncü sınavda uyuyakalmıştı. Bu, sessiz sessiz uyuyakalsaydı o kadar dikkate değer bir durum olmazdı, ama öyle olmadı: Tamamen uyuyakalmış olmasına rağmen çıt çıkmayan sınıfı saçmalıkları ile doldurdu. Yanlış hatırlamıyorsam, ‘Bu plug suit[1] çok sıkı, içine asla sığamam...’ gibi bir şeyler diyordu.”

“Daiya… Sen neyden bahsediyorsun öyle ya?”

“Hmm? Zayıf noktası tabi ki de. Birisinden hoşlanmamasını sağlamak çok zor, o yüzden onun kötü tarafına geçip onu hayatından defetmenin tam zamanı. Şimdi ona bu hikayeyi hatırlatırsan, çocuk oyuncağı olur!”

“Ehm, niye öyle bir şey yapmak isterim ki…? Ayrıca, bu hikaye esasında baya tatlı değil mi?”

“Hayır, hikaye burada tatlı olmaktan çıkıp komik olmaya başlıyor. Kokone ve Salyasının Efsanesi ile seni eğlendirirken kulaklarını iyice aç ve dinle!”

Daiya’nın masalından içime kötü bir his doğmuştu, laf etmeden kulaklarımı kapatmıştım ama Daiya sadece kollarımı tuttu.

“Dur, yeter artık!”

“Hayır ya, hikayeyi unut şimdilik—oraya bak!”

Daiya’nın işaret ettiği yere doğru baktım. Sınıfın kapısında bir erkek öğrenci ile Otonaşi konuşuyordu. İkiside baya ciddi gözüküyorlardı.

Onun konuştuğu öğrenci Ryuu Miyazaki’ydi, benim sınıf arkadaşım ve aynı zamanda sınıf başkanıydı. Onun siyah çerçeveli gözlükleri, zeki gözüken badem gözlerinin önünde duruyordu. İlk senesinde sırf üstün notlarından dolayı başkanlık için seçilen Daiya’nın tersine, Miyazaki görevlerini müthiş bir sorumlulukla yerine getiriyordu. Ama örnek öğrenci olmasına rağmen, sıkıcı derecede katı değildi, ve bu yüzden hala popülerdi.

İsteksizce onlara yaklaştım; doğrusu Miyazaki'nin kendinden emin tavrıyla başaçıkmakta biraz sıkıntı yaşıyordum.

“...Ne oldu?” diye sordum. İkisi de dönüp bana baktı.

“Ah, Kazuki. Sınıfa girmek istediğimde bu herif beni durdurdu.”

“Tabi ki de! Neyin var senin, üst sınıflarının sınıfında dolanıyorsun? Öğlen arası bile değil be!”

Şimdi sözünü etmişken, Otonaşi genellikle buraya öğlen arası dışında gelmiyordu. Belki okul kurallarını tamamen görmemezlikten gelmektense, yapmacık bir şekilde uyduğu içindi.

“Hoşino’yu tekrar bir yerlere götürmeyi planlıyorsun, değil mi?”

“Kazuki ile yaptıklarım seni ilgilendirmez.”

“Ama eder. Senin hoşuna gitse de gitmese de burada başkan benim. Bu sınıf arkadaşlarıma göz kulak olmam gerektiği anlamına geliyor, anladın mı? İlk ders başlamak üzere; onu şimdi götürürsen, zamanında geri dönemez.”

“Daha az umursayamazdım. Halledecek çok daha önemli bir işimiz var.”

Bir anlığına, neyden bahsettiğini anlamamıştım, ama daha iyi düşününce, akla gelen tek bir şey vardı.

Kutuyla ilgili olmalıydı.

Bu benim içinde çok önemi olan bir görevdi.

“Ehm… Özür dilerim Miyazaki, ama onunla gideceğim,” dedim, ve onun bana yakından bakıp kaşlarını çatmasına sebep oldum. Tepki olarak geri adım attım, onun iğneleyici bakışından gözüm korkmuştu.

“Yani onun sana söylediği her şeyi yapıyor musun?”

“Ö-Öyle bir şey demedim.”

“Sen hakikaten de korkaksın, değil mi? Bir kızın köpeği olmaktansa kendi düşüncelerini oluşturmayı hiç düşündün mü?”

“Hey, ağzından çıkanı kulağın duysun. Sanki Kazuki’nin kendisine ait bir irade olmadığını söylüyorsun,” diye araya girdi Otonaşi.

Miyazaki yanıt olarak gülümsedi. “Ah, lütfen beni affet. Sevdiceğini hakaret ettiğim için alındın mı? Ah, veya Hoşino’ya emir verip durduğunu ima ettiğim için mi rahatsız oldun?”

“Miyazaki—” Otonaşi ona soğuk bir bakış attı.

O kıkırdadı, “Ne? İtiraz etmek istiyorsan—”

Şüpheli davranıyorsun.”

Otonaşi'nin sözleri Miyazaki'yi susturdu.

“Sınıf başkanı mevkin ilişkimize karışmak için fazla zayıf bir bahane. Şimdiye kadar hiç umurunda değildi, öyle değil mi? Neden birden bire fikrini değiştirdin? Bize bu kadar çılgınca yaklaşarak ne elde etmeye çalışıyorsun? Bu ilişkimize karışmak için bir bahane bulma girişimi mi?”

“...Ne diyorsun lan sen?”

“Peki öyle olsun. Şu an için etrafımdakilere çok duyarlı olduğum için davranışların gözüme çarptı sadece. İnsan asla fazla dikkatli olamaz, ve gerçekten de bir işler çeviriyorsan, bu konuşma seni uyarmış olur.”

Onların sözlü tartışmasını sessiz şaşkınlıkla izledim. O neden birden bire bu şekilde konuşuyordu?

“Kazuki, gidelim,” dedi Otonaşi beni elimden tutup.

“Ah, evet…”

Miyazaki ben sürüklenerek uzaklaşırken koluma suratı gergin bir şekilde bakış attı. Hakikaten de yaklaşımı her zamankinden biraz daha agresifti.

Sınıftan sürüklenerek çıkartılırken, Haruaki ve Asami ile karşılaştık. Haruaki tuvaletten geri dönüyordu ve Asami Otonaşi peşinden koşmaya başladı.

“Ah, hayırdır Hoşi? Acelen mi var?”

“...Acelem var…”

Haruaki’nin gereksiz yorumunu duyar duymaz, Asami tutuşan ellerimize gözlerini dikti. Ardından gözlerini biraz kaldırıp bana kısılmış gözlerle baktı. ...Korkuyordum.

“Ah, neyin var Rikochii? Bugün garip davranıyorsun.”

O, sanki lakabından hiç sinir olmamış gibi, ki normalde olurdu, bana bakmaya etti.

“A-Asami dünden beri biraz garip davranıyor… öyle değil mi Haruaki?”

“Hmm? Gerçekten mi?”

Haruaki, daha dün olan bir şeyi unutmuş olmak için ne kadar aptal olman gerekiyordu?

“...Maria.”

“Özür dilerim ama acelemiz var,” dedi Otonaşi, ve Asami'ye çabucak bakıp döndü.

Otonaşi'nin tavrından şok olmuş, Asami yere bakıp mırıldandı…

“......okulun yeraltı kurulu Kazuki Hoşino’nun itibarını mahvedecek itirafcı yorumlar ve aşağılayıcı resimlerle dolsa keşke…”

Sinirini benden çıkarma!

1 Mayıs (Cuma) 08:31[edit]

Aynı dünkü gibi, buluşma yerimiz okul binasının arkasıydı.

“Bunun ne hakkında olduğunu biliyorsun, değil mi?” diye sordu duvara dayanarak.

Başımı sallayıp yutkundum. Şu an var olan kutu hakkında yeni bilgi elde etmişti herhalde.

“Sana sormam gereken birkaç şey var.”

“Tamam.”

“Neden sık sık beraber olduğumuzu düşünüyorsun? Şimdiki gibi, mesela.”

“Neden mi? Çünkü sana yarar sağlıyor. O ile tekrar karşılaşma ihtimalini yükseltiyor.”

“...Aynen.”

Bunun gayet iyi bir cevap olduğundan emindim, ama Otonaşi kaşlarını kattı.

“Bir dakika: Yani bulunduğun durumun farkındasın ve yanlış fikre kapılmadın, doğru mu?”

“...? Neyden bahsediyorsun?”

“Hadi ama! ...Hayır, boşver. Tabi ki öyle bir şeyi iyice düşünmeden söylemezsin; sana samimi bir cevap vermem gerekiyor. Kaçmamam gerekiyor. Kazuki, hislerine olan yanıtım—”

“Bir dakika!” onun lafını hemen böldüğüm için haykırdı.

“Neden lafımı böldün ki?!”

“Ö-Özür dilerim… ama sen ne demeye çalışıyorsun öyle? Kutu hakkında konuşmuyor muyduk?”

“Kutu hakkında mı…? O ne ya? Tabi ki, kutu önemli, ama seni buraya getirme sebebimin dün yaptığın arama olduğu aşikar değil mi?”

“Yaptığım arama mı?”

“Evet, dün ki—” cümlesini yarıda bıraktı, gözlerini fal taşı gibi açmıştı ve nefesini tutmuştu. “...Anladım. O eposta… Hayır, olamaz… Kazuki ile birlikte o kadar zaman geçirdim, telefon olsun ya da olmasın, bu olamaz…”

“Otonaşi…?”

“Kazuki, şimdi bir şey kontrol edeceğim,” dedi yüksek ve net bir sesle. Ardından, mırıldanmaya başladı. “Sen… bana dün telefon üzerinden itiraf ettin, değil mi?”

İtiraf?

Yani lütfen benimle çıkar mısın? anlamındaki itiraf mı?

“Ayrıca ertesi gün yüzüme karşı da itiraf edeceğini söyledin—yani başka bir deyişle, bugün.”

“Ben… Ben yapmazdım—”

“Doğru, sen onu söylemezdin, şimdi durup düşününce…”

“Tabi ki de söylemezdim! N-Neden öyle bir şey söylediğimi düşünüyorsun ki…?”

“Yani, cep telefonuna bir bak,” önerisinde bulundu sakince.

Başımı salladım, cep telefonumu çıkarttım, ve son aramalara baktım.

Listenin başında bulduğum isim:

“Maria Otonaşi”

Arama yazılanlara göre 1 Mayıs, saat 1:49’da yapılmıştı.

Bu imkansızdı. Ben o saatte uyuyordum, o yüzden onu aradığımı doğal olarak hatırlayamıyordum.

“Dün—hayır, düzeltiyim, bugün—sabah saat ikide, beni arayıp bana itiraf ederek, beni uykumdan ettin. Olanlardan anladıklarım bu.”

Bunu yapmış olmanın imkanı yoktu. Ama diğer bir yandan, Otonaşi sırf benimle alay etmek için öyle bir şey uydurmazdı.

Fakat, gerçekten de onu aramamıştım.

“Biri sana eşek şakası mı yaptı? Bunu nasıl başarmış olabilir hiçbir fikrim yok…”

“Eşek şakası… he? Yani birinin senin telefonunu kullanıp bana itiraf etmesinin sebebi şaklabanlık olduğunu mu ima ediyorsun?”

Ne kadar da mantıksız gelse de, aklıma gelen tek şey buydu. Ama başımı sallamak üzereyken:

Seninle aynı sese sahip biri?

“—Ha?” dedim, ağzım aptal gibi açık kalmıştı.

“Doğuduktan sonra ayrıldığın bir ikiz kardeşin olmadığın sürece, sana bir şey temin edeyim Kazuki: Senin sesin olduğuna hiçbir şüphe yok.”

“Sen, sen bir sesler duyuyor olmalısın! Benim numaramı görüp benim olduğunu düşünmüşsündür… muhtemelen…”

“Kazuki. Seninle birlikte bir insan ömrü kadar zaman geçirdim. Senin sesini asla başkasıyla karıştırmam.”

Bana mutlak bir kanaat ile baktı. Beni başkasıyla karıştırdığına bende inanamıyordum.

Bu da demek olur ki tek şüpheli ben miydim? Hayır bu çok saçmaydı. Otonaşi benim sesim olduğundan emin, ama bende ona itiraf etmediğimden eminim. Ama onu aradığım bir gerçek.

“Burada bir hata var…”

“Evet, nasıl bakarsan bak, çelişki var burada. Bunun anlamı da—”

Doğru.

Böyle bir çelişki doğal olarak var olamazdı. Bunun anlamı da—

“Uğraştığımız şey bir—kutu.”

Ne olup bittiği konusunda şaşırmış olmama rağmen korkuyla gümbürleyen göğüsüme farkında olmadan yumruğum ile bastım.

“Acele edip bir karşı önlem bulmamız gerekiyor. Sahibin bizi hedef aldığı belli, ve bunun üstüne kötü niyetle.”

“Ne yapabilirim…?”

“Biraz düşüneyim… her şeyi düzeltmem için biraz zamana ihtiyacım var. Şimdilik, sadece hazırda ol. Nasıl devam edeceğimizi ben belirteceğim.”

Ses etmeden başımı salladım.

“Burada işimiz bitti. Sınıfıma geri dönüyorum.”

Bu sözlerle birlikte, dönüp uzaklaştı.

1 Mayıs (Cuma) 09:32[edit]

Sınıfa birinci dersin sonunda geri döndüm, ama sadece kapının yanında ürkütücü bir şekilde duran Kokone’yi buldum. Her nedense bana sert sert bakıyordu, ve yüzü biraz kızarmıştı. O belki de kızgındı?

“......Bekliyordum…”

“Ha?”

“Bana yaklaşmanı bekliyordum!” diye şikayet etti yüksek bir sesle. “Ama sen gidip onunla ilk dersi ekiyorsun! Anlamıyorum! Amacını anlayamıyorum Kazu!”

Benim açımdan Kokone’nin bu kadar kızgın olmasının amacını anlayamıyordum, ama şimdilik sessiz kalmalıydım.

Anlaşılan sessizliğime kızıp, göğüsümü itip beni duvara bastırdı, ve bütün süreç boyunca söylendi.

“Ehm… Özür dilerim.”

“Neden özür diliyorsun?!”

“Ha? ...A-Affedersin.”

“Hayır, cidden, niye özür diliyorsun?!”

Ben kafamdaki karmaşayla başa çıkmaya çalışırken Kokone adım adım yaklaştı.

“Veya özür dilemek istiyor musun?! Özür dileyip hiç olmamış gibi davranmak?! Bu çok acımasız değil mi?! Y-Yani… bu hayatımı çok kolaylaştırır esasında…”

“B-Bekle… sen ne hakkında konuşuyorsun?”

İkimiz de farklı tellerden çalıyorduk, daha önce Otonaşi ile yaptığımız gibi.

...He? Bir dakika. O zaman bunun anlamı—

“Demek anlamıyorsun hmm? Çünkü…! B-Biliyorsun işte… çünkü…”

Onun yüzü daha da çok kızardı—kulaklarına kadar gözümün önünde kıpkırmızı kesildi.

Eğer tahminim doğru ise, duymak istemiyordum. Buna rağmen, etrafta dinleyen olmadığını doğruladıktan sonra cevabı kulağıma fısıldadı.

“Hakkında konuştuğum şey—bana dün itiraf ettiğin şu arama.”

Ne…? Ona itiraf mı ettim?

Ne diyeceğimi şaşırdım. Kokone bana mahcup gözlerle baktı.

“Ehm, biliyor musun… ben…”

O, herhalde sessizliğimi yanlış şekilde algılayıp, mahcup mahcup yere doğru baktı. Ne söyleyeceğini bir süre düşünmüştü, ama sonunda konuşmaya başlamıştı.

“Özür dilerim… Ben… Nasıl cevap vermem gerektiğini gerçekten bilmiyorum… Yani… Seni bir kanka olarak düşünmüştüm, ve senin de aynı şekilde hissettiğini düşünmüştüm… Ayrıca… önemi yok gerçi… ama Daiya da var…” Yumruğunu sıkıp cesaretini topladı ve başını kaldırdı. “...Bana biraz zaman ver. Sana ne zaman cevap verebilirim bilmiyorum ama, bana biraz zaman ver… Özür dilerim.”

Onun hüznü yüzünde o kadar açık gözüküyordu ki kalbim sıkışmaya başlamıştı. Haykırıp benim olmadığını söylemek istedim, ama ona bunu söylemenin hiçbir anlamı yoktu. Sadece bir aptal bu kadar düşüncesiz hareket eder.

Kokone, acınası ifademden farklı bir anlam çıkarttı ve aynı benim gibi dudaklarını normal haline getirdikten sonra, döndü ve sınıfa hızla geri döndü.

Onu daha fazla göremedikten sonra, “Bende seni arkadaşım olarak düşünüyorum!” diye mırıldandım.

Yumruğumu sıktım.

Birden, aklıma bir düşünce geldi. Telefonumu çıkartıp arama geçmişine baktım. ...Neden daha önceden fark etmemiştim? 1 Mayıs, 01:29.

Kokone Kirino hemen Maria Otonaşi’nin altında yer alıyordu.

1 Mayıs (Cuma) 11:00[edit]

Peki ala, sonuçlara bakalım.

1 Mayıs (Cuma) 12:00[edit]

İlk duyduğum şey bir kızın ağlama sesiydi.

Daiya’nın suratı hemen önümdeydi. Olan biten hakkında en ufak fikrim yoktu.

Ne oluyor ya?

Gözlerinde soğuk bir saldırganlık vardı. Kimeydi bu? Bana tabi ki de, çünkü gözlerinde yansayan kişi bendim. Başka bir deyişle, bana düşman olarak görüyordu.

Aniden, beni ağrı sardı. Ağzım ve yanaklarım, ayrıca bileklerim ağrıyordu.

Daiya üzerime oturmuştu ve beni bileklerimden sıkıca tutuyordu.

Sonunda içerisinde bulunduğum durumu anlayabilmiştim.

Müzik odasındaydım. Üçüncü dersti, öyleyse tarih dersinde olmam gerekirdi, ama her nedense dördüncü dersimin yapıldığı müzik odasında bulunuyordum. Üniformamın üzerinde kan vardı. Kimin kanı? ...Muhtemelen kendi kanımdı; ağzımda bakırımsı bir tad vardı. Daiya bana vurmuş olmalıydı.

Ne oldu… Burada ne oldu ya?!

“Daiya… ne—”

“Çeneni kapa Kazu. Tek bir kelime daha et ve yeminlen ağzını kırarım.”

Daiya’nın saldırganlığı gerçekti. Onun düz ses tonu şaka yapmadığını kanıtlıyordu; istenmeyen bir yorum yaparsam, o muhtemelen şiddete başvururdu.

Bu nasıl bir kabusdu?

Fakat, bu kabus olsa, vücudum bu kadar acımazdı.

Bu gerçekti.

Ağlama sesleri hala durmamıştı… kim ağlıyor ki?

Sesin kaynağına doğru başımı döndürdüm.

Kokone Kirino ağlıyordu.

İlk hissettiğim duygu anlayıştı. Anladım, o yüzden işler bu noktaya gelmeden Daiya’yı durdurmamıştı. İkinci hissettiğim duygu ise meraktı. Kokone niye ağlıyor olabilirdi ki?

İçimde yayılan sıradaki duygu devşetti.

—Lütfen, hayır.

TAMAM: Kokone ağlıyor ve Daiya kontrolünü tamamen kaybetmişti. Öyleyse, onu kim ağlatmıştı? Onu kim kızdırmıştı? Müzik odasındaydım, öyleyse dördünce ders olmuş olmalıydı. Üçüncü ders olan bitenden hiçbir şey hatırlamıyordum. Ama yine de buradaydım. Daha önce bulunduğum yerden farklı bir yerde. Başka bir deyişle—

Farkında olmadan mı hareket ettim?

Farkında olmadan Otonaşi'ye eposta gönderdiğim, ve ona itiraf ettiğim zamanlar gibi mi?

Farkında olmadan Kokone’ye itiraf edip ilişkimizi yok ettiğim zaman gibi mi?

Ya farkında olmadan Kokone’yi inciten ve Daiya’nın öfkesine sebep olan bir şey yaptıysam?

“Yeter bu kadar Daiyan,” dedi Haruaki, elini Daiya’nın omuzuna koyarak.

“Yeter bu kadar” mı?

Bu yere atılıp dövülmeyi hak ettiğim anlamına mı geliyordu?

Daiya ellerimi yere vurup bıraktı. Yavaş yavaş ayağı kalktı, iğneleyici bakışı hala üzerimdeydi. Ardından, sanki bir hevesle—

“AH!”

—Bütün gücüyle miğdeme ayağıyla ezdi ve bana arkasını döndü.

Acı içerisinde kıvrandım ve bunu yaparken etrafımda olanlar gözüme ilişti. Herkes—sınıf arkadaşlarım, müzik öğretmeni, Haruaki bile—bana akıl almaz bir şey yapmışım gibi bakıyordu. Kokone’nin ağlama sesleri başını Daiya’nın göğüsüne dayadıktan sonra daha da sesli oldu.

Kalkmaya çalıştım, ama ağrıdan dolayı bunu yapmakta bir hayli zorlandım. Kimse bana bir el atmakla uğraşmadı.

Sanki onların karşısında diz çöküyordum.

Neden buna katlanmak zorundayım ki? Neden herkes hak ettiğimi bulduğumu düşünüyor gibiydi? Ne olduğunu bilmiyordum, ama sebebini biliyordum.

—Bir kutuydu.

Doğru, benim suçum değildi, bir kutunun suçuydu. Ben herhangi bir yanlışta bulunmadım! O zaman niye bunları yaşamak zorundaydım?!

Ayağa kalktım. Tek başıma.

İlgi odağı olmama rağmen, kimse bana yaklaşmadı.


Kimsenin gerçekten olanları anlamayacağını çok iyi biliyordum. O yüzden, kimse bana yaklaşmadı, kimse benimle konuşmadı. Kimse. Ne Daiya, ne Kokone, Haruaki bile. Kimse. Kimse. Kimse kimse kimse—


“Kazuki, iyi misin?”


Onun dışında kimse.

Gülümsedim. Ders ortasındaki ani çıkışı herkesi hayret içinde bırakmıştı, ama ben hiç şaşırmamıştım.

“...Maria.”

Dudaklarımdan gerçek ismi çıktığını duyunca, bir anlığına gözleri büyüttü, ama hemen her zamanki sakinliğine kavuşup kapıdan yanıma koştu.

Herkesi benden uzak tutan büyüyü tamamen görmezden gelip, benim önümde durup yüzüme o kadar yaklaştı ki her bir kirpiğini sayabilirdim. Şişmiş olan yanağımı hafifce okşadı.

“İlk önce yaralarına baktıralım. Gel peşimden, revire gidelim.”

“...Tamamdır.”

Uzaklaştı ve bende onu takip ettim.

Kimse bize seslenmedi.

Odadan çıktığım anda, ağlama sesi daha da gürültülü oldu. En azından, bana öyle gelmişti.

1 Mayıs (Cuma) 12:17[edit]

Revirde kimseler yoktu.

Bunu fark edince, Otonaşi yaralarımı inceleyip eliyle muayene etti. Bir rafdan ilk yardım kutusu alıp ustalıkla yaralarımı tedavi etti.

“Sana bu kutu hakkındaki yeni düşüncelerimi paylaştıktan sonra bu felaket manzarayla karşılaşmayı hiç beklemiyordum… Ne oldu?” yaramı temizlerken sordu.

“Bunu bende bilmek isterim esasında.”

“Hatırlamıyor musun?”

Başımı salladım. Her nedense canı sıkkın bir iç çekti.

“Reddeden Sınıf’tan beri seninle hep aynı hikaye ya. Biliyor musun artık tadı kaçtı.”

“Anılarımı unutmak istiyor değilim…”

“Şaka yapıyorum tabi ki de,” diye açıkladı yüzüme sargı bezi uygularken. “İlk gördüğüm şey Oomine’nin seni ayağının altına almasıydı. Ondan önce ne olduğunu hatırlıyor musun?”

“Bilincim yerine geldiği zaman zaten üzerimdeydi.”

“Öyleyse sana vurmasının sebebi hakkında en ufak fikrin yok mu?”

“Mm, bilmiyorum.”

Beni dinledikten sonra, o kollarını kavuşturup durumun üzerinde uzun uzun düşündü.

“Kazuki, şu an cep telefonun üzerinde mi?”

“Cep telefonum mu? Pantalon cebimde olması gerekiyor…”

“Bir tür kayıt kalmış olabilir. Derinlemesine irdele.”

Hemen cep telefonumu çıkartıp söylendiğim gibi inceledim.

Arayanlar, Yapılan Aramalar, Gelen Mesajlar, Giden Mesajlar; hiçbiri değişmemiş gibiydi. Veri dosyasını açtım.

“Ses Dosyası”

Ses Dosyası mı vardı? Açtım.

12 haneli bir dosya ismi olan bir öğe vardı. Sanırım sayılar dosyanın oluşturma tarhi ile alakalıydı. Bir şekilde kurcalanmadıysa, bu dosya 1 Mayıs, 02:00 sularında oluşturulmuştu—başka bir deyişle, dün gecenin geç saatlerinde.

Dosyayı açıp telefonu kulağıma yaklaştırdım.

Bir ses gelmeye başladı.


“Günaydın Kazuki Hoşino. Veya, tünaydın mı, yoksa, iyi akşamlar mı demeliyim?”


Bu da ne…?

Farkında olmadan dosyayı durdurdum. Telefonumda neden tanımadık bir herifin ses kayıdı vardı? Bu herif niye benimle konuşuyordu?

“Ne oldu Kazuki? İşe yarar bir şey mi buldun?”

Ona cevap veremiyordum, titrek parmaklarımla tekrar oyna tuşuna bastım.

“Yani, önemi yok herhalde—öyle detaylar senin umurunda değil, değil mi? Umurunda olan şey benim kim olduğum, değil mi? Aa, sadece onaylamak için soruyorum, kutular hakkında bilgin var, değil mi? Onları O tarafından duydun, değil mi? O açıklamayı tekrar yapmaya ihtiyaç yok, değil mi?”

Kutuları O kadar iyi mi biliyordu? Onun sahip olduğu anlamına mı geliyordu bu?

“Günlük hayatının parçalanmaya başladığını artık fark etmiş olmalısın. Harika değil mi? Ne de olsa, amacım da oydu. Ama niye? Çünkü seni yok etmek istiyorum, Kazuki Hoşino.”

Söyledikleri ile sakin konuşması arasındaki zıtlık kalbimin hızla çarpmasına sebep oldu.

“Seni yok edeceğim. Değer verdiğin her şeyi yok edeceğim. Kutumla, senden her şeyi çalacağım. Çocuk oyuncağı olacak! Ne de olsa—”

Ses kesildi. Hayır, bu tam olarak doğru değildi; ben sadece telefonu elimden düşürmüştüm.

“Kazuki…?! İyi misin? Ne dinledin öyle ya?”

“Aa—”

Birinden açık açık nefret edilmiştim—elinde en güçlü silaha, kutu’ya, sahip olan birinden, ve bu kişi benim hayatımı yok etme girişimindeydi.

Otonaşi telefonumu yerden alıp ses dosyasını dinledi.

“Bu—!”

Mesajı iyice dinlerken bir kaşını kaldırmıştı.

Bir süreden sonra cep telefonun kapağını kapattı, bir kelime bile etmeden bana geri verdi, ve kollarını kavuşturup düşüncelerine dağıldı.

“Kazuki,” dedi sonunda, eşelendirici berrak bir sesle. “Bu sabahki olaylardan beri bu durumu derin derin düşündüm. Nasıl devam etmemiz gerektiği konusunda bir kaç genel fikir düşünmüştüm, ama bir sonuca varamamıştım. Fakat, artık bu kayıtı dinledikten sonra, kararımı verdim.”

Otonaşi doğrudan bana baktı.


Sana artık güvenmeyeceğim.”


“—ha?”

Aptal gibi ağzımı açtım, onun dediklerini takip edemiyordum.

“Şimdiye kadar kutunun senin üzerinde odaklı olduğunu fark ettin, değil mi? Bir de bunun üstüne zaten sahibin eline düştün. O yüzden, sana güvenemem.”

O kelimeleri zihnimde tekrarladım.

Bana güvenemez mi—?

“N-Neden? Sana asla ihanet etmem!”

“Doğru, etmezsin. Eğer gerçekten de Kazuki Hoşino isen eğer.”

“Ha?”

“Ama sen gerçekten Kazuki Hoşino musun? Belki de sen sahipsin?”

“Ç-Çok gizemli davranıyorsun Otonaşi. Sahip o mesajı kaydeden kişi, öyle değil mi?”

“...Kayıdı sonuna kadar dinlemedin mi? Hayır… yarısını dinlemiş olsan bile, en azından konuşanın sesini tanımış olman gerekir.”

“Otonaşi, kimliğini belirledin mi? Sahibin kim olduğunu zaten biliyor muyuz? Onu tanıyor musun?”

“...Yani, sesi tanıyamaman gayet mantıklı sanırım. Ne de olsa, o sesi hiç bu şekilde duymamıştın, ve konuşma tarzı bile tamamen farklı,” dedi sorularıma cevap vermek yerine. Ardından bana arkasını dönüp revirden çıkmaya başladı.

“D-Dur! Hadi ama, en azından kimin sesi olduğunu söyle bana!”

Durdu. Ama bana dönüp bakmadı.

“Kazuki, sakinleştiğin zaman bu sesi tekrar dinlemeye çalış.”

Bunu diyip uzaklaştı.

Katı reddedişi tarafından şaşkın kalmıştım, ve ona seslenemedim.

Otonaşi beni orada yalnız bıraktı.

Her zaman duymama rağmen bana tanıdık gelmeyen bir defa daha dinlerken, sonunda ne olup bittiğini anladım.

“Hahaha…”

Kendimi gülmekten alıkoyamadım. Gayet makul. Bana güvenememesi doğaldı.

“Ha siktir…”

O zaman… O zaman şimdi ne yapmam gerekiyordu…?!

Çocuk oyuncağı olacak! Ne de olsa—”

Sonunda mesajın son kısmını duydum.

“—İkimiz de senin vücudunu paylaşıyoruz.”

Kendimden başkasının sesi değildi.

1 Mayıs (Cuma) 13:00[edit]

Şimdilik sessiz kalırım artık.

1 Mayıs (Cuma) 14:00[edit]

Birden bire, bilincim kesildi, ama anlar sonra tekrar yerine geldi.

Sıramda oturuyordum. Hala öğlen arasında olmalıydık, ama ona rağmen birden sınıf içerisindeydim.

Zamanı kontrol ettim: Saat 14:00’tü, yani beşinci ders bitmek üzereydi.

Aceleyle sınıfın etrafına bakındım. Kokone ve Daiya’nın sıraları boştu—belki erkenden çıkmışlardı—ve sınıf arkadaşlarımın az çok dersi dinliyordu. Şimdilik her şey iyi gibi gözüküyordu. Sıramın üzerinde, ders kitabımı, defterimi, ve yazı aletlerimi buldum. Anlaşılan hiç not almamıştım.

Artık bu konuda şüphem kalmamıştı.

Vücudum içerisinde iki varlık yer alıyordu. Artık bir tek “ben” değildim; algılayamadığım bir “diğer ben” vardı, ve az önce vücudumu kontrol ediyordu.

Zil çaldı.

Tenefüs başladı, ama müzik odasında olanlardan dolayı, kimse bana yaklaşmadı. Onun yerine, insanlar sadece uzaktan bana meraklı bakışlar attı.

Bu vaziyet kasten “diğer ben” tarafından oluşmuş olmalıydı. Ne de olsa, “beni” silmek istediğini söyledi—bu da onun saldırılarından biriydi.

Kendimi sıramın üstüne attım.

Artık Otonaşi bile beni terk ettiğine göre “diğer ben” ile ilgili ne yapmalıydım?

“Hoşi.”

Biri bana ismimle seslenmişti, bende yanıt olarak başımı kaldırdım.

Onun suratındaki ifade her zamanki neşeli kendisinden tamamen farklıydı. Ona yakışmayan ciddi bir surat ile, Haruaki bana “Bak, Kokone’ye niye öyle bir şey yaptın?” diye sordu.

Ağzımı açmadım. Ona cevap veremezdim—ne de olsa, tam olarak neyden bahsettiğini bile bilmiyordum.

“Biliyor musun… öyle bir şeyi sebepsiz yere söyleyeceğini düşünmüyorum Hoşi, öyleyse eminim bir sebep vardır. Muhtemelen ben anlamayacak kadar kalın kafalıyım. Ama eğer anlatmazsan karanlıkta kalırım! O yüzden bana olan biteni anlatır mısın?” Farkedilir bir şekilde huzursuzdu. “Diğer türlü, dürüst konuşmak gerekirse, sana destek gösteremem.”

Sözleri benim için tek bir şey kesinleştirdi:

Haruaki günlük hayatımı koruyan son cepheydi.

Ona “başka bir ben” tarafından kontrol edidiğimi söylesem bana inanır mıydı? ...Bir ihtiamal inanırdı. Ama—

“—Sana söylemem. Sana şu anda söylemem.”

Henüz bulunduğum durumla kendim uzlaşamamıştım, o yüzden Haruaki’ye onu inandıracak bir açıklama veremezdim.

“Ama yakında söyleyeceğim!” dedim doğru onun gözlerine bakarak, samimiliğimi bu şekilde iletmeye çalıştım.

“Tamam, anladım. Beklerim,” dedi basitce, ve sessizce uzaklaştı. Memnuniyetsizliğini belirtmek gerçekten çok istemiş olmalıydı, ama nasıl olduysa kendini tutmuştu.

Haruaki bekleyeceğini söyledi, öyleyse doğru zamandan önce onunla konuşamam. Eğer dikkatsizce konuşursam onu kaybedecektim.

Ve Haruaki’yi, son cephemi, de kaybettiğimde, günlük hayatımı muhafaza edemeyecektim.

...Evet, artık ne yapmam gerektiğini buldum. Bu kutu ve “diğer ben” ile ilgili bir an önce daha fazla bilgi edinmem gerekiyordu.

Ama nasıl? Onunla iletişime geçme yolum bile yok.

“.......Aa.”

Doğru. Ben onun varlığını nasıl öğrenmiştim? Çünkü bana bir mesaj bırakmıştı.

Sınıfımın dışındaki koridora çıkıp cep telefonumu çıkarttım—ses kayıdı ile “diğer kendime” bir mesaj gönderecektim.

Tabi, cevap verip vermeyeceği belli değildi, ama yine de denemeye değerdi.

“Hey, nasıl gidiyor? Yoksa birbirimizi zaten tanıyor muyuz, ‘diğer kendim’?” diye kayıdı başlattım. “Benim vücudumu paylaştığımızı artık anladım, ama hala kafam karışık. Bana bu kutu hakkında biraz daha bilgi vermeni istiyorum. Ve bana kim olduğunu söylemeni istiyorum.”

Ona bu kadar açıkca sorduktan sonra bana cevap verecek miydi? Ne de olsa, o beni yok etmeye çalışan biri.

O sebepten, onu biraz kışkırtmaya kalktım.

“Ah, ama cevap verip vermemen umurumda değil. Bana ne dersen de davranışlarım değişmeyecek. Benden nefret etmek için dünyadaki en iyi sebebin olması, olağanüstü bir asilliği olan bir görevin olması, veya herkesin şefkatini hak edecek kadar acınası bir geçmişin olması zerre umurumda değil.

Karakterimin tam zıttına, bu kadar nefret ile dolu olan kelimelerle içimin dolmasına şaşırmıştım. Ama söylediklerimin söylenmesi gerektiğini hissediyordum.

Senin varlığını kabul etmeyeceğim.

Kararlılığımı iletmem gerekiyordu.

Bunu nasıl kabul edebilirdim ki? Kimsenin beni benden almasına asla izin veremezdim.

Bacaklarım titriyordu ve ne olduğunu anlamadan duvara yaslanıyordum. Onun sebebi muhtemelen bütün hayatımda ilk defa birisine belirgin bir nefret hissettiğim için vücudum derinden rahatsız olmuştu.

Cep telefonumu kapattım ve derin bir nefes aldım.

“Diğer kendimi” ezip geçecektim.

Durum ne olursa olsun, onun varlığının devamına izin vermeyecektim.

1 Mayıs (Cuma) 15:34[edit]

Kazuki Hoşino’nun bir ses dosyası kaydettiğini fark ettim.

1 Mayıs (Cuma) 16:00[edit]

Gözlerimin hemen önünde tanımadığım bir kazın suratı vardı. Hayretten tuttunduğum tutacağı bırakıp düştüm. Etrafımdaki insanlar ben ayağa kalkarken kıkırdadı, onları görmezden gelmeye çalıştım. Bulunduğum durumu teyit ettim.

Tutacak mı? Yani trene mi binmiştim?

Sebebi belliydi: Vücudum tekrar “diğer kendim” tarafından kontrol edilmişti.

Tereddüt etmeden cep telefonumu çıkarttım ve yeni bir ses dosyası keşfettim.

Oynat düğmesine bastım.

“Anladım, bu iletişim kurmak için oldukça kullanışlı bir yöntemmiş. Bende tam tek taraflı bir konuşmanın sıkıcı olacağını düşünmeye başlamıştım! Peki, sorularına cevap vereyim,” dedi işgalci kendi sesimle. “Bu kutuyu elde ettiğimde, belirli bir dilekte bulunmaya karar verdim: sen—Kazuki Hoşino olmayı!”

Nefesimi tuttum.

“Yani, bunde buradayım, senin vücudunu kontrol ediyorum… ama dinle, kontrolüm sadece geçici olduğu, ve sadece zamanının bir kısmını çalabildiğim için dileğimin biraz yetersiz olduğunu düşünmüyor musun? Emin ol çok geçmeden bu değişecek. Benimseme süreci kutumu ilk kullanışımdan tam bir hafta sonra sona erecek. 6 Mayıs geldiği zaman—Altın Hafta’nın son gününde—ruhun vücudunu terk edecek, ve benimki kalacak.”

Öyleyse bu kutuyu yok etmek için dört günden biraz fazla zamanım vardı.

“Bulunduğun durum hakkında bir fikir edinmen için yeterli olsa gerek bu kadarı. Peki ala, kim olduğumu sordun, değil mi? Haha, bu gerçekten de zor bir soru. Ben kimim? Doğrusu ben bile kendimi gerçekten bilmiyorum! Yani, ben Kazuki Hoşino’yum, değil mi? Ama bu duymak istediğin cevap değil, değil mi? İşleri kolaylaştırmak adına, bizi ayırt etmek için kullanabilecek bir sahte isim buldum. Bana şu isimle hitap edebilirsin—”

Dedi benim sesimle.

“—Yuuhei İshihara.”

O tanıdık gelmeyen ismi ezberledim.

“Tamam, biraz geribildirim ile sonuçlandırırım artık. Benim varlığımı kabul etmeyeceğini söyledin; yani, özür dilerim, ama bunu duyduktan sonra kahkaha attım! Demeye çalıştığım, benim hakkımda ne yapabilirsin ki? Telefonuna çene mi çalacaksın? Planlarını nasıl gerçekleştireceğini anlatmak ister misin?” Yuuhei Ishihara benim sesimi kullanarak çirkin bir şekilde güldü. “Gerçekten çok acınasısın, o yüzden benden kurtulmanın bir yolunu teklif edeyim sana. Kazuki Hoşino’nun yarısından fazlası benim zaten. Çok basit—”

Konuştu.

“—sadece intihar et.”

Tekrar, dayanılmaz kahkaları telefonumdan yankılandı. Mesajının kalanını dinlemeden önce dur düğmesini basma isteğime karşı çaresizce direndim.

Ses sakinleşti ve son sözlerini duydum.

“Ah, bir şey daha, eğer fark etmediysen: arkadaşlarından biri sana bir eposta gönderdi!”

Arkadaş mı…?

Yutkunup gelen kutumu açtım. En üstte Haruaki Usui ismi yazıyordu.

Açtığımı hatırlamıyordum, ama mesaj zaten okunmuş olarak işaretlenmişti.

Ne—

Haruaki’ye ne yapmıştı—?!

Derin bir nefes aldım. Hala kendimi sakinleşemeyip, dudaklarımı ısırmaya başladım. Kabul etmek istemedim, ama ellerim titriyordu.

Epostayı açtım.

“Lütfen benimle bir süre konuşma.”

Aah—

Günlük hayatımı koruyan son cephe az önce parçalanmıştı.

1 Mayıs (Cuma) 23:22[edit]

Utsuro no Hako vol2 clock3.jpg

Rüya görüyordum.

Zaten defalarca gördüğüm rüyanın aynısıydı.










2 Mayıs (Cumartesi)[edit]

HakoMariTR2-A2.jpeg[1]

2 Mayıs (Cumartesi) 00:11[edit]

Masadan gelen bir titreme sesinden uyandım.

Yataktan kalkıp sesin kaynağı olan cep telefonu elime aldım. LCD ekranına baktım.

“Maria Otonaşi”

Maria Otonaşi mi? Şu anki vaziyete bakılınca, beni niye aramak ister ki? Kazuki Hoşino ona ne olup bittiğini dair haber vermedi mi? ...Neyse, sevgilisinin bile o kadar saçma bir hikayeye inanamayacağını fark etmiştir herhalde. Tabi, bir şey denilmeden de bir şeylerin ters olduğunu anlayabilmeliydi… neyse artık.


Düşünce zincirime ara vererek, aramayı kabul ettim.

Hayran olduğum kızla konuşma arzusuna nasıl karşı koyabilirdim ki?

“Alo.”

“Kazuki. Odama gel.”

Vay be. O Kazuki Hoşino’ya her zaman bu şekilde mi davranırdı?

Tamam, nasıl tepki vermeliydim?

Özetleyelim:

Kutum, Kazuki Hoşino’yu bir hafta içerisinde tamamen ele geçirmemi sağlayacak. Bunu yapmak uğruna, mümkün olduğunca az dalga oluşturmak en iyisi olur, bu da Maria Otonaşi’den uzak kalmalıyım anlamına gelir.

Ama şaşmamalıyım: o benim en sonunda olmasını istediğim amacım değil.

Gerçekten yapmak istediğim şey Kazuki Hoşino’ya o kadar azap çektirmek ki boynundan kanlar akana kadar kaşısın, onu tamamen yenik düşürüp ondan vücudunu almam için ayaklarıma kapanıp yalvarsın, ve onu sadece vücudunu teslim edecek boş bir kabuk haline getirmek istiyorum 5 Mayısa kadar. Bu benim arzumdu.

Neden öyle bir arzuya sahiptim? Çünkü öyle yapmak Kazuki Hoşino olduğumu hissetmemi sağlayacak.

Kazuki Hoşino olmadığımı hissettiğim sürece, ben sadece başka birinin vücudunda bir beleşciydim sadece—bu da tamamen anlamsızdı.

Bu vücudu bir süre “Kazuki Hoşino” ile paylaşmam gerekmesinin sebebi de buydu—çünkü başka türlü onun kimliğine gerçekten bürünmüşüm gibi hissetmezdim. Hıh, bu kutu baya iyi yapılmış.

“Hey, yanıt vermeye ne dersin?”

Evet, tereddüt etmek için hiçbir sebep yoktu.

Onun için Maria Otonaşi şüphesiz çok önemliydi. Onu kaybetmek ağır bir darbe olacaktır.

O sebepten dolayı, “Yuuhei Işihara” “Kazuki Hoşino’dan” Maria Otonaşi’yi çalacak.

Bu mutlak arzumu yerine getirmek için mutlak bir koşuldu.

“Ah, özür dilerim. Düşüncelere dağılmışım,” dedim “Kazuki Hoşino’nun” normalde nasıl konuştuğunu düşünüp. “Ehm, senin odan mı? Beni almaya gelirsen, olur.”

İfade edişi Kazuki Hoşino’nun onun odasına her gün ziyaret ettiğini ima ediyordu.

“Seni niye şımartayım ki? Bisikletini kullan.”

“Bisikletim şu anda kötü durumda ya,” diye yanıt verdim, hemen o anda aklıma gelen rastgele bir yalan ile onu kandırmaya çalıştım. Onun nerede yaşadığını bilmiyorum, o yüzden beni gelip almazsa sıkıntı yaşarım.

“Off, kıza erkeği almasını mı söylüyorsun ya? Normalde tam tersi değil midir? ...neyse artık. Motorsikletimi kullanırım, olur mu?”

“Yani… moped ile mi?”

“Hayır…? Gerçek, 250cc’lik bir motorsiklet.”

Lanet olsun! Kazuki Hoşino’nun onun motorsikletini bilmemesinin imkanı yoktu.

“Aa, anladım; bir tane aldığımdan bahsetmemiştim.”

“Ah, e-evet.”

Ucuz yırttım! ...Hayır, telaşlanmaya gerek yoktu—o kadar ufak bir şey yüzünden işin iç yüzünü görmezdi. Ama Maria Otonaşi ile baş ettiğim için, bir yere kadar telaşlanmak elde değil.

“Söz geçmişken, ben ehliyet alacak yaşta değilim, değil mi?”

Ehliyeti yok muydu?! Galiba bunu bilme numarası yapmamakla doğru kararı almıştım…

“Peki o zaman, 15 dakikaya senin orada olurum. Beni dışarıda bekle.”

Yanıt veremeden önce aramayı sonlandırdı.

“...Kazu, kimdi o? Bir kız duyduğuma eminim, öyle değil mi? Ve konuşmanı neden verandada yapmadın?” dedi sadece don giyinen bir kız—muhtemelen Kazuki Hoşino’nun ablasıydı.

Anladım. Kazuki Hoşino ablasının varlığı yüzünden içeride telefon görüşmeleri yapmıyordu. Bunu aklımda tutarım artık.

“Bu saatte Kasumi Mogi de olamaz ki…”

Kasumi Mogi mi? O da kim?

2 Mayıs (Cumartesi) 00:31[edit]

Tam 15 dakika sonra, Maria Otonaşi kocaman bir motorsikletle geldi.

“Al,” diyip bana bir kask attı.

Yakaladım, ama ardından ne yapacağımı bilmiyordum. Fakat, bana bakmaya devam etti, bende sadece takmaya karar verdim.

“Ne bekliyorsun? Hadi binsene artık.”

Emredildiğim gibi onun arkasına binip tereddütle kollarımı onun beline doladım. Maria Otonaşi, taptığım kız, sessiz kaldı.

10 dakika’dan daha az süre içerisinde, beş katlı bir apartman önünde durdu. Yazık olmasına rağmen, uysalca belini bıraktım, motorsikletten indim ve kaskı çıkartırken binaya bir göz attım. Oldukça kaliteli gözüken tuğladan bir bina, ve üstüne süslü bir elektronik giriş sistemi bile vardı. Buradaki kira oldukça pahalı olmalıydı.

Ailesi ile yaşaydı bu kadar geç bir saatte erkek arkadaşını evine getireceğini düşünmüyordum, öyleyse muhtemelen tek başına yaşıyordu. Ve şu anda, erkek arkadaşını odasına götürüyordu. Bu da demek oluyor ki… yani, durum aşikardı. Besbelliydi.

Kalbim heyecanla çarptı. Ama onun umurunda değilmiş gibi gözüküyordu, ve odasına doğru ilerlemeye devam etti, asansöre binip ardından 403 yazan bir kapıya doğrudan yürüdü.

Odaya girer girmez ilk fark ettiğim şey hafif bir nane kokusuydu. On tatami[2] büyüklüğünde stüdyo dairesiydi. Seyrek eşyalı olduğu için olduğundan daha büyük gözüküyordu.

“Odam ile ilgi ne bu kadar ilgini çekti? Geçen seferki gelişinden beri hiç değişmedi, değil mi?”

“...Evet,” diye yanıt verdim, sakin gözükmeye çalışarak, ve bir minderin üstüne oturdum.

Bana gözünün kenarından kısa bir bakış attıktan sonra, Maria Otonaşi dolabını açtı ve anlaşılan bir şeyler arıyordu.

“Peki ala Kazuki, ellerini uzat.”

Ellerimi mi uzatayim…? Onları öpmeyi filan mı düşünüyordu?

“Laf dinle hadi. Bu şekilde,” dedi kendi ellerini uzatarak. Bende taklit ettim.

Çıt.

O da neydi? Bunu merak etmeye başlarken, sağ bileğimin etrafında sıkı bir baskı hissettim. Bir göz attım.

Kelepçe.

“...Bu şaka mı Otonaşi?”

“Şaka mı? Elbette şakayı yapan sensin. Böyle şeyleri hep yapıyoruz, öyle değil mi?”

Hep mi…? Beni kelepçelemek mi?

“Oo? Bu gece direnme numarası mı yapmak istiyorsun? Vay be… artık yardımın ötesindesin.”

“A-Ah!”

Büyüleyici bir gülümseme ve birkaç becerikli hareketle, Maria ellerimi arkama çekti ve kelepçeyi sol bileğimin etrafına da taktı. Ardından, ayaklarıma da ayak kelepçesi taktı ve beni yere koydu. Vücudumu hareket ettirmeye çalıştım. Muhtemelen ayağa kalkabilirdim, ama onun dışında yapabileceklerim çok kısıtlıydı.

“Bügün, bunu da kullanalım,” siyah bir çarşaf çıkartırken bu teklifte bulundu, ve ardından gözlerimin etrafına doladı, görüşümü engelleyerek.

Nasıl bir durumdu bu. Tamamen kısıtlanmıştım, gözlerim bağlanmıştı, ve yerde böcek gibi sürünüyordum—adeta düşman tarafından yakalanmış bir asker gibiydim.

...Hm? Aa, anladım.

“Anlaşılan hazırlıklar tamamlandı. Başlayalım.”

Maria Otonaşi Kazuki Hoşino ile bir garipliğin olduğunu fark etmiş olmalıydı, yoksa onunla bu kadar samimi olacak kadar rahat olmasının imkanı yoktu.

Eğer bu doğru ise—bu davranışlar kime yöneliydi?

“Tamam—” diye devam etti “—sen Kazuki Hoşino değilsin, öyleyse kimsin?”

Anladım.

Şu ana kadar her şey sadece “beni” aciz bırakmak için bir numaraydı.

“Hıhı…”

Muhteşem. Tam da Maria Otonaşi’dan beklediğim gibi, o yüzden ona bu kadar hayran kalmıştım. Hayal kırıklığına uğrayacağıma dair korkularım boş çıktığı için çok mutluydum.

“Neden gülüyorsun? Durumun ciddiliğini anlamıyorsun galiba.”

Sırf eğlence olsun diye son bir tane daha itiraz deneyeceğim.

“Hayır, hayır… Otonaşi, saçmalıyorsun!”

“Rol yapmayı kes, nafile.”

Aa, demek gerçektende nafileydi—ama bu sadece daha çok gülmeme sebep oldu.

“Garip bir herifsin. Seni tamamen kandırıp yakalamama rağmen niye bu kadar neşelisin?”

Maria Otonaşi, benim neden Kazuki Hoşino olmadığımı düşünüyorsun?” diye sordum doğrudan, rol yapmaktan vazgeçerek.

“Kutunun varlığının farkında olup senin ses kayıdını dinledim.”

Açık sözleri anlamamı sağladı—sadece ne mal olduğumu nasıl anladığı değil, ama ayrıca özel bir varlık olduğunu da.

“Tamam, kutum hakkında haberdarsın ve mesajımı dinledin, güzel, ama bu ‘ben’ veya ‘Kazuki Hoşino’ ile mi baş ettiğini anlamana yardımcı olmuyor, değil mi? Ne zamandan beri ‘benim’ olduğunu anlamıştın?”

“Telefonda ‘Alo’ deyişinden beri.”

“...Benimle dalga geçiyorsun, değil mi?”

Benzer seslerimizden dolayı, bizi ayırt etmek imkansız olmalıydı.

“Kazuki telefonu ‘Efendim?’ ile açar. ‘Alo’ kullanmaz. Tabi, normalde böyle küçük bir farka dikkat etmezdim, ama bu kutuyla ilgili olduğunu bildiğim için, doğal olarak şüphelendim. Geriye kalan tek şey şüphelerimi doğrulamaktı, o yüzden sen hata yapana kadar özenle konuştum. Sana güzel bir şey söyleyeceğim: Kazuki bu odaya hiç gelmedi.”

“Bu gerçekten de güzel bir şey.” Çünkü Kazuki Hoşino kadar içler acısı birinin Maria Otonaşi gibi asil bir bayanın odasını sık sık gitmesi affedilemezdi. “Başka bir hitapla, gerçekten var olduğumu doğrulamak için beni kandırdın.”

“Öyle değersiz bir şeyi doğrulama gereği bile yok. Hatta, doğrulamak istediğim şey Kazuki’nin anılarını paylaşıyor muydun. Hıh, anlaşılan paylaşmıyorsun.”

“......”

Demek doğrulama olarak bir adım öndeydi.

Bunun önemli bir nokta olduğunu kabul etmeliydim. Eğer Yuuhei Işihara ve Kazuki Hoşino anılarını paylaşıyorlar ise, Kazuki Hoşino ile yapılan planlar hakkında hiçbir sır kalmazdı.Kazuki Hoşino ile işbirliği yapamazdı.

“Hemen sadede gelelim: kimsin sen?”

“Anlayamadın mı? Ben Kazuki Hoşino’yum!” “Dalga geçmeyi kes ve soruya cevap ver.”

Hala yerde uzanırken omuzlarımı silktim.

“Senin dalga geçmiyorum: Ben Kazuki Hoşino’yum. Kutumun bana verdiği kimlik bu.

“...Ne demeye istiyorsun?”

“Tam söylediğim gibi. Dileğim Kazuki Hoşino olmaktı, ve bir kutu herhangi bir dileği gerçekleştiriyor, değil mi? O yüzden, ben Kazuki Hoşino’yum. Kendime bunun dışında hiçbir isim veremem.”

Sözlerim Maria Otonaşi’yi kısa süreliğine susturdu.

“...Kazuki Hoşino olmak mı? Bu çılgınca… Herkes arasında niye Kazuki? Kazuki Hoşino’nun vücudu çok da arzu edilecek bir şey olduğunu düşünmüyorum…”

Çünkü sen onun yanındasın,” diye cevap verdim hemen.

“—Ben mi?”

“Evet, sana hep hayranlık duydum. Hayallerimin kızı yanımda olacaktı; o olmak için bu yeterli bir sebepti.”

Maria Otonaşi iç çekti.

“...Her şeyin sebebi ben olduğumu hiç tahmin edemezdim,” diye söylendi, ama sakinliğine hemen kavuştu. “Kazuki Hoşino olmakta ısrar ettiğini anlıyorum. Fakat, sana o şekilde hitap edemem.”

“O zaman bana sadece ‘Yuuhei Işihara’ de.”

“‘Yuuhei İşihara’ mı? Bunu daha önce hiç duymamıştım. Bu gerçek ismin değil, değil mi?”

“Kim bilir?”

“Hımf, neyse. Ama bana tek bir şey söyleyeceksin: Kazuki ile nasıl değişiyorsun?”

“Bunu sormanın ne anlamı var?”

“Senin sorularına cevap vermem gerekmiyor.”

“Peki o zaman, benim de seninkilere cevap vermem gerekmiyor.”

“Eli ayağı bağlı olan bir herif için oldukca cesursun, değil mi?”

“Buna kanmayacağım! Beni hiçbir şey yapamazsın—beni incitirsen Kazuki Hoşino’nun vücuduna zarar vermiş olursun.”

“Vücuda kalıcı zararı olmayan işkence yöntemleri sürüsüne bereket, ama yani… İstesem de şiddet kullanamam zaten…” diye fısıldadı Maria Otonaşi.

“Ne?”

“Hayır, boşver… her neyse, bana söylemeyi düşünmüyorsun, öyle mi?”

“Hm, dürüst olmak gerekirse hiçbir fark yaratmaz, ama sana söylemiyorum.”

“Hiçbir fark yaratmaz mi?”

“Hıh, tabi ki de hayır. Ne denersen dene, eğer kutum ile doğrudan baş etmezsen, ‘Kazuki Hoşino’ 6 Mayıs’ta kaybolacak. Bu bilgi ışığında, az miktarda önemsiz bilginin sana ne fark eder? Yani, kutuyu nasıl yeneceğini söylemeyeceğime emin olabilirsin. Veya beni öldürmeye kalkışmak mı istiyorsun? Hadi yap, ama bu aynı zamanda Kazuki Hoşino’yu öteki tarafa gönderir!” dedim abartılı bir şekilde gülerek.

Nasıl, Maria Otonaşi? Durumunun bu kadar umutsuz olduğunu hiç hayal etmemiştin, değil mi?

“Haha…”

Ama her nedense, sessiz bir gülüş ağzından kaçmıştı.

“...Neden gülüyorsun? Kendini gülmekten alıkoyamayacak kadar mı çaresizsin?”

“Çaresiz mi? Bunun çaresiz bir durum olduğunu düşnüyorsun? Haha… bu seviyede tehdit geçen sefer savaştığımıza göre sinek gibi. Şu anda karşımda bulunan tek sorun Kazuki ile nasıl değiştini söylememen, değil mi? Bu nasıl çaresiz oluyor?”

“Bu durumu sadece Kazuki Hoşino’yu öldürerek çözebileceğini söylemiştim—yoksa anlayamadın mı?


“O yüzden gülüyordum. Çünkü—bu bir yalan.”


Dilim tutulmuştu.

“Dikkatimi dağıtmak istediğini biliyorum, ama maalesef beni o kadar kötü bir yalan ile kandıramazsın.”

“...Neden yalan olduğunu düşünüyorsun?”

“Kendin dedin—sen Kazuki Hoşino’sun. Ama Kazuki Hoşino kutuya sahip değil, bu sebepten, sahip o olamaz.”

“Bu kelime oyunu da neyin nesi? Gerçeklikten kaçamazsın!”

“Hala anlamıyor musun? Tamam o zaman, kullağını aç ve bu soruya cevap vermeye çalış.”

Maria dedi sabırlı bir şekilde:

Bir ruhun başka insanın vücudunda ikamet edebildiğine gerçekten inanıyor musun?

“Y—”

Yani—

Hemen cevap veremiyorsun, he?

Aa… lanet olsun.

Neden bilmiyorum ama… .tereddüt ederek ölümcül bir hatada bulunduğum hissine kapıldım.

“‘Kutular’ dilekleri tamamen yerine getirir, ama aşağı yukarı mantıklı düşünen bir insan öyle bir dileğin gerçekleşeceğine inanamaz. Ve düşündüğüm gibi, soruma olan tepkine bakılırsa, sen de kalbinin derinliklerinden dileğine inanmıyorsun. Kutu bir dilek gerçekleştirirken sahibin şüphelerini de yerine getirir—o yüzden, sahip Kazuki Hoşino’yu ele geçiremedi.

“......”

“Bunun anlamı, Kazui’nin vücudunu eline geçiremedikten sonra var olmaya devam etti—senden ayrı olarak.

Sessizliğimi görmezden gelip, bana soru sordu: “Öyleyse sen sahip değilken, nesin?”

Cevap veremiyordum.

“Eğer bilmiyorsan, söyleyim: sen o dileğin bükülmesinden doğan yapay bir varlıksın. Sen sadece sahibin sahte bir kopyasısın. Evet—bir deyime, sırf bir ‘uydurma’.” Devam etmeden biraz sırıttı. “Ve sen sırf bir ‘uydurma’ olduğun için, seninle gerçekten ilgilenmiyorum.”

Anladım. Öyleyse o sebeptendi—kutuya sahip olmayışım.

“Hahaha!”

Ama ne olmuş yani?

Kutuya böyle bir dilek koymamın sebebi daha baştan kendim gibi bir şerefsizden kurtulma isteğimdi. Sahip değil miyim? Uydurma mıyım? Bu harika!

Tam da kimse olmadığım için şüphesiz Kazuki Hoşino olabilirdim.

“...neden gülüyorsun, Yuuhei İşihara?”

“Hıhı, bunun önemi yok! Fakat, sormak istediğim bir şey var: demek ben bir uydurmayım—bunu kabul ediyorum—ama bunu algılayabilen sen kimsin?”

“Ben kim miyim, diye mi soruyorsun…?”

Her nedense, Maria Otonaşi ne diyeceğini şaşırdı.

“.......sen bir uydurmasın. Ve ben de—”

“Niye öyle kara kara düşünüyorsun? Sorma sebebim kutu hakkında bu kadar bilgili olmanın sebebini bilmek istiyorum.”

“...Aa, ah, o kadar mı?” Niyetimi anlar anlamaz, sesi hızla her zamanki katı tonuna kavuştu. “Bende bir kutuyum. Ve kutu olduğum için, kutuların özellikleri konusunda oldukça bilgiye sahip olmam mantıklı değil mi?”

“...Sen kutu musun? Bu bir tür mecaz mı?”

“İstediğin gibi algılayabilirsin.”

Demek kutu, he? Eğer gerçeği söylüyorsa, bu kusursuz bir eşleşme olurdu.

“Bu arada, sana söylemem gereken bir şey vardı, değil mi?”

“...hangi konudan bahsediyorsun?”

“Ah? Dün akşam, sana bugün doğrudan söyleyeceğimin sözünü vermemiş miydim? Artık tarih sonunda değiştiğine göre, şimdi söyleyeceğim!”

Yüzümdeki gülümseme o kadar büyük ki, gözlerim kapalı olduğundan dolayı sadece yarısını gösterebilmem yazık oldu.

“Seni seviyorum, Maria Otonaşi.”

O kendine kutu diye hitap etti.

Bu bizim kusursuz bir eşleşme yaptığını düşünüyordum, gerçekten de öyle düşünüyordum—ele geçirecek bir nesne, ve bir düşman olarak.

2 Mayıs (Cumartesi) 07:06[edit]

Kendimi tanımadık bir oda içerisinde, kelepçeli bulmuştum.

“......ehm…”

Yeni kalktığım için sersem gibi hissediyordum. Beyaz bir odadaydım ve hoş bir koku aldım. Yakınlardan bir yerden duş sesleri geliyordu. Sırtım ağrıyordu ve bir futon[3] gördüm. Ayrıca ayaklarımda da kelepçe vardı.

Bir dakika.

Bu da neydi?

Sersemliğim anında uçup gitti. Hemen ayağa kalkmaya çalıştığım, ama kalkmaya çalıştığım kadar çabuk düştüm.

Yanan burnuma kollarımla destek verirken, oturup etrafa bakındım. Büyük bir yatak, bir masa, masanın üzerinde dizüstü bilgisayar ve hoparlör, ve göz korkutucu bir kitap gördüm. Genel olarak oda seyrek eşyalı gözüküyordu. Dolabın kapı çerçevesi üzerinde asılı olan okul üniformasına[4] bakılırsa, muhtemelen bir kızın odasındaydım.

Beni bu duruma sokan Yuuhei İşihara mıydı? Evet, tabi ki de oydu.

Birinin duşu kapattığını duydum. Bir süreden sonra, saç kurutma makinesi üflemeye başladı. Bu odanın sakini değişme kabininde olduğunu varsaydım.

Yani, bu demek olur ki bir kız…? Bu duvarın öteki tarafında çıplak bir kız mı vardı? Bu durum da neyin nesi… Ve ben, hayır, “Yuuhei İşihara” o kıza ne yaptı ya?!

Saç kurutma makinesinin sesi durdu ve değişme kabininin kapısı açıldı.

“U-Uva!!” diyerek, üzerinde beyaz bir gömlek dışında bir şey olmadığını görünce aceleyle gözlerimi kaçırdım.

“Aa, uyandın mı?”

O fazlasıyla tanıdık sesi duyduktan sonra bir anlığına beyinim durdu.

“He?” Tepkisel olarak sesin kaynağına bakınca beni tanıdık bir yüz karşıladı. “Aa, Otonaşi…?”

“Benim dışımda kim bana benziyor ki?”

Yanıt olarak, bütün vücuduna bir göz attım. Evet, bu şüphesiz Maria Otonaşi’ydi.

Ardından ona baktığımı, ve onun iç giyiminin üzerinde sadece bir beyaz gömlek olduğunu fark ettim. Tekrar, aceleyle gözlerimi kaçırdım.

“B-Burada olduğumu bildiğine göre, lütfen biraz daha dikkat et!”

“Telaşlanmanın sebebi ne? Bu hiç de endişelenecek bir şey değil, öyle değil mi?”

...bunun bir kızın ağzından çıkması çok yanlış gelmişti. Haruaki’nin Kokone ile uğraşırken söyleyeceği bir söze benziyordu.

Fakat, bir şey deme fırsatım olmadan, beni şaşırtan bir yorum ile engelledi.

“İlk önce, beni dün daha da çok görmedin mi? Böyle bir kıyafet artık seni hiç rahatsız etmiyor olması gerekir!”

“......He?”

“Senin odama girer girmez öyle bir şey yapmanı hiç beklemezdim, özellikle başta o kadar terbiyeli davranmandan sonra. Of, beni gerçekten çok şaşırttın.”

“Ne, ne diyorsun sen…?”

Ama durumu inkar edemezdim—bulunduğum durum hakkındaki her şey onun doğruyu söylediğini ima ediyordu. Ne de olsa, onun odasındaydım, o az önce duş aldı, ve o yarı giyinik bir şekilde dolaşıyordu—

“Ş-Şaka yapıyorsun değil mi?” diye sordum endişeyle.

“Evet, şakaydı,” diye açık açık cevap verdi.

“Hah?”

“...A-haa, anladım. Demek sen Kazuki Hoşino’sun. Ağzının açık kaldığı şu aptal tepkini taklit etmek oldukça zor ne de olsa.”

Şaka yaptığı ortaya çıkmasına rağmen—tam da dilediğim gibi—bu içimde dolan üzüntü de neyin nesiydi…?

“......Otonaşi. Buraya nasıl geldiğimi bilmeden burada bulunduğuma göre bunun anlamı Yuuhei İşihara ile konuşt, tu—ha?”

Yerde hantalca yatıp konuşurken, Otonaşi bana yaklaşmıştı. O kadar yakındı ki saçından yayılan hoş bir koku alıyordum… muhtemelen bir tür şampuan veya saç kremiydi.

“N-Ne?”

Bir çıtlama sesi Otonaşi'nın ayak kelepçelerimi çıkarttığını fark etmemi sağladı. ...yani, bu güzeldi, ama bana en azından bir tür uyarıda bulunamaz mıydı?

Ayak kelepçelerini çıkarttıktan sonra Otonaşi önümde diz çöktü.

“Ehm…”

Ona uydum ve bende dizlerimin üstüne çöktüm.

Yavaşca ağzını açtı.

“Kazuki, ben kimim?”

O durup dururken ne diyordu?

O Maria Otonaşi’ydi tabi ki de, ama neden öyle bir soruyu şimdi soruyordu?

“Reddeden Sınıf’ı hatırla.”

“Hm? ...Aa!”

Şimdi sözünü edince, onun adını yazdırdığı benzer bir senaryo hatırlıyordum.

Zamanında, Otonaşi insanlara onun ismini yazmasını istemişti, birinin ‘Maria’ ismini yazması için—ancak o tekrarlar boyunca anılarını muhafaza edebilen biri o ismi bilebilirdi.

Öyleyse neden bunun konusunu açmıştı?

Benim kimliğimi doğrulamak içindi. Otonaşi “beni” “Yuuhei İşihara’dan” ayırt edebilmek uğruna soruyor, çünkü onun gizli ismini söylersem “benim” olduğumu onaylayabilecekti.

“—Aya Otonaşi.”

O sebepten dolayı o ismi söyledim. Bir zamanlar Reddeden Sınıf içerisinde kullandığı ismi, sadece “benim” hatırlayabilidiğim bir isim.

Ama onaylama eyleminin kendisi benim şu an kim olduğumu bilmediği anlamı gelmiyor muydu? Benim “ben” olduğumu ona göstermek için bu kadar ileri mi gitmem gerekiyordu?

Bu her nedense—çok küçük düşürücüydü.

“Aya Otonaşi he?” diye mırıldandı hüsranla.

“...yanıldım mı?”

“Hayır, doğrusun. Sadece o cevabı o kadar çabuk bulabileceğini beklemiyordum, o kadar.”

“Peki… o zaman? Ama şimdi ‘benim’ olduğumu anlıyor musun?”

“Şimdilik, evet. Belki fark etmişsindir, ama şu anki durum hakkında günceldeyim ve Yuuhei İşihara’nın kaydettiği ses dosyasını da dinledim.”

“Tamam.”

“Ayrıca Yuuhei İşihara ile konuştum.”

“...Nasıl biriydi? Bir şey öğrendin mi?”

“Hım, kesin bir şey söyleyemem,” diye yanıt verdi Otonaşi.

“Ah, ama vahşi değil miydi? Ne de olsa, ayak kelepçesi bile kullanmak zorunda kalmışsın.”

“Tabi bu olasılığı düşündüm ve o sebepten dolayı kullandım. Hayır… Kazuki, senin yüzünden uyguladım demek daha doğru olur.”

“...ha?”

“Kontrollü olduğunu anlayınca nasıl tepki verdin? Hangi eylemlerde bulundun?”

“Yani, kafam karışmıştı… ve tepetaklak bile oldum.”

“Hedefim öyle bir tepkiydi.”

“......Bana sataşmak mı istiyorsun?”

“Hayır. ‘Yuuhei İşihara’nın’ ‘Kazuki Hoşino’ya’ geri döndüğü anı bu telaşlı tepkiyi bekleyerek gözlemleyebileceğimi düşündüm. Ama işin sonunda, duş aldığım için fırsatı kaçırdım. Komik tepkini göremediğim gerçekten yazık oldu.”

Anladım, demek gerçekten benimle sataşmak istiyordu.

“Tamam o zaman, şimdilik bu kadar. Kazuki, gidiyoruz.”

“...he?”

Her nedense, Otonaşi bana bakıp gözlerini devirdi.

“Seni eve götürüyoruz tabi ki de. Hey, saatin kaç olduğunu düşünüyorsun?”

“Hm?”

Etrafa bakındım ve bir saat gördüm. Saat 07:15’ti.

“Yoksa geç mi kalmak istiyorsun? Okula gitme vakti.”

“Ha…”

Okulumuz bize sadece her iki Cumartesi de bir tatil veriyordu, o yüzden bu Cumartesi sabahı da okula gitmemiz gerekiyordu.

“O ‘Ha’ da neyin nesi? Okula elin boş gitmeyi mi düşünüyorsun?”

...Haklıydı. Benim eve gitmemiz gerekiyordu.

“.....Ehm, ben eve tek başıma gidebilir miyim?”

“Neyden bahsediyorsun sen? Burdan oraya nasıl gideceğini bilmeden nasıl tek başına gideceksin? Zaten yürüyerek yetişmenin imkanı yok. Seni motorsikletimle bırakırım.”

“T-Tamamdır.”

Başım belada…

Yani, benim suçum olmamasına rağmen, annem babamdan izin almadan başkasının evinde kaldım. Sabahın köründe eve döndüğümü nasıl gözükecekti? Cep telefonuma baktım ve, hakikaten de arama geçmişimde annemden birkaç arama vardı. Bu kötüydü. Eğer bunu üstüne eve kız getirirsem—

“Otonaşi… evime vardığımızda saklanabilir misin lütfen…?”

“Niye?”

Otonaşi bana şaşkın bir bakış attı. Doğal olarak, niyetimi iyi açıklayamamıştım…

Anlaşılan anneme yakalanmadan eve girip hazırlanmam gerekiyordu.

2 Mayıs (Cumartesi) 07:34[edit]

Sinsicesine dönüş girişimim tamamen başarısızdı.

“Başarısızdık,” diye mırıldandı Otonaşi beraber istasyona doğru yürürken. Motorsikleti benim evimin yakınına bırakmıştık.

“......Hakikaten,” diye katıldım iç çekerek.

Annem beni merdivenin tam başında yakalamıştı.

Tabi ki de ardından nutuk geldi.

Ama onu suçlayamazdım: bana kızmakta tamamen haklıydı, ne de olsa izinsiz olarak geceyi başkanın evinde geçirmiştim. Onu suçlayamazdım, ama—

Ben uysalca konuşmasını dinlerken, Otonaşi doğal olarak dışarıda beklemekten sıkılmıştı.

Beklenildiği gibi, annem kurallara itaatsizliğimi Otonaşi'nin ani ortaya çıkışına suçlamıştı, ve ona baktı. Ama beklentilerime karşın, Otonaşi hafif bir gülümseme ile tepki verdi ve şunları söyledi:

“Kazuki gece hayatınının zevkini çıkartmıyordu ne de parti yapıyordu. Sabaha kadar bütün zaman benimle birlikteydi. Odama başka kimseyi getirmedim. Tamamen yalnızdık, o yüzden lütfen içiniz rahat olsun.”

...bu yangına körükle gitmek değil mi böyle bir durumda?

Çocuklarını bırakmaya hiç hazır olmayan annem—öyle donakaldı ki neredeyse acınası gözüküyordu. Otonaşi durumu yanlış anladı ve kaşlarını çatıp devam etti, “...? Dediğim gibi Kazuki dışarı bir yere gitmedi ve sadece benim odamda uyudu. Bu tamamen kabul edilebilir, değil mi? Aa, ama biraz kötü davranmak zorundaydım, o yüzden affedersiniz.”

Annem sessizce bileğime göz attı. Kelepçelerden kalan kırmızı izler hala duruyordu.

O anda yere yığılmıştı.

Otonaşi onu tutmak için ileri atıldığında, sonunda bir “Aa!” ile anlamıştı.

“Anladım. Biz genç bir kız ve erkeğiz, değil mi?”


“Artık onun yüzüne nasıl bakabileceğim…?”

Sahneyi hatırlarken derin bir iç çektim.

“Neyden söz ediyorsun?”

“Ha? Az önce ‘başarısızdık’ demedin mi?

“Evet, motorsikletten bahsediyordum.”

“Motor mu?”

Evet, aklı apayrı bir yerdeydi.

“Seni o motorsikletle götürdüm, değil mi? Eğer Yuuhei İşihara’yı da sayarsam, bu iki defa olarak sayılabilir. Bundan bahsediyordum.”

“Ha…? Niye ki?”

“‘Kazuki Hoşino’nun’ ve ‘Yuuhei İşihara’nın’ motorsiklete binerken değiştiklerini hayal etmeye çalış. Belimi bırakıp düşsen şaşırmam, kelepçelere şaşırdığın gibi.”

“Aa…”

Demek o yüzden motorsikletini evimin önünde bırakmıştı.

“Benim standartlarıma göre, bu oldukca dikkatsiz bir başarısızlıktı… bundan böyle daha dikkatli olurum.”

“Evet. ...Bu arada, Otonaşi. Sen Yuuhei İşihara ile birlikteyken ne olup bittiğini anlatabilir misin bana?”

Sorar sormaz—

“——”

Otonaşi durdu.

Ve bana baktı.

İfadesizce.

“He…?”

Neden öyle bir surat?

Hala ifadesiz, ağzını açtı.

Sana olanları anlatamam.”

“N-Ni—”

“Niye mi? Sana zaten söylemedim mi?” diye açıkladı ve sonraki sözlerini soğuk bir bakış ile söyledi. “Artık sana güvenmeyeceğim.”

Bana gerçekten de söylemişti. O sözleri gerçekten de hatırlıyordum. Unutmamın imkanı yoktu. Ama—

“Ama artık o durum geçersiz değil mi…?”

Ne de olsa, artık bir gizem yoktu. Otonaşi daha önce nedeni anlaşılmaz davranışlarımın sebebini şimdi biliyordu.

“Varsayımda bulunma. Hala anlamıyorsun, değil mi? İlk önce, Yuuhei İşihara yalan söylüyor olabilirdi. Belki de o ‘Kazuki Hoşino’ olarak anılarının hepsine tam erişimi var, ve bu kişiliklerin ikisini de kendi yararına kullanabiliyor.”

“B-Bu saçmalık!”

“Gerçekten de her şeyi çok düşünüyor olabilirim. Ama hala bunun aksini ispat eden kanıt yok.”

“Ama—”

“Yuuhei İşihara’nın kutunun özellikleri hakkında tamamen dürüst olduğunu varsayalım. Öyle olsa bile—”

Otonaşi aniden ellerini birbirine vurdu, ve içgüdüsel olarak gözlerimi kapattım.

“Şimdi bir kimlik değişiminin o anda meydana geldiğini düşün. Bunu elemem için hiçbir yolum yok. Öyleyse sana ‘Kazuki Hoşino’ olarak konuşuyor olurdum, senin aslında ‘Yuhhei İşihara’ya’ değiştiğinin farkında olmadan. Ne zaman kimlik değiştireceğini bilmiyoruz, o yüzden farkında olmadan Yuuhei İşihara’ya önemli bir plan söylemiş olurum. O yüzden sana her şeyi anlatmam tehlikeli—motorsiklet ile olan durumla karşılaştırılabilir.”

Bu gerçektende doğruydu… Ama ben Kazuki Hoşino’yum.

“Bir tane daha örnek vereyim—kendini ‘Kazuki Hoşino’ olarak düşünüyorsun, değil mi?”

“Tabi ki de!”

“Ama ya sen sadece Kazuki Hoşino olduğundan emin olan bir başkasıysan?”

“Bu im—”

“Bu imkansız” demek üzereydim, ama sessiz kaldım.

Gerçekten “Kazuki Hoşino” olduğumu kanıtlayan ne vardı ki? Görüntüm mü? Kişiliğim mi? Anılarım mı? Ama o halde Yuuhei İşihara’yı “Yuuhei İşihara” yapan neydi? Ne de olsa, ikimiz aynı vücudun içerisinde vardık.

Hayır, bu yanlıştı.

Ben Kazuki Hoşino’yum. Hatalı değilim. Bundan kesinlikle şüphelenemeyeceğim.

“Bu sadece bir örnekti. Çok üstünde durma. Ama Kazuki, sana neden güvenemediğimi anlıyorsun, değil mi? Bu kutuyu daha çözmem gerekiyor—Balçıkta Yedi Gece’yi. O zamana kadar, senin içinde ikamet eden kişiliklere güvenemem.”

Öyleyse ne zaman bu Balçıkta Yedi Gece’yi ne zaman tamamen çözüp bana güvenmeye başlayacaktı tekrar? Yuuhei İşihara içimde bulunduğu süre boyunca değil, değil mi?

O bana güvenmiyordu.

Otonaşi sözde benim nakama’mdı[5], ama nakama’m bana güvenmiyordu.

Tren istasyonu görüş alanımıza girdi.

Durdum.

“Niye orada dikiliyorsun? Trenin gelmesine çok zaman kalmadı.”

“...ben niye okula gideyim ki?”

Otonaşi ile birlikte olmak o sorunu bana tamamen unutturmuştu. Normalde, tabi ki de okula giderdim; hayır, ben ve günlük hayatım arasına giren olaylarla alakadar olsam bile, sadece isyankarlığımı ifade etmek için giderdim. Fakat şu anki duruma göre, okulda ne kadar zaman geçirirsem, orada şu anda neredeyse olmayan yerimi daha da yıpratacaktım.

“Yuuhei İşihara hakkında bilgi toplamak için. Bizimle yakından alakalı olduğu şüphesiz. Öncelikle, sadece okulumuzun öğrencileri hem seninle hem de benimle iletişimde. Okulumdan bilgi toplamanın önemi bariz olmalı.”

“Ama benim bulunmam için bir sebep yok, var mı…?”

“Senin varlığın üstün gelen şartları çok değiştiriyor. Bugün uzun tatilden önce okulun son günü. Bu fırsatın kaçmasına izin vermemeliyiz,” dedi.

Bunu kutu elde etmek için söyledi, benim günlük hayatımın yok olması onun umurunda değildi.

Onu yanlış anlamıştım. Onu kayıtsız şartsız nakama olarak düşünmüştüm.

Ama bu doğru değildi. Yani, Otonaşi beni kurtarmaya çalışıyordu, ama O’yu bulup bir kutu elde etmek için yapıyordu.

O zaman onun için ben neydim? Muhtemelen—

sadece O için yemdim.

“...Kazuki, okula gitmenin bunaltıcı olduğunu anlıyorum. Ama bunun en uygun eylem olduğunun farkındasın, değil mi? Seçeneklerinin farkında olup eylemde bulunmaktan kendini geri tutmak hiç sana yakışmıyor,” diye azarladı beni Otonaşi.

Elbet o sadece kendi amaçını gütüyordu.

Otonaşi bana güvenmiyordu.

Fakat, Yuuhei İşihara’yı göremediğimden, ne de ona doğrudan karşı çıkamadığım için, bir desteğe güvenmem gerekiyordu. Ve akla gelen tek kişi oydu.

Bu durumda bir desteğe güvenmek ona resmen canımı emanet etmek gibiydi. Ona körü körüne inanmaktan başka bir çarem yoktu. Otonaşi beni mahvetmek isteseydi, hiç zorlanmadan beni tuzağa düşürebilirdi.

“...okulda ne yapmalıyım?”

Ama yine de, o benim tek desteğimdi.

“Bakalım, örneğin—”

O birkaç imkan teklif etti, ve hepsini de kabul ettim. Beklenildiği gibi, kolaylıkla bir kaç etkili plan düşündü, ama onun bu yeteneği beni endişelendiren şeydi… eğer bana ihanet olacak olursa.

“Senin de aklında bir şey var mıydı?”

Aklıme tek bir şey geldi:

“Birbirimize hitap etme şeklimizi değiştirmeye ne dersin?”

“...Ne demek istiyorsun?”

“Otonaşi yerine, sana bundan böyle ‘Aya’ diyeceğim. Yuuhei İşihara o ismi bilmiyor, ve sana kesinlikle o isimle hitap etmez. Böylece, sana ‘Aya’ demem benim ‘ben’ olduğumu kanıtlar. Nasıl?”

Otonaşi sessiz kaldı.

“Planım umutsuz vaka mı?”

“Hayır… Bence oldukça etkili. Deneyelim,” diye katıldı, ama her nedense hala biraz kırgındı.

Ama yine de… ‘Aya Otonaşi’, he?

‘Aya Otonaşi’ günlük hayatımızda var olmayan bir kuruntunun ismiydi.

Ayrıca—bir zamanlar düşmanımın ismiydi.

Zihnimden birden hızla geçen düşünceler bunlardı.

2 Mayıs (Cumartesi) 08:11[edit]

Otonaşi ile birlikte sınıfa girer girmez sınıftaki ortam buz kesildiğini fark ettim.

Tabi kimse bana selam vermedi.

Daiya’nın davranışlarını bekliyordum, ama Haruaki de merhaba demedi. Kokone’nin sırası hala boştu. Belki bugün devamsızlık yapacaktı. ...Benim yüzünden miydi? —Tabi ki de.

Sanırım Otonaşi bile bu kadar berbat bir durumda olmamı beklemiyordu. Bana hızla üzgün bir bakış attı. Ama kendini toparladı, ve sınıf arkadaşlarıma odaklanarak ellerini iki defa çarptı.

“Herkes dinlesin!”

Sınıf arkadaşlarımızın bakışları anında ona odaklandı, muhtemelen bize zaten dikkat ettiklerinden dolayıydı.

“Kimse ‘Yuuhei İşihara’ adında birini tanıyor mu?”

Bunu duyduktan sonra, birkaç öğrenci şüpheli bakışlar attı birbirine.

Otonaşi sahibin sınıf arkadaşlarımdan biri olma ihtimalinin yüksek olduğunu söylemişti. Bilinmeyen birinin vücudu üzerinde kontrol elde etmek için peşinde koşturmanın, ve o sebep için kutu kullanmaya kadar getirmenin anlamı olmayacağına göre, sanırım o muhtemelen haklıydı.

Ama sahip içimde ikamet eden “Yuuhei İşihara” değil miydi? Veya onun dışında bir varlığın ondan ayrı olarak var olduğunu mu söylüyordu?

Pek anlamamıştım.

Fakat, şimdilik sadece sınıfa ‘Yuuhei İşihara’ ismini sormak oldukça etkili olduğunu kabul ettim.

“Hey, siz, ne işler çeviriyorsunuz?” Miyazaki bize küçümseyici bir bakış ile hitap etti.

“Yine mi sen? Ne var? Yuuhei İşihara’yı tanıyor musun?”

Miyazaki bize sırıttı ve Otonaşi'nin sorusuyla alakasız bir yanıt verdi. “Yaptıklarından sonra buraya gelmek için amma arsız olmalısın.”

O neyden bahsediyordu?

Diğer sınıf arkadaşlarıma baktım. Onların gözlerinde öfke vardı. Öfkeleri muhtemelen bir haksızlıktan doğan bir öfkeydi.

Başka bir deyişle, onlar Otonaşi ile birlikte olmamı affedemiyorlar mıydı?

“Senin mazeretin ne Hoşino?”

Bizim birlikte olmamız ile ilgili ne dertleri olduğunu bilmediğim için kala kalmıştım, ve Yuuhei İşihara’nın ne yaptığını da soramazdım.

Tek seçeneğim sessiz kalmaktı.

Miyazaki sessizliğime sahte bir iç çekme ile tepki verdi.

“Her neyse. Bir daha bu konuyu açmayacağım! ...Bu benim bakış açım en azından.” Miyazaki demeye başladı küçümseyeci bir tavırla, “Annemin sevgilisi… aa, konuyu biraz anlamaya mı ihtiyacın var? Yuuhei İşihara annemin sevgilisi.

Dedi birden bire.

“...Miyazaki. Yuuhei İşihara hakkında daha fazla bilgi verir misin?”

“Hop, hop… elbet onun hakkında konuşmanın benim için ne kadar zor olduğunun farkındasın, değil mi?”

“Sebeplerimiz var. Benim ‘Yuuhei İşihara’ ismini dile getirmem daha fazla söylemek için yeterli sebep değil mi?”

Miyazaki kaşlarını çattı ama ne kadar isteksiz olsa da “...tamam, peki.” ile kabullendi.

Konu hassas olduğundan dolayı tartışmayı devam etmek için bizi koridora gitmemiz için teşvik etti.

“Yani, bir şeyler saklıyor değilim—” Bu sözlerle, Miyazaki hikayesine başladı.

Annesi ve babası o orta okulun ilk senesindeyken hisleri değiştiği için boşanmışlardı; ikisi de yeni sevgili buldu ve onlarla yaşamayı tercih etti. Annesinin yeni eşi Yuuhei İşihara’ydı.

Miyazaki'nin annesi de babası da onu yeni evine getirmek istememişti, çünkü o eski hayatlarını temsil ediyordu. Yüzüne vurmamışlardı, ama bunu saklamak imkansızdı, ve Miyazaki onların hislerini anlamıştı.

Annesi ve babasının neden ayrılıp onu reddetmeyi tercih ettiğini bilmiyordu, ama oğulları olarak, o şartların önemi yoktu: Ona şüphesiz ve neredeyse affedilemez bir şekilde ihanet edilmişti.

Sonunda, biraz tartıştıktan sonra, babası onun velayetini aldı. Ama onun için babası ve babasının yeni sevgilisiyle de ev kurmak imkansızdı. Onlarla yaşamayı reddettikten sonra, orta okulunun ikinci senesinde babasından sadece yaşama masrafları alarak tek başına yaşamaya başlamıştı.

Orta okulda, kendisini dünyadaki en şanssız kişi olarak düşünürdü; kıytırık dramlarda sık sık, ama gerçek hayatta nadiren bulunan mutsuz bir ailevi durum içerisinde bulunuyordu.

O yüzden, doğal olarak bu durumun sorumluları, annesi ve babasına, babasının yeni sevgilisine, ve Yuuhei İşihara’ya karşı kin besliyordu.

“Bana sorarsan hepsi gebermeli,” Miyazaki duygusuz bir ses tonuyla onlara lanet etti.

“Nasıl hissettiğini anlıyorum, ama öyle şeyler söylememelisin.”

“Ya? Bilgeliğin için çok teşekkür ederim,” dedi Miyazaki alaycı bir gülüş ile. “Yeteri kadar konuştum mu?”

“...Evet. Bu hassas durum hakkında bizimle konuştuğun için teşekkür ederim,” dedi Otonaşi.

“Hıh, bu hiç de senin diyeceğin bir şey değil.”

“Sadece senin de sıkıntıların olduğunu düşünüyordum.”

“Anlayışın için teşekkür ederim.”

Zil çaldı.

“Tamam, ben sırama geri dönüyorum. Ah, bir şey daha, Hoşino—” Sınıfa girerken Miyazaki Yuuhei Işihara’dan bahsetmeye başladığından beri ilk defa bana baktı. “Beni yanlış anlama. Otonaşi’nin sorularına cevap verdiğim için yaptıklarını kabul etmiş değilim. Çok ileri gittin.”

Bu sözlerle, sırasına gitti.

Sınıfın kalanı bana ettiği iğneleyici sözlerden dolayı ona gülümseme şereflendirdi.

Muhtemelen, herkesin onu duyması için söyleyeceklerini bilerek bekletmişti.

…....Bu çok acımasızdı.

Sıramın üstüne uzandım ve kafamı kollarımla kapladım.

“Kazuki, ben kendi sınıfıma geri döneceğim. Buraya gelirken sana söylediklerimi unutmadın, değil mi? Bir şans ver.”

İsteksizce başımı kaldırdım, cep telefonumu aldım ve Otonaşi'ye boş bir eposta gönderdim.

Otonaşi epostamı kontrol etti ve başını salladı. Ardından onu gönderilen mesajlar dosyamdan sildim.

“Bu epostaları ders esnasında göndermeyi unutma!”

Bana her 10 dakikada bir eposta yolla—bu Otonaşi'nin talimatlarıydı.

Bu şekilde, “benim” ve “Yuuhei İşihara’nın” değişme sürecini inceleyebilirdi.

Ne de olsa, Yuuhei İşihara ne yaptığımızın farkında değildi ve boş eposta göndermeyecekti.

Yani, Balçıktaki Yedi Gece’yi henüz tamamen anlamadığımız için, bu pek de güvenilir bir yöntem değildi.

“Hala bir şeye ihtiyacın var mı?”

“Yok, Aya.”

Sadece bir saniyeliğine, Otonaşi afallamıştı, ama bir şey demeden sınıftan ayrıldı.

İç çektim.

...Yuuhei İşihara Miyazaki'nin annesinin sevgilisi miydi? Vücudumu kontrol eden kişi o muydu? Nedense rastgele bir yetişkinin kimliğimi elde etmekle ilgilenmesinin mantıklı gelmemişti.

Aniden, telefonum cebimin içinde titredi. Hemen çıkartıp açtım. Yeni bir eposta gelmişti. Gelen mesajlar dosyamı açtım.

‘Maria Otonaşi’ ismi yazıyordu.

Hım, belki bir şeyden bahsetmeyi unutmuştu? Veya yüksek sesle söyleyemeyeceği bir şey mi vardı?

Epostada tek bir söz vardı. Çok basit bir sözdü, muhtemelen Yuuhei İşihara’nın kontrolü altında olduğum ihtimali göz önünde bulundurarak yazılmıştı.

Tetikte ol.

Ah, anladım.

Miyazaki niye bize dünden beri karışıyordu? Akla hemen bir sebep geliyordu:

Çünkü Miyazaki “Yuuhei Işihara” ile işbirliği yapıyordu.

Ağır yaklaşımı “Yuuhei Işihara’yı” hareketlerimiz konusunda haberdar etme niyetiyle yapılmış olabilirdi.

Miyazaki'nin söylediklerini ciddiye almamalıydım, art niyetleri olabilirdi. Otonaşi'nin bu eposta ile iletmeye çalıştığı anlam bu olmalıydı.

Fakat, Yuuhei İşihara’nın beni kontrol eden “Yuuhei İşihara’dan” apayrı bir insan olduğu muhtemelen doğru olmasına rağmen, Miyazaki'nin bize söylediği her şeyi yalan olarak gözden çıkarmayı kendime yediremedim. Ailevi durumu hakkında konuşurken gösterdiği duygular içten gözükmüştü.

Bakışımı cep telefonuma geri döndürdüm ve onun basit epostasını tekrar okudum.

Şüpheci ol.

...Ah, belki tamamen farklı bir şey demek istemişti. Belki söz konusu Ryuu Miyazaki olunca “tetikte ol” demek istememişti.

Onun yerine, her şeyi ve herkesi o şekilde bakmalıydım.

“Yuuhei İşihara’nın” vücudumu kontrol ederek neler yaptığını sadece başkalarından duyarak keşfedebiliyordum. Ama başka hiç dostum yok. Miyazaki kun, Haruaki, Kokone, veya Daiya değil, Aya Otonaşi bile benim tarafımda değildi.

Epostayı sildim. Otonaşi’den gelen herhangi epostayı hemen silmem gerekiyordu.

Yumruğumu sıktım.

“—Neden.”

Neden Yuuhei İşihara’da bile bir tane olmasına rağmen benim tek bir dostum bile yok ki?

2 Mayıs (Cumartesi) 09:05[edit]

“Kazuki Hoşino’yu” sınıfta bulduğuma şaşırmıştım. Hala Maria Otonaşi’nin odasında kelepçeli olacağından emindim. Bulunduğu berbat duruma rağmen hala okula gelmesi beni gerçekten şaşırttı.

Maria Otonaşi mi onu zorlamıştı? Daha fazla bilgi toplamak için mi? Eğer öyleyse, çok insafsızmış.

Gerçi benim umurumda değil. Sonuç öyle de böyle değişmeyecekti.

Kazuki Hoşino’nun günlük hayatı ne olursa olsun yok olacaktı.

Ne de olsa, Kazuki Hoşino’nun günlük hayatının sırf Maria Otonaşi ile birlikte olmasından dolayı yok olması için her şeyi ayarladım.

Kokone Kirino’ya niye itiraf etmiştim? Doğal olarak onun günlük hayatını yok etmek için.

Fakat, özellikle bu yöntemi seçmemin düzgün bir sebebi vardı. Maria Otonaşi gibi bir sevgilisi varken öyle bir kızın etrafında takılmasını nasıl affedebilirdim ki?

O yüzden, itirafta bulunarak o ilişkiye son vermeye karar verdim.

Yöntemimin yararını hemen gördüm. Üstelik sonucu muazzamdı. Kirino’ya itiraf etmek beklediğimden çok daha büyük bir tepki yarattı.

Oomine’nin beni dövmesini sağladım. Hatta, çıbanın başını koparan yorum onu gücendirmek için bile değildi.

Ben sadece:

“Hey, yanıtını ne zaman duyabileceğim?” dedim.

Sadece aramızdaki durum konusunda ağzını aramıştım, ama Kirino her nedense şoka girdi ve ağlamaya başlamıştı, ve Oomine aşırı tepki gösterip bana vurmuştu.

Niye öyle olmuştu? Zamanında anlamamıştım, geriye dönüp baktığımda besbelliydi. “Kazuki Hoşino” ve “Yuuhei İşihara” anılarını paylaşmıyordu, o yüzden o soruyu sorduğumda Kirino “Kazuki Hoşino’nun” itirafına yanıt verip vermediğini bilmiyordum. Fakat, eğer verdiyse, o sözlere nasıl bir yanıt verirdi? Kesin bir şey diyemem, ama onu inciteceğinden emindim.

Fakat, Oomine’nin niye o kadar güçlü bir tepki verdiğini hala bilmiyordum. Onun Kirino’ya özel duygular beslediği hakkında söylentiler duymuşluğum vardı. Bunu kişisel gözlemle doğrulayamama rağmen, belki de söylentiler gerçekten doğruydu.

Birazdan betimleyeceğim şeye doğrudan şahit olmadım, ama Haruaki Usui ile konuştuktan sonra bunu fark ettim.

Anlaşılan Oomine tarafından saldırılmıştım, sınıf 2-3’ün öğrencilerinin çoğu kavganın sebebini Kazuki’nin Kirino’ya itiraf ettiğinden başladığını düşünmüştü.

Bardağı taşıran son damla ise Maria Otonaşi’nin o sırada gelmesiydi.

Kazuki hiç tereddüt etmeden onu dışarıya takip etmişti, ona dört elle sarılmış gibiydi. O Kokone Kirino’nun hislerini— sözde itiraf ettiği ağlayan kızın hislerini—tamamen görmezden gelmişti.

Ve bu hadiseden sonra bile, Kazuki Hoşino hiçbir şey olmamış gibi Maria Otonaşi’ye eşlik etmeye devam etti.

O, o kadar da popüler olan Kokone Kirino’yu terk edince, bütün sınıf arkadaşlarının öfkeli olması doğaldı tabi. Fakat, Hoşino’nun Maria Otonaşi’ye güvenmekten başka bir çaresi olmadığı için, tek başına hareket edemiyordu.

Kazuki Hoşino gitgide günlük hayatını kaybediyordu.

Doğrudan benim hareketlerimden değil, ama kendi davranışlarından dolayıydı.

Lanet olsun, bu çok güzeldi.


Öğretmene tuvalete gitmem gerektiğini bildirdim ve koridora çıktım—Maria Otonaşi’nin çoktan pusu kurduğu yer. Kaşlarını çatık şekilde konuşuyordu: “Neden gülümsüyorsun?”

Sanırım farkında olmadan sırıtmaya başlamıştım?

“Muhtemelen beni beklediğinden dolayıdır, Otonaşi.”

“Hımf, Kazuki Hoşino gibi davranmaya mı çalışıyorsun, Yuuhei İşihara?”

O Yuuhei İşihara olduğumu bu kadar kolaylıkla tespit edebildi mi?

Hayır, gerçekten inanılmaz olan şey kişiliklerimizin değiştikten hemen sonra sınıf 2-3’e aceleyle gelmesiydi; muhtemelen “Kazuki Hoşino’nun” “bana” dönüştüğünü fark ettiğinden dolayıydı.

Değişiklik hakkında ona uyarı vermek için bir şeyler düzenlemişlerdi herhalde.

“Beni takip et,” dedi.

“Nereye gidiyoruz?”

Soruma yanıt olarak hafifçe gülümsedi.

“O soru da neyin nesi? Gideceğin yeri kendin ilan etmedin mi zaten?”

“He?”

“Lavaboya gidiyorsun, değil mi?”

2 Mayıs (Cumartesi) 09:14[edit]

“Bu durumla gerçekten bir sıkıntın yok mu? İnsanlar buraya Kazuki Hoşino ile girdiğini öğrendiğinde ikimizinde başı belaya girmeyecek mi?”

Kızlar lavabosunda bir tuvalet bölmesine sürüklenmiştim.

“...Hıh,” tuvalet bölmesine ne kadar rahatlıkla girdiğimi görünce, Maria Otonaşi küçümseyici bir şekilde güldü.

Onun aklından neler geçiyordu? İkinci binadaki üçüncü kat lavabolarının özel sınıfların burada bulunduğundan dolayı nadiren kullanıldığı doğruydu—hele şimdiki gibi dersler kullanıldığı zamanlar daha da az kullanılıyordu—ama beni buraya getirmek için neden zahmet ettiğini anlamamıştım.

“Herhalde. Okuldan uzaklaştırılıp sınıf arkadaşlarımız tarafından ayrı tutulurduk.”

“Şimdiden pes mi ediyorsun? Yaygara koparalım mı o zaman?”

“Neden denemiyorsun?” dedi kayıtsızca ve beni küçümsedi.

...Anlaşılan blöf yaptığımı fark etmişti.

Yakın gelecekte Kazuki Hoşino’nun yerinde ben olacaktım. Çevresine planladığımdan daha fazla zarar vermiştim zaten. Kendime onun durumunu daha fazla zorlaştırmama izin veremezdim.

“Tamam Yuuhei İşihara, Kazuki’nin cep telefonunu aç.”

“...Bu da ne birden bire?”

“Veri dosyasındaki üstten üçünce resim dosyasını aç.”

Direnme isteği hissettim, ama bu durum hakkında kavga çıkarmanın anlamsız olacağından dolayı, bana söylediğini yaptım. Resim dosyasını açtım; pijama giyinen sevimli bir kızın fotoğrafıydı, muhtemelen kendi çekmişti.

“Söylesene, bu kim?” diye sordu.

“...Bana neden bunu soruyorsun?”

“Söylersem anlamı kalmayacağı için sana söylemeyeceğim.”

Ne kadar samimi bir cevap.

Tekrar baktım. Tanımadığım bir kızdı, ama ona bunu söylemenin muhtemelen bana sadece zararı olacaktı.

Dikkatimi arka plana çevirdim. Kesinlikle bir hastane odasıydı. Şimdi düşününce, yaklaşık iki ay önce büyük bir kaza olmuştu. Acaba o kazanın kurbanı o olabilir miydi? O durumda, ismi… hatırlamıyordum.

...Neyse artık, kafadan atayım bare.

“O Khazumi Moghi.” Sadece iç giyimi olan kızın, Luka Hoşino’nun bahsettiği ismi söylemeyi denedim.

“Ne yazık ki yanıldın.”

Demek işe yaramadı he? Acı acı gülümsedim.

“Tamam, onun ismini bilmiyorum, ama ne var bunda?”

“O bir yalandı.”

“He?”

“Yanıldığını söylemem bir yalandı. O gerçekten de Kasumi Mogi, ama anlaşılan bizzat kendisini hiç görmemişsin,” dedi Maria Otonaşi ifadesiz bir yüz ile.

“......bu çok alçak değil miydi?”

“Nasıl yani? Sadece bir tahmin ile yanına kalabilmeyi düşünmekle sen çok toysun, doğru ya da yanlış cevap versende. Her neyse, al sana başka bir soru: Kazuki Hoşino ve Kasumi Mogi nasıl ilişkin?”

Bu kadar soruyla nereye varmaya çalıştığı konusunda en ufak fikrim yoktu. Yani, herhalde niyetini kasten benden saklıyordu.

Zorlukla ucu açık bir cevap verdim.

“......arkadaşlar.”

“Ve?”

Demek Maria Otonaşi gerçekten de üstü kapalı bir cevapla yetinmeme izin vermeyecekti.

“Kasumi Mogi’nin kim olduğunu bilmediğim halde ne diyebilirim ki?”

Bu belli ve doğal bir cevaptı, çünkü ona kızı bilmediğimi zaten söylemiştim. Bu cevabı vermek tamamen sakıncasız olmalıydı.

Kasumi Mogi’nin kim olduğunu bilmiyor musun?

Ama buna rağmen, Maria Otonaşi ölümcül bir hata yapmışım gibi konuştu.

“...Baştan dememiş miydim? Bu fotoğraftaki kızı hiç görmedim.”

“Evet, onu hiç görmedin, söylediğin oydu. Ama ‘hiç görmemek’ nasıl ‘bilmemeye’ eşit olabilir?

“...Dediğin hiçbir şeyin anlamı yok! Onu hiç görmedim, o yüzden onu bilmemin imkanı yo—”

—Bir dakika, bu doğru değil.

“Anladım. Şimdi gerçek kimliğine dair iyice bir fikrim oldu. Sen sınıf 2-3’tan öğrenci değilsin.”

…...hedeflediği şey buydu.

O kız, Kasumi Mogi, muhtemelen hastanede yatırıldığı için gelmedi, ve bu da onu neden görmediğimi açıklıyordu. Sınıf 2-3’ün öğrencileri ise, onu tanımamalarına rağmen onu biliyorlardı: Çünkü o onların sınıf arkadaşıydı ve ve sırası hep boş kalan gizemli bir bireydi.

Doğru, o soruların niyeti—şüpheli bireylerin sayısını azaltmaktı.

“Hımf, dürüst olmak gerekirse, Ryuu Miyazaki’nin muhtemelen sahip olduğuna benziyordu. Anlaşılan yanlıştım ama. Sen sınıf 2-3’ten bir öğrenci değilmişsin, ne de olsa.”

Ryuu Miyazaki mi?

Neden onun konusunu açtı ki?

Otonaşi tarafından yakalandığımdan dolayı ona talimat veremediğim için kendi kafasına göre hareket mi etti o yoksa?

“Sen… hayır, daha doğrusu, sahip, sınıf arkadaşımız olmayan, ama bizi iyi tanıyan biri olmalı. Bizim hakkımızda o kadar bilen çok insan olduğunu düşünmüyorum. O, Kazuki ve benim kolaylıkla tanıyabileceğimiz biri, değil mi?”

Tabi ki de cevap vermedim.

“Yuuhei İşihara hakkında bulduğum bir tane daha muhtemel ipucu buldum. Ryuu Miyazaki Yuuhei İşihara’ya annesinin sevgilisi olarak hitap etti. Bunu neden bahsettiğini anlamaya çalışıyordum ve şu mantıklı sonuca vardım:”

Maria Otonaşi kanaat ile ilan etti.

“—Yuuhei İşihara diye biri yok.”

Nefesimi tuttum.

“Hangi ismi kullandığın senin umurunda değildi. Ama ya sen ya da Ryuu Miyazaki bunu kendi yararına kullanmaya karar verdi; ‘Yuuhei İşihara’nın’ bize gerçekten var olduğuna inandırıp sahibin kimliğini saklamak, değil mi? Ve bir sevgili içeren karışık bir ilişkiye karar verdiniz çünkü öyle bir durumu araştırmak zor olurdu, değil mi?”

Öyle biri yok, o yüzden onu saklayabiliriz—he? Anladım. O neredeyse haklıydı.

Ama o hala tam tutturamamıştı. Yuuhei İşihara gerçekten de Ryuu Miyazaki’nin annesinin sevgilisiydi. Fakat, aynı zamanda artık var olmadığı da söylenebilirdi.

Ne de olsa, Yuuhei İşihara çoktan ölmüştü.

“O kadar mıydı? Eğer öyleyse, sıra bende mi?”

Maria Otonaşi kaşlarını çatıp sert sert baktı. Sanırım ani sorum onu tedbirli yapmıştı.

“...Ne tartışmak istiyorsun?”

“Konu senin ilgini çekecektir sanırım! Belki de benden öğrenmeye çalıştığın bir şeydir.”

Konuşurken gülümsedim.

“Balçıkta Yedi Gece’nin nasıl çalıştığını anlatacağım.”

2 Mayıs (Cumartesi) 10:00[edit]

Görüş alanımdaki her nesneye bakıp, bilgi topladım ve Kazuki Hoşino olarak kimliğime tekrar kavuştum. Gökyüzü. Beton. Yer. Kum. Maria Otonaşi. Elim. Kazuki Hoşino. Burası okul binasının arka tarafıydı. Ben—bendim.

Alışmaya başlamıştım, çünkü defalarca kişilik değiştirmiştim zaten. Ama tam da alışmaya başladığım için fark ettim:

Yaşadığım şey kısa süreli ölümden farksızdı.

Kendim olmadığım zaman boyunca tamamen kayboluyordum. Rüya bile görmüyordum. Bu bana adım adım yaklaşan bir ‘ölümdü’. Balçıkta Yedi Gece’yi 5 Mayıs’a kadar yok etmezsem, sonsuza dek kaybolacaktım. Diğer bir hitapla, ‘ölecektim’.

“Kazuki?” diye sordu önümdeki kız. Sessizce başımı salladım, ama bunun yetersiz kalacağını fark edip “Evet, Aya.” ekledim.

Otonaşi saatine bakıp kaşlarını çattı.

Onun ayağının yanında uzanan bir eskimiş bir elektrogitar olduğunu fark ettim.

“Bu mu? Hafif müzik kulübünden getirdim.”

Çok eski bir gitar, ama bütün tellerinin yeni olduğuna göre, hala sık sık kullanılıyordur herhalde.

...Onu izin istemeden aldığına emindim.

“Biliyor musun, Reddeden Sınıf içerisinde zaman geçirmek için gitarla oyalandım.”

Otonaşi elektrogitarı yerden alıp çalmaya başladı. Oldukca yetenekli bir şekilde çaldı. Kıyasla, ben daha F-teli ile zar zor çalıyordum. Hemen çalmamaya başladı ve gitarı bana doğru uzattı.

“He?”

“Çal. Ablanın gitarını elden düşme olarak aldığını biliyorum.”

“Ah, hayır… Biliyor musun ben çok iyi çalamam.”

“Umurumda değil. Ben konuşurken gitarı çal. Eğer öyle yaparsan, Yuuhei İşihara ile değiştiğin anı anlarım.”

Anladım. O yüzden bu gitarı getirmişti.

Çok kötü gitar çalarım, o yüzden biraz utandırıcıydı, ama eninde sonunda çalışma kitabımdan ünlü bir rock grubundan ünlü bir şarkı çalmaya başladım.

“Ablamın gitarını aldığımı bildiğine şaşırdım.”

“Senin hakkında bilmediğim bir şey yok,” dedi cesaretle.

“...Reddeden Sınıf içerisinde öğrendiğin hiçbir şeyi unutmadın mı Aya?” O soru birden aklıma geldi, ve gitarı şapşalca çalmaya devam ederken sordum.

“Mm yani, her şeyi hatırlıyorum. Hayır… kesin konuşmak gerekirse, benzer tekrarlardan oluşan uzun bir süre olduğundan dolayı birkaç şey kesinlikle unuttum. Ama esasında hemen hemen her şeyi hatırlıyorum.”

Otonaşi bana kaşlarını çattı.

“Senin tecrüben farklı mıydı acaba?”

“Evet, çok bir şey hatırlamıyorum. O zamandan anılarım fani, daha çok şipşak fotoğraflar ve bulanık resimlerden ibaret. Yolda yanından geçen her kişinin suratını hatırlayamamak gibi.”

Dediklerimi dinledikten sonra, Otonaşi'nin gözleri fal taşı gibi açıldı, ve hiç hareket etmeden ayakta dikildi.

“He? Ne oldu?”

“Ah, hayır—”

Kafasının açık açık karıştığını fark ettikten sonra, benim kafam onunkinden daha da karışmıştı.

“Öyleyse kutu içerisinde yaptıklarımız hakkında neredeyse hiçbir şey hatırlamıyor musun?”

“Y-Yani, evet.”

“An...ladım…”

Otonaşi her nedense sessiz kaldı. Onun devam etmesini beklerken ona baktım, ama o hemen gözlerini kaçırdı.

“Şimdi bahsedince, bu gayet makul bir durum. Benim gibi anılarını muhafaza edebilmenin imkanı yok, çünkü sen bir sahip değilsin. Anladım, her şey sonunda yerli yerine oturdu. Demek o yüzden—” gözleri hala çevrilmiş bir şekilde mırıldanmaya devam etti “—o yüzden bana Aya diyorsun.”

“He?”

“Yok bir şey.”

Otonaşi özgüvenini toparladı ve bana sert sert baktı.

“Hey, Kazuki. Gitarı çalmamaya başladın.”

Aceleyle tekrar çalmaya başladım. Nerede kaldığımı unuttuğum için, şarkıya tekrar baştan başladım.

“Of, fasa fiso hakkında gevezelik ettiğin için önemli şeylerden bahsedemedim.”

“Özür dilerim. Öyleyse alakalı şeylere geri mi dönelim?”

“...Hım, bakalım şimdi. Yuuhei İşihara’nın bana söylediklerine hala güvenebileceğimi bilmediğim için, o kısmı anlatmayacağım şimdilik. Senin ‘Kazuki Hoşino’ olduğuna emin olduğum süre boyunca bu yeni kutu hakkında tartışmak istiyorum.”

Başımı salladım ve başlamasını istedim.

“Farklı tür kutuların olduğunu anlamalısın. Hatalı bir anlatım olabilir, ama basit kalması için şöyle diyelim, içten çalışan kutular var ve dıştan çalışan kutular var. Reddeden Sınıf daha çok içten çalışan bir kutuydu, ama Balçıkta Yedi Gece daha çok dıştan çalışan bir kutu.”

“Hım? Aradaki fark ne?”

“İçten çalışan bir kutu sahibin dileğinin gerçek dünyada imkansız olduğunu düşünmesinden doğar. Örneğin Reddeden Sınıf’ın sahibi Kasumi Mogi, geçmişi tekrar yaşamanın imkansız olduğunu düşünüyordu. O yüzden gerçek dünyadan ayrı, dileğine inanabileceği bir alan yarattı. Mogi kendisini ve sınıf arkadaşlarını dileğinin gerçek olabileceğine inandığı bir kutunun içine tıktı.”

Gitarı çalmaya devam ederken başımı salladım.

“Dıştan çalışan bir kutu sahip, dileğinin gerçek dünyada gerçekleşebileceğini inandığı zaman doğar. Balçıkta Yedi Gece’nin sahibi dileğinin kutunun gücü ile gerçekleşebileceğini inanıyor anlaşılan. Doğru, gerçek hayatta bir vücudu ele geçirmek olası gözükebilir, bu da demek olur ki gerçek hayattan ayrı olarak özel bir alan yaratmaya gerek yok. Bu da kutuyu hala tam algılayamama bağlı bir durum.”

“Bunu hazmetmek için biraz zamana ihtiyacım olacak, ama… kısaca kutu, dileğinin gerçek dünyada gerçekleşebileceğine inanıyorsan dıştan çalışan bir kutu, diğer türlü de içten çalışan bir kutu mu olur?

“Evet, aşağı yukarı öyle. Eğer üst sınır olarak 10 şeklinde sayı ile puan verirsek, Reddeden Sınıf içten çalışan kutu olarak 9, ve Balçıkta Yedi Gece de dıştan çalışan kutu olarak 4 alırdı. Dıştan çalışan kutunun puanı ne kadar yüksek olursa, kutu gerçek hayatı o kadar çok etkiler.”

Reddeden Sınıf’ının etkisi neredeyse var olmadığı belliydi, çünkü alakalı olan sınıf arkadaşları hatırlayamıyordu bile.

Başka bir deyişle, bunun Balçıkta Yedi Gece’nin farklı olduğu anlamına mı geliyordu?

“Ah—”

Şu an bulunduğum durumumun zalim doğasını fark ettim.

Tüm sınıf arkadaşlarım tarafından hor görülüyordum. Dahası, Daiya, Kokone, ve Haruaki ile olan ilişkilerimin hepsi karışmıştı.

“Yani—yani—, mahvolan günlük hayatım—”

“Aynen öyle, geri dönmeyecek.

Gitarı çalan elim durdu.

Gitardan gelen sesler yok oldu.

Geri dönmeyecek miydi? Günlük hayatım geri dönmeyecek miydi? Günlük hayatım doğaüstü güçlerden böyle mi kalacaktı?

Yani—günlük hayatım artık varolmayan bir şeydi.

Geri kazanmak istediğim şey artık varolmayan bir şeydi.

Bunu fark ettiğim an, gözlerim karardı, sanki tek bir yüklenmeden dünyadaki bütün sigortalar atmıştı. Yani, artık hiçbir amacım yoktu. O kutuyu yok etmek anlamsızdı.

Her şeyi gözümden kaybetmiştim.

Artık umurumda değildi.

Sendeleyerek uzaklaşmaya başladım. Otonaşi bir şey söyledi, ve bende yanıt olarak bir şey söyledim. Ne onun dediklerine, ne de kendi dediklerime dair hiçbir fikrim yoktu, ve umurumda da değildi.

Çığlık atmak istedim. Ama çığlık attığımda bile, beni kurtarabilecek kimse yoktu.

2 Mayıs (Cumartesi) 11:00[edit]

Her nedense bir bakkaldaydım, elimde haftalık bir manga dergisi vardı. Kazuki Hoşino’nun telefonunda zamanı kontrol ettim. Şu anda üçüncü dersimde olmalıydım… öyleyse neden bakkaldaydım?

Etrafa bakındım, ama Maria Otonaşi görünürde yoktu.

Bunun anlamı neydi? Ayrılmış olamazlardı, değil mi?

Bunun bir tuzak olduğu konusunda endişelendim, ama Ryuu Miyazaki ile iletişime girmek fırsatını görmezden gelemezdim.

Telefon numarasını ezberimden girdim. Telefon tekrar tekrar çaldı; yani, derste olmalıydı, o yüzden telefona hemen cevap veremezdi.

Aramayı iptal ettim ve yapılan arama kayıdını temizledim. Ryuu Miyazaki beni hemen geri aradı.

“Alo? Ryuu Miyazaki?”

“......Hey, neden ismimin tamamını kullanıyorsun?” diye sordu, biraz huysuz gibiydi.

“Ben kimseyim. Hatırladığın ‘biri’ sana farklı bir şekilde hitap edebilirdi, o yüzden bunun ‘benim’ için en doğal hitap etme şekli olduğunu düşündüm.”

“...A-ha. Ee, benden bir şey istiyorsun, değil mi? Nedir?”

“Şu an dersinin olduğu umurunda değil mi?”

“...En önemli şey sensin.”

“Sınıf başkanının ağzından çıkanlara bak… ama böyle hissettiğine sevindim. Tamam, nasıl ilerlememiz gerektiğini tartışmak istiyorum.”

“Bence bunu okulda konuşmamalıyız. Benim apartmanıma gelmeye ne dersin?”

“Bana hava hoş… Ama 12:00’nin benim sıram olup olmadığını ayırt edemediğini biliyorsun, değil mi?”

“O yüzden benim apartmanımı teklif ettim. Kazuki Hoşino’yu orada saat 12:00’den önce zapt etmemiz gerekiyor sadece. 13:00 yine senin sıran, değil mi?”

“Tamam, birini zapt etmenin güzel bir yolunu öğretiyim sana! Biliyor musun, esasında bu, Maria Otonaşi’nin beni kandırdığı yöntem—”

Onun kelepçeler ile ne yaptığını anlattım.

“Kelepçe he? Güzelmiş. Biz buluşmadan önce alabilir misin birkaç tane?” “Tabi.”


“Nerede yaşadığımı biliyorsun değil mi?”

“Evet. Görüşürüz o zaman.”

Bir kaç hızlı tıklama ile aramayı sonlandırıp arama geçmişini temizledim. Ryuu Miyazaki’nin apartmanı, he?

Şimdi durup düşününce, bu oraya ilk gidişim olacaktı. Şimdiye kadar, oraya gitmekten hep kendimi geri tutmuştum. Şimdi ancak farklı bir vücutta olunca oraya gidebilmem ne kadar da ironik.

2 Mayıs (Cumartesi) 11:47[edit]

Ryuu Miyazaki’nin apartmanı iki katlı tahtadan bir bina, Maria Otonaşi’nin yaşadığı apartmandan çok daha az lükstü; kendi kendine kilitlenen kapı gibi özellikler kesinlikle yoktu. İkinci kattaki odasına gittim ve zili çaldım.

Ryuu Miyazakihemen yüzünü gösterdi.

“Al—hediye.”

Ona, içerisinde el ve ayak kelepçesi olan kahverengi kağıt torba verdim. Ryuu Miyazaki ifadesini neredeyse hiç değiştirmeden kabul etti.

Ayakkabılarımı çıkartıp odaya girdim. Yaklaşık altı tatami büyüklüğündeydi. Çok sıkışık olmasına rağmen, her şeyi düzgün ve temiz tutuyordu. Yere otururken, tek başına bilgisayarının ne kadar yer kapladığına şaşırdım.

“Ah, doğru, şikayet etmek için bekliyordum. Kendi kafana göre hareket edip Maria Otonaşi’ye gereksiz şeyler söyledin, değil mi?”

Ryuu Miyazaki eğri bir şekilde gülümsedi. “Ağzından ilk çıkan şey şikayet mi?”

“O kız aramızdaki bağıyı saklama girişimini fark etti. Beraber çalıştığımızı fark etti bile.”

“Öyleyse tam da beklediğim gibiymiş.”

Hiç endişesi olmadan konuştuğundan dolayı bir kaşımı kaldırdım.

“...Anlamıyorum. Yani benimle işbirliğini kasten mi açığa vurdun?”

“Hadi canım, sanırım öyle?”

Hey… bu berbat bir bahaneye benziyordu.

“Maria Otonaşi Kazuki Hoşino’ya yardım etmeye çalıştığımdan dolayı benden şüphelendi. O sıradan bir kız değil; o yüzden onu kandıramayacağım kanısına vardım.”

“Ama ona doğrudan söyleme zahmetinde bulunmana gerek yoktu!”

“...Senin amacın Kazuki Hoşino’nun teslim olmasını sağlamak, değil mi?”

“Eğer öyleyse?”

“Otonaşi çabalarını kesinlikle engelleyecektir, çünkü sen Kazuki Hoşino’ya doğrudan saldıramazsın. Başka bir deyişle, ‘Kazuki Hoşino’ya’ sadece Otonaşi vasıtasıyla saldırabilirsin. Ama senin de bildiğin gibi, o kesin zekalı. Otonaşi vasıtasıyla yapılan herhangi bir saldırı kolaylıkla savuşturulabilir.”

“Biliyor musun, haklısın, ama…”

“O yüzden Kazuki Hoşino’ye Otonaşi vasıtasıyla değil de, doğrudan saldırabilecek birine ihtiyacın olduğunu düşündüm. Tabi ki de bunu halledebilecek tek kişi benim.”

“Doğru…”

“O yüzden senin tarafında olduğumu açık açık göstermek en iyi seçenek. Ama öğrenebilmesini fazla kolay yapsaydım, o şüphelenirdi. O yüzden dolambaçlı bir yaklaşım seçtim!” dedi aldırışsızca.

Yüzümde aniden eğri bir gülümseme belirdi. Onun bu kadar detaylı davrandığını düşünmemiştim. Hayal ettiğimden daha da güvenilir çıktı.

“Zaten gizli bir planım hazırda var.”

“Anlat bakalım.”

Ona bir ceset göstereceğiz,” diye teklifte bulundu.

“Bunun gerçekten onu ümitsizliğe kapılmasını sağlayacağını düşünüyor musun? Tabi, bir ceset gördükten sonra şoka girer, ama… yani…”

İtirazlarımı duyduktan sonra, Ryuu Miyazaki sırıtmaya başladı.

“Ve ona o kişiyi az önce öldürdüğünü söylesek?”

Bu—ilgimi baya çekmişti.

Bende gülümsemeye başladım.

“Sen merak etme; ben Kazuki Hoşino’yu ümitsizliğe kapılmasını kesinlikle sağlayacağım,” diye ilan etti Ryuu Miyazaki ona verdiğim torbayı yağmalarken, ve bana bir çift kelepçe attı.

2 Mayıs (Cumartesi) 12:00[edit]

Önümde duran herif de kim? Ona dikkatle baktım ve Ryuu Miyazaki’nin gözlüklerinin eksikliğinde keskin bir bakışını fark ettim.

Miyazaki neden…?

Daha önceden hiç görmediğim küçük bir odanın içinde ellerim ve ayaklarım kepçeli bir vaziyetteydim. Durumumun ciddiliği gayet açıktı.

Değişmeden önce tam olarak ne yapmıştım? ...Hatırlayamıyordum. Sıradan hayatımın geri dönmeyeceğini fark ettiğimde, gözlerim kararmıştı—ve neyin ne olduğunu anlamadan kendimi bu odada bulmuştum.

“Burası benim odam. Ben seni zapt ettim.”

“...Niye?”

“Niye mi? ‘Yuuhei İşihara’ sana açıklamadı mı? Teslim olman için.”

Diğer bir deyişle, Miyazaki kendi için değil, Yuuhei İşihara için mi hareket ediyordu?

“Hoşino, Otonaşi sana kutunun detaylarını anlattı mı?”

Başımı iki yana salladım.

“Demek sır tuttu, he. Yani, bu muhtemelen akıllı bir karardı. Biliyor musun, Yuuhei İşiihara dedi ki onun sana bilgilendirmesi niyetiyle anlatmış.”

Şimdi düşününce, o galiba Yuuhei İşihara tarafından öğrendiği bir şey anlatmak üzereydi.

“Onun yerine ben sana anlatacağım! ...haha! İşler düşmanlığımı açıkladığımdan beri gerçekten bir hayli daha kolay oldu.”

“...düşmanlık mı? Ne?”

“Onu boş ver. ...ee, bu kutu senin varlığını bir hafta içerisinde sileceğini biliyorsun, değil mi?”

“Evet. ...Ama ilk önce bir şeye dikkatini çekebilir miyim?”

“Nedir?”

“Senin dediğin herhangi şeye güvenemem. Ne de olsa, sen benim düşmanımsın, değil mi? Beni daha ilk günden beri kandırmaya çalıştığından dolayı açıklamanı öyle kolay kabul edemem.”

“Çok doğru.” Miyazak rahatlıkla sözlerimi kabul etti ve hiç endişe belirtmedi. “Son zamanlarda düzenbaz olacak kadar yetenkli olup olmadığımı merak ediyorum—bu benim yeni keşfim. Ama şu an sana sadece gerçeği söyleyeceğim. Kendin doğrulamaya çekinme. Eğer dinlemek istemiyorsan, kulaklarını kapa. ...Gerçi, kelepçelerden dolayı onu pek de yapamazsın…” dedi duygusuzca. Bana yaklaştı ve bana bir defterden kesilmiş bir kağıt parçası verdi.

00-01 01-02 23-24 1. gün
02-03 03-04 04-05 2. gün
11-12 13-14 15-16 3. gün
09-10 4. gün
5. gün
6. gün
7. gün Son



“Bu Yuuhei İşihara’nın bana verdiği bir not.”

Bu da demek olur ki Yuuhei İşihara bunu yazdı. El yazısı ve yuvarlak harfleri şaşırtıcı derecede düzenli.

“Bugün dördüncü gün.”

Dördüncü satırda bir tek ‘09-10’ yazıyordu. Hep üçer çift sayı satırlardan oluşmasına rağmen, bu satırda sadece bir çift sayı vardı. Ondan sonra da hiç yoktu.

“Bu sayılar ne anlama geliyor ya…?”

“Hoşino, günden güne zamanının azaldığını fark etmedin mi?”

“...He?”

“‘Kazuki Hoşino’ olarak zamanın her gün biraz biraz ‘Yuuhei İşihara’ tarafından çalınıyor! Bu notta senden çalınan saatlerin listesi yazıyor. Örneğin, ‘00-01’’in anlamı, saat 00:00’dan 01:00’e kadar olan zaman ‘Kazuki Hoşino’dan’ ‘Yuuhei İşihara’ tarafından çalınmıştır.”

Not’a tekrar baktım. Bugünün satırında bir çift sayı, ‘09-10’, bulunuyordu. Bu da demek olur ki Yuuhei İşihara vücudumu bugün saat dokuz’dan on’a kadar kontrol etmişti. Doğru, o sıralarda bilincim yerinde değildi.

“Öyleyse günümden sadece üç saat mi çalıyor? Artmıyor mu?”

“...hey, konuşmadan önce azcık düşünmelisin. Ben ‘çalınan zaman’ dedim. O zaman sadece o gün çalınmıyor. O zaman ondan sonra da ‘Yuuhei İşihara’nın’ sahipliğinde kalıyor. Örneğin, 00:00 ve 01:00 arasında senden çalınan saat bir daha senin olmayacak.

Hala anlamakta zorluk çekiyordum.

“Hayret, hala anlamıyor musun? Hm… belki bir günü 24 parçaya bölüp her gün üç tanesinin çalındığını hayal etmek daha kolay olur. İlk gün parçaların 21’e, ikinci günde 18’e, üçüncü günde de 15’e düşer. Ve yedinci günde, sadece üç parça kalacak. Tarih sekizinci gün olduğu an hiç kalmayacak. Diğer bir deyişle: Oyun Bitti.”

Sonunda anladım.

Ayrıca bana bunu neden anlattığını da anladım. Balçıkta Yedi Gece’yi anlatmanın Yuuhei İşihara için dezavantaj olacağını düşünürsün. Bana yine de öğretmesinin sebebi ise

“Aa, anlaşılan fark etmişsin. Anladın, değil mi? O yüzden, bu yalan olamaz. Yalan, yalan olduğunu fark ettiğinde ümitlenirsin. Ama diğer yandan, acımasız bir durumun gerçekten doğru olduğunu fark edince, ümitsizliğe daha da çok kapılırsın. Ve, geçmişi birazcık düşünürsen, bunun sana gerçekten olduğunu fark edersin, değil mi?”

Doğru. Vücudum da gerçeğin bu olduğunu söylüyordu.

“Senin için matematiği yapayım mi? ‘Kazuki Hoşino’nun’ şu anki zamanı dahil 7 parçası kaldı, yarın, 3 Mayıs’ta 9, 4 Mayıs’ta 6, 5 Mayıs’ta da 3 kalacak. Bütün parçalarını sayarsak hep birlikte 24 eder. Anlıyor musun? Bir gün kadar zamanın bile yok!”

Miyazaki beni köşeye sıkıştırmak uğruna konuşmuştu.

Sana gerçeği söylerek seni köşeye sıkıştırmak. Bu yüzden Yuuhei İşihara bu bilgiyi açığa vurdu. Böylece, sana çıplak gerçeği söylüyorum.”

“Hala dört günüm kaldı.” Gerçekten de bu şekilde düşünüyordum. Ama bu büyük bir hataydı. Savaş çoktan Yuuhei İşihara’nın lehine olmuştu.

Bu vücut içerisinde geçirdiğimiz zamanı düşününce, “Kazuki Hoşino” çoktan azınlıkta olan varlık olmuştu.

Dahası, Yuuhei İşihara ortak olarak Ryuu Miyazaki’ye sahipti.

Ha. Daha şimdiden ümitsizdi gerçekten.

“Bu kadar sakin olduğuna şaşırdım.”

O şimdi sözünü edince… Bu çaresiz duruma rağmen, sakin hissediyordum.

Ki bu da… anlaşılabilirdi.

Ne de olsa, ben bu son kötü haberi duymadan da ümitsizliğe kapılmıştım.

“Hey, Miyazaki “Nedir?”

“Neden Yuuhei İşihara’ya yardım ediyorsun?”

Anlaşılan sorumu beklemiyordu—Miyazaki sessiz kaldı.

“Eğer gerçekten önemli bir sebep olmasa ona yardım etmezsin, değil mi? Dahası, eğer Yuuhei İşihara vücudumu kontrol ettiğini söylese bile, ona öyle bir konu hakkında hemen inanmazsın. Değil mi?”

...Hım, evet. Onu kandırmaya çalışayım.

“Al sana bir sebep—örneğin—esasında sen Yuuhei İşihara’sın.”

Yanlış olması durumunda çok gülünç olacak saçma bir tartışmaydı.

Ama Miyazaki keskin bakışını sürdürdü ve sessiz kaldı.

“......Ben Yuuhei İşihara’yım, he? Yani—”

Miyazaki acı acı gülümsedi ve devam etti.

Bu doğru.

“—He?”

Onun beklenmedik sözleri bana konuşma kabiliyetimi kaybettirmişti.

“Doğrusu, çoktan usanmıştım bundan. Bunu saklamanın beni bu kadar bitkin bırakacağını hiç hayal edemezdim. O yüzden biraz rahatlamak için neler geçirdiğimi anlatmak istiyorum.”

Miyazaki iç çekti. Oldukca yorgun gözüküyordu.

“Hoşino. Senin için önemli olan bir şey var mı?”

“...Var.”

Belki de ‘vardı’ demek daha doğru olurdu. Günlük hayatım yok olmuştu ne de olsa.

“Öyleyse hislerimi anlayabiliyor olmalısın. Bence gerçekten önemli bir şey ne son derece fedakarlıkla ilgilendiğin, ne de çifte kumrular gibi aşkının odağı değildir. Bence gerçekten önemli bir şey senin kökün olan bir şeydir. Öyleyse, eğer kaybolursa, sanki omuriliğin alınmış gibi kırık kalırsın ve kendinin boş bir kabuğuna dönüşürsün. O yüzden, gerçekten önemli bir şey—kişinin kendine eşittir.”

“Senin az önceki ‘bu doğru’ deyişin ‘Yuuhei İşihara’ olduğunu ima etmiyordu, değil mi?”

“Tabi ki de hayır. Eğer ben o olsaydım, böyle tiksinç davranışlara izin vermezdim.”

Ama öyle davranışları Yuuhei İşihara tarafından destekliyor, çünkü Yuuhei İşihara onun için çok önemliydi.

“Eğer bu onun dileği ise, gerçekleşmesini sağlayacağım. Haksız olsa bile, onu korumak için her şeyi yaparım.”

Tavrı ne gururlu ne de inatçıydı. Acı acı dudaklarını ısıyordu ve gözlerinde bu duruma katlandığı gözüküyord, ama tamamıyla tereddütsüzdü.

“...Ne demek istediğini anlıyorum! Ama Yuuhei İşihara niye senin için bu kadar önemli?”

Miyazaki bir “...hım” sesi çıkarttı ve devam etti.

“Muhtemelen... hayır, muhtemelen değil. Bundan eminim. O benim için çok önemli çünkü—”

Durum hakkında hoşnutsuzmuş gibi birkaç söz etti.

“—Ben onun abisiyim.”

“Abisi mi? He?” Onun ünlemini hemen algılayamamıştım. “Demek Yuuhei İşihara ile olan ilişki hakkında yalan mı söylüyordun? ...he? Ama… ne…”

“Yuuhei İşihara annemin sevgilisi. Bu doğru.”

“...ehm, yani, Yuuhei İşihara ve ‘Yuuhei İşihara’ baştan beri tamamen ayrı iki insan mıydı?”

“Evet. O şerefsizin ismini kullanmak her şeyi daha karışık yaptı, ama haklısın.”

“Yani benim içimde Yuuhei İşihara değil, senin kardeşin var…”

Sadece akraba oldukları için, Yuuhei İşihara kendini "Yuuhei İşihara" olarak çağıracak kadar mı Miyazaki tarafından önemseniyordu? ... hayır, bu seviyedeki bir hissi ben anlayamıyordum. Bir ablam vardı, ve o tabi ki de benim için önemliydi. Ama Lu için böyle bir şey asla yapmazdım.

“Sana aile ortamımı anlatmamış mıydım.” dedi Miyazaki, soruma doğrudan cevap vermeden.

“Söylediğim her şey doğruydu, sadece onun abisi olduğumu gizledim. Boşanma hayatımı mahvetti. Çocukların anne ve babalarına dayanması gerekir, ama benim anne babam bana ‘Sana ihtiyacımız yok!’ dediler. Ayak bağı olduğumu söylediler. Çöpten farksız olduğumu söylediler. Benim bir hata olduğumu söylediler. Bütün hayatım yok oldu. Klişe gibi gelebilir ama ümitsizliğin dibine vurmuştum. Artık insan gibi hissetmiyordum.”

Kendini küçümseyen bir gülümseme ile devam etti.

“Ama kendini artık insan gibi hissetmeyen bir tek ben değildim. Annemin velayetinde kalan kardeşim—o diğer insan dışı varlık beni kurtardı. Sanırım bağımlılığım sağlıklı değildi, ama sayesinde hayata geri döndüm. O benim köküm oldu ve omuriliğim olmadan yaşayamayacağım gibi onsuz yaşayamaz hale geldim.”

Bana kaşlarını çatıp sert sert baktı.

“Bir daha asla insan dışı bir varlık olmak istemiyorum. Kendimi—koruyacağım.”

Miyazaki'nin kardeşi onun için çok değerli olduğunu çok iyi anlamıştım.

“...Ama anlayamıyorum.”

Miyazaki söz etmeden devam etmem için beni teşvik etti.

“‘O’ nasıl Kazuki Hoşino olarak gerçek mutluluğa kavuşacak ki? Onu koruyarak ona yardım ettiğini düşünmüyorum. Doğru yolu kendisi bulması gerektiğine inanıyorum.”

“Haklısın, herhalde.”

Şaşırıtıcı bir tereddütsüzlükle Miyazaki bana katıldı.

“Öyleyse—”

“Hecelemekle uğraşma! Biliyorum. Bunun hepsinin farkındayım, ama artık çok geç!”

“...He?”

2 Mayıs (Cumartesi) 14:00[edit]

Neden ‘çok geç’ olduğunu keşfettim.

Gözlerimin önünde olan şeyi o kadar da çabuk kabul edemesem bile, kesinlikle çok geçti.

Bunlar annemin ve Yuuhei İşihara’nın cesetleri.

Tekrar bilmediğim bir tane daha evdeydim. Kayda değer hiçbir özelliği olmayan bir oturma odası görüyordum.

...Her yere sıçramış olan kırmızı sıvı dışında.

Vücutlara baktım.

Orta yaşlarında bir bayanın cesedi vardı. Kafası yarılmıştı, beyni her yere dağılmıştı ve kafası hilal şeklinendeydi.

Orta yaşlarında bir adamın cesedi vardı, o da muhtemelen gerçek Yuuhei İşihara’ydı.

Kafası kadınınki gibi yarılmıştı. Ayrıca, kolları ve bacakları garip açılarda bükülmüştü, sanki eklemleri tamamen yok edilmişti. Birinin garezi olduğunu ima eden dehşet verici bir sahneydi.

Her halükarda, burası çok pis kokuyordu.

“Aah—”

Koku cesetleri sakince gözlemlememe sebep oldu, ve birden dünyam tepe taklak oldu. Bu—neden buradaydı?

“Bu sana yaptığı saldırı!”

Bir floresan lamba vücutları hafifce aydınlatıyordu.

“Bu cinayetler Kazuki Hoşino’nun vücudu ile yapıldı. Bunun ne anlama geldiğini biliyorsun, değil mi? Kazuki Hoşino olduğun sürece, cinayetin günahından asla kaçamayacaksın. Polis tarafından yakalandığında, Kazuki Hoşino cezalandırılacaktır.”

Sesi çoktan uzaktan bir yerden yankılanıyordu ve kulaklarıma tam düzgün bir şekilde ulaşmıyordu.

Miyazaki bana baktı, ama ardından hafifçe iç çekti.

“......’dı seni köşeye sıkıştırmak için düşündüğümüz senaryo, ama bunu bir yana atalım. Sana daha önce söylediğim gibi, yalandan doğan ümitsizlik gerçek açıklandığında ümite dönüşür. O cesetler sebep. Senin vücudunu ele geçirme istemesinin sebebi.”

“Sebep mi…?” Ya bu iki kişiyi öldürmek “onun” benim vücudumu çalma isteğinin tetiği ise?

Miyazaki'nin ifadelerine göre, sanırım “o” hayatını talihsizlik ile dolu olduğunu düşünüyordu. Öyle bir hadiseden

sonra bir kutu elde etse “o” ne dilerdi? Hayatını tekrar elde etmek isteyeceğini sanmıyorum.

“...Sahibin nasıl böyle bir dilekte bulunduğunu anladım! Ama… ona neden bu Balçıkta Yedi Gece’yi fark etmesinde yardım ettiğini gerçekten anlamıyorum. Ona kutuyu yok etmesini ve kendisini teslim etmesini söylemek daha iyi olmaz mıydı…?”

“Eğer o hapise gitse, ben artık onun yanında olamazdım, değil mi?”

Doğru. Ama yine de, hapise gitmek başka biri olmaktan daha iyi olmalıydı elbette?

“Hala anlamıyor gibisin… ah, anladım. Bunu bilmenin hiçbir sebebi yok. Söylesene, hiç merak ettin mi: eğer o senin içindeyse, onun asıl vücudu şu an nerede?”

Şimdi durup düşününce, konusu hiç açılmamıştı. Benim vücudumda olduğuma göre kaybolduğunu varsaymıştım.

“Soruya ben cevap vereceğim! Telefonunu çıkar.”

Neler olup bittiğini anlamam için bunu duymam yeterliydi. Cep telefonumu çıkarttım, veri dosyasını açtım ve ses kayıtlarına baktım. Yeni bir tane vardı.

Kayıtı açtım.

“Asıl vücudum mu? Çoktan öldürdüm!”

Nefesim kesildi.

Yani “o” annesini ve Yuuhei İşihara’yı öldürdükten sonra intihar mı etmişti? Niye öyle saçma bir eylemde bulundu…!?

“Yani demeye çalıştığım, sadece bir ayak bağı değil mi? O vücuda ihtiyacım yok—artık o çocuk değilim!”

…….Bir dakika! Yani diğer bir deyişle—

“Artık çok geç; anladın mı? Artık korumak istediğim kişiyi koruyamam.”

—Doğru, artık çok geçti.

Sadece Miyazaki için değildi, aynı zamanda benim için de öyleydi.

Ne de olsa “onun” asıl vücudu öldü. Bu da demek olur ki sahip öldü. Ayrıca bu kutuyu artık yok etmenin bir yolu kalmadığı anlamına da geliyordu.

Kısacası—Balçıkta Yedi Gece’nin nihai sonucu artık engellenemez.

Artık çok geçti. Biz tamamıyla çok geç kalmıştık.

“Tek seçeneğim Balçıkta Yedi Gece’yi gerçekleştirmek.” Bu sözleri o kadar sakin bir şekilde söyledi ki duygularını bastırdığını hemen fark ettim.

Açıkça: “Yani, Hoşino—Sanırım seni sileceğim.” dedi. O, soluk başını yavaşca kaldırdı; gözleri—bomboştu.

“Direnme isteğini tamamen ezip geçeceğim.”

Gözlerime bakmadan, Miyazaki konuşmaya devam etti.

“Ama sırf bunu yapmakla kalıp dinlenemem, çünkü Maria Otonaşi ile başa çıkmam da gerekiyor. O yüzden senin teslim olmanı sağlayıp Maria Otonaşi’yi durdurmayı düşünüyordum. İkisini aynı anda nasıl yapabileceğimi düşünüyordum.”

Miyazaki'nin ağzı biraz büküldü, ve devam etti.

Otonaşi’yi yakalamak. Ama senin yapmanı sağlayarak.

“...Ve bu teslim olmamı mı sağlayacak?”

“Evet. Düşünsene: eğer Otonaşi’yi yakalayıp onu 6 Mayıs’a kadar hapsedersek, bize artık tehlikesi kalmaz—bu yeterince kadar belli. Eğer Otonaşi hareket edemezse, Balçıkta Yedi Gece engellenemez.”

Yani Otonaşi ihanet etmek son çaremi terk etmekle eşitti.

Teslim oldum anlamına gelirdi.

“Öyleyse uygulamaya geçelim—Hoşino, seni odamda hapsedeceğim ve seni Otonaşi’yi yakalamak için yem olarak kullanacağım. Ne kadar direnirsen diren seni sürükleyip götüreceğim. Şiddet kullanmaya da tereddüt etmem. Gerçi, tekrar kişilik değiştirdiğin an direnmenin anlamı kalmaz.”

“Öyleyse… neden değişmemi beklemiyorsun?”

“Eğer öyle yaparsam, olanlara bahane olarak kendi isteğine karşı olarak tutulduğunu düşünebilirsin. Eğer kendi rızan ile Maria Otonaşi’ye ihanet etmezsen, anlamı kalmaz. Ne de olsa, senin tamamen teslim olmanı sağlamamız gerekiyor.”

…….Anladım.

“Öyleyse ne yapacaksın? Direnmeye çalışmak ister misin?”

Miyazaki cebinden muşta çıkartıp taktı. Gözlerindeki bakıştan blöf yapmadığı anlaşılıyordu.

Maria Otonaşi’ye—hayır, Aya Otonaşi’ye ihanet etmeli miydim?

İhanet edecek ne var ki? Şu an birbirimize güvenmiyoruz. Ayrıca, Miyazaki henüz fark etmemiş olabilir, ama günlük hayatımın temelli kaybolduğunu öğrendiğimden beri direnme isteğimi tamamen kaybettim.

Miyazaki'ye karşı savaşmalı mıydım? Hayır. Neden öyle can yakıcı ve amaçsız bir yol seçmeliydim ki?

“——”

Ama yine de söyleyemedim.

“Otonaşi'ye ihanet edeceğim.” kadar basit bir cümle söyleyemedim.

Neden ki? Anlamıyordum. Eğer söylemezsem hiçbir şey değişmeyecekti. Zaten pes etmiştim, ve değişme zamanı geldiğinde, mahkum olacaktım. Sonuç değişmeyecekti. Yine de, ihanetimi dile getirmeye çalıştığımda, göğüsümde yakıcı bir ağrı oluyordu.

“M-Miyazaki, söylesene—”

Güm.

“—Ah!”

Miyazaki bana vurdu. Dizlerime düştüm ve konuşamadım bile.

Miyazaki bana üstten bakarken bile ifadesiz kaldı. Diyeceğim hiçbir şeyi dinlemeyecekti. Direnme belirtisi gösterdiğim an bana acımadan vuracaktı.

Biliyordum. Sadece ihaneti seçebilirdim.

Olamaz mıydı? Ne de olsa, Aya Otonaşi bir düşmandı.

O beni omuzlarımdan tutup ayağa kaldırdı. Yumruğunu savunmasız midemde tuttu.

“Hadi, ihanet sözlerini duyayım!”

“Beni—” Bunun hiçbir anlamı yoktu, öyleyse tereddüt etmek için hiçbir sebep olmamalıydı.


Öyleyse neden—

“Beni—mahkum edebilirsin.”

Neden bu sözleri söylediğimde kalbim kırılmış gibiydi?

2 Mayıs (Cumartesi) 23:10[edit]

Utsuro no Hako vol2 clock4.jpg

Rüya görüyordum.

Tekrar aynı rüyayı görüyordum.




  1. 03 Mayıs - Kenpo Kinenbi (1947 Anayasasının Yıl Dönümü - Anayasa Bayramı)
  2. Üzerinde dövüş sanatları yapılan dikdörtgen şeklindeki minder veya kilim. Japonlar eskiden sık sık, günümüzde ise ara sıra yerlerini bunlar ile döşerler, ve bir evin büyüklüğünü genellikle tatami ile ölçerler.
  3. Japon şiltesi. Detay: https://eksisozluk.com/futon--238906
  4. (制服) - Bayan Okul Üniformasıdır. Daha fazla bilgi: https://tr.wikipedia.org/wiki/Gemici_fuku
  5. (仲間) Doğrudan başka bir dile çevirilemeyen bir kelimedir. Anlamsal olarak arkadaştan derin, yerine göre kardeşe yakın, ekibin bir parçası, ayrılmaz bir bütünün içinde yer alan - ama burada daha çok yoldaş, müttefik anlamıyla kullanılmıştır.




3 Mayıs (Pazar) - Anayasa Bayramı[edit]

3 Mayıs (Pazar) 07:12[edit]

Uyandım. Bu, kişilik değiştirme hissi değildi, ama uyanmanın normal hissiydi.

Miyazaki’nin odasının yerinde uzanıyordum. Ellerim ve ayaklarım kelepçeliydi.

Miyazaki yatağın üstünde oturuyordu. Gözlerinin altı morarmıştı. Belki son zamanlarda doğru düzgün uyuyamıyordu.

Uyandığımı fark ettiğinde, o yüzümü el beziyle sildi. El bezindeki mentol uykumun kalanını sildi.

Yüzümü sildikten sonra, bana selam bile vermeden, şunu dedi: “Sana şimdi talimat vereceğim.”

Otonaşi’nin ellerine ve ayaklarına kelepçe takarak onu zapt edeceksin ve onu ihanet etmeye gönüllülüğünü göstermiş olacaksın. Tek yapman gereken bu. Basit, değil mi?”

“...gerçekten mi?”

“Aa?”

“Eğer yaparsam gerçekten teslim olduğuma inanacak mısın?”

[O], hareketlerimi yargılamakta özgürdü. Bunu ‘teslim olmak’ olarak kabul etmek istemeyebilirdi ve benden daha da kötü bir saçmalıkta bulunmamı isteyebilirdi.

“O senden Maria Otonaşi’yi çalabildiğinde tatmin olacak dedi.”

“Çalmak mı…?”

Birden aklıma bir zaman önceden bir eposta geldi.

“En derin arzum gerçekleşti. Artık sonsuza dek beraber olabiliriz.”

Sonunda o sözlerin ne demek olduğunu anlamıştım.

Anlaşılan [o] bizim sevgili olduğumuz yanılgısında bulunmuştu. O sebepten dolayı, Balçıkta Yedi Gece’yi bitirdikten sonra onunla çıkabileceği izlenimine sahipti.

Ama bu anlamsızdı. Sadece kimliğimi ele geçirerek benden her şeyi çalmak imkansızdı.

“Onu benden çalamazsın!”

“Çalabilirim.”

Neredeyse zıpladım. Burada olmaması gereken bir ses her nasıl olduysa söylentilerime yanıt vermişti.

“Ben Kazuki Hoşino dışında kimse değilim! Ona bu şekilde sahip olabileceğim.”

Ses Miyazaki'nin kontrol ettiği bilgisayarın yanındaki hoparlörden geliyordu.

“Bunun saçmalık olduğunu mu düşünüyorsun? Sen zaten olduğun için benim Kazuki Hoşino olamayacağımı mı düşünüyorsun?”

Tabi ki de. Sadece [ben] Kazuki Hoşino’ydum, o yüzden başka kimse olamazdı.

“Öyleyse söyle bakalım, Kazuki Hoşino’yu Kazuki Hoşino yapan şey nedir? Sırf kişiliğin olamaz. Ne de olsa, kişiliği ve eğilimleri zamanla tamamen değişmiş olsa bile, uzun zamandır görüşmediğin bir kişiyi aynı kişi olarak tanırsın, değil mi?”

[Onun] sözlerini duyunca, [onun] bir defasında söylediği bir şey aklıma geldi:

“Öyleyse söyle bakalım: biraz garip davranan birini gördüğünde, hemen ‘Bu başka birisi. Birisi onu ele geçirmiş.’ gibi bir düşünceye kapılır mısın?”

“—Ah!”

Doğru, Daiya, Kokone, ve Haruaki, hepsi [onu] Kazuki Hoşino olarak tanımıştı. Herkesten çok zaman geçirdiğim Otonaşi bile—

“Maria Otonaşi bile [Kazuki Hoşino]’yu [Yuuhei İşihara]’dan ayırt edemiyor, değil mi?”

“...Aa”

“Yani, kutuları bildiği için, [Kazuki Hoşino]’nun kayboluşunu Kazuki Hoşino’nun bütün varlığının kayboluşu olarak algılayabilir. O yüzden, ben onu ele geçirdiğimde Kazuki Hoşino’nun kaybolmayacağını ona öğreteceğim. Böylelikle, Kazuki Hoşino onun içinde var olmaya devam edecek.”

Hoparlörden bir kıkırdama yankılandı.

“Ve sonunda ona sahip olabileceğim.”

Kazuki Hoşino’nun dış görünüşü muhafaza edildiği sürece, içi farklı olsa bile, Kazuki Hoşino olarak tanınacaktır. Bu kesinlikle doğruydu. O yüzden onun tamamen zırvaladığını düşünmüyordum.

...ama onun Kazuki Hoşino olabileceğini söylemek abartıydı.

“Bu mantığı fazla aşırı mı buluyorsun?”

Ağzımı kapadım—Miyazaki düşüncelerimi kusursuzca okuyabiliyordu.

“Hoşino, senin için değerli birinin bölünmüş kişiliğe sahip olduğunu öğrensen ne yapardın?”

“He?”

Bu ani örneği duyunca kaşlarımı çattım.

“Değerli kişin o kişiliklerden sadece bir tanesi mi? O kişilikleri dikkatle ayırıp, ‘o benim için önemli,’ ‘ona ihtiyacım yok,’ ‘o fena değil’ diyebilir misin? Demezsin, değil mi? Her şeyi göz önünde bulundurunca, kişilikler alakasız—senin değerli kişin tek bir insan.”

“......Haklı olabilirsin.”

“O yüzden, içindeki insanın [Kazuki Hoşino] veya [Yuuhei İşihara] olmasının pek de önemi yok. Benim hala Kazuki Hoşino olduğumu kabul ederse, hisleri devam eder. Eminim Maria Otonaşi’nin önemli olduğunu düşündüğü şey [senin] kişiliğin değil de—”

Miyazaki ifadesini hiç değiştirmeden devam etti.

“—Kazuki Hoşino’nun varlığının ta kendisi.”

Sözlerinde bir tür saklı güç bulunuyordu.

O sırf beni köşeye sıkıştırmak için konuşmuyordu.

“...ama maalesef ben onun için o kadar değerli bir insan değilim.”

O alaycı bir şekilde gülümsedi.

“Durumla fazla içli dışlı olduğun için fark etmemiş olabilirsin. Ama ben biliyorum. Otonaşi sana muhtaç! O yüzden kişiliğin kaybolduğunda Maria Otonaşi’nin seni kaybetmeye dayanması zor olacak. O boşluğu dolduracak bir şey arayacaktır. Kayıbını nasıl telafi edeceği belli değil mi?”

“...[Yuuhei İşihara] olacağını mı düşünüyorsun?”

“Tam öyle değil. Yaşamaya devam edecek olan Kazuki Hoşino olacak, gerçi biraz değişime uğramış olsa da.

“O yüzden mi [o] eninde sonunda onu elde edecek…? Bu sadece senin uygun bulduğun bir tahmin. Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?”

Çünkü o aynı benim gibi,” dedi Miyazaki sinir bozucu bir ses tonuyla.

“He?”

“”Çünkü bende Maria Otonaşi gibi birisine muhtacım. O yüzden onun ne yapacağını kolaylıkla öngörebiliyorum.”

Sonunda onun sözlerinde neden öyle bir güç olduğunu anlamıştım.

Miyazaki ona değerli birisinin kaybolup başkasına dönüşmesinin nasıl bir his olduğunu biliyordu.

“Ayrıntılara bu kadar takılma. Senin tek yapman gereken şey sadece Maria Otonaşi’ye ihanet etmek. Eğer yaparsan, o [Kazuki Hoşino]’yu ve [Yuuhei İşihara]’yı karıştırmaya başlayacaktır.”

“...Niye?”

“Otonaşi [Kazuki Hoşino]’nun ona ihanet edeceğinin hayali bile edemez. Onu kelepçelesen bile [Yuuhei İşihara] olduğunu düşünür. Ama gerçekte işi yapan kişi [Kazuki Hoşino] olacak. Sonuç olarak, ikinizi güvenle ayırt edemeyecek hale gelecektir. [Kazuki Hoşino] ve [Yuuhei İşihara] arasındaki sınır kaybolacak.

Ve ardından o [beni] ve [onu] aynı olarak düşünecek.

Eğer 6 Mayıs’a kadar böyle hissederse, [o] benden her şeyi çalsa bile Otanaşi [onu] direnmeden kabul edecektir. Miyazaki'nin söylediği buydu.

“Anladın mı? Tamam, sana talimat vereceğim o zaman.”

“...Bir dakika.”

Onun sözünü kestim.

“Ne?”

“[O] Otonaşi’yı benden tamamen çaldığını inanmadığında ne yapmayı düşünüyorsun?”

Sanırım olacakları biliyordum.

Birlikte değiliz ne de olsa. O yüzden onu benden çalmak mümkün değildi. İşler [onun] planladığı gibi yürüyemezdi.

“Ona ızdırap çektirmeyecek misiniz? Beni hala kullanacak mısınız?”

Miyazaki bir anlığına sessiz kaldı, ve bunu inkar etmekte başarısızdı. “Sanırım, evet.” Ve her neyse, bunu yapacak kişi sensin, değil mi?” dedi sakince.

“Sence bu donlu kız emirlerine uslu uslu itaat edecek midir? Eğer etmezse, o çok acınası olacak.”

“Neyse, iyi gitmesi için dua edeceğim.”

Ryuu Miyazaki birkaç basit sözle yanıt verdi, sanki olacaklarla ilgili neredeyse hiç ilgilenmiyordu.

Hayır—belki gerçekten de ilgilenmiyordu.

O hadiseyle ilgili hiçbir şey yapamamasına kıyasen başka hadiseler yanında hiç kalırdı. Bu teori için hiçbir dayanağım yoktu, ama yine akla geliyordu.

“Tamam, başlıyorum.”

“Tamam.”

Doğal olarak zile basmadan kapıyı açtım.

“Ben geldim.”

İkinci kata çıktım.

Her zamanki gibi, Luka Hoşino üzerinde sadece don ile uyuyordu.


3 Mayıs (Pazar) 10:06[edit]

Miyazaki kulağıma bir cep telefonu bastırdı.

“H-HAYIIIIR!!”

Telefondan gelen yüksek sesli bir çığlık duydum. Çığlık atan kişinin sesini hemen tanıdım. Ne de olsa, neredeyse her gün duyduğum birisiydi.

“Lu…!!”

“Bunu neden yapıyorsun?! Dur, Kazu!!”

“Ah—”

O… o ne yapmıştı!? Lu'ya vücudumla ne yapmıştı o!?

“Bizi uslu çocuk gibi dinlemediğin için böyle oldu!”

“Ama Lu'nun bu işle hiçbir ilgisi yok! Öyleyse neden böyle bir şey—!!”

“Çünkü bu işle bir ilgisi olmadığı için, sen ızdırap çekeceksin. Bunu yapma sebebimiz tam da bu!”

Bu sözleri duyar duymaz içgüdüsel olarak ona atılmaya çalıştım—ama başarısızdım ve yere çirkin bir yığın şeklinde düştüm. Ayaklarımın hala kelepçeli olduğunu unutmuştum. Ben kıvranırken Miyazaki bana ayağı ile bastı ve cep telefonu kulağıma dayadı.

“Üü…”

Kulaklarımı kapatamadığım için onun yerine gözlerimi kapadım, bunu yapmak ne kadar yararsız olsa da.

Duyduğum şey: “Şaka!”

“He…?”

“Kazu, niye böyle şeyler söylememi istiyorsun ki? Ablan geleceğin için endişelenmeye başladı.”

Şaşkına dönük bir şekilde başımı kaldırıp Miyazaki'ye baktım.

Nasıl yani? Hepsi bir şaka mıydı…?

Miyazaki ayağını vücudumdan kaldırdı. O ifadesiz kalmasına rağmen doğrulup ona dik dik baktım.

“Neden rahatladın Hoşino?”

“He?”

“Onlar ‘Benim Sesim’ özelliği ile kaydedilen ses dosyalarıydı. Gerçek zamanda olmuyorlar. Ya o dosyaların sırasını ters çevirsem? Belki az önce duyduğun dosya ilk önce olmuştur?”

“Y-Yapamazsın…!”

“Şaka şaka!”

“Off…”

Bu kadar enayi olduğum için sefil gibi hissediyordum.

“Off… neden sevinç ile hüzün arasında gidip geliyorsun? Sorun gerçekten incitilip incitilmediği değil, öyle değil mi? Sorun Luka Hoşino’nun [Yuuhei İşihara]’ya karşı tamamen savunmasız olması.

Miyazaki vücudum üzerindeki ayağını döndürdü.

“[Yuuhei İşihara] Kazuki Hoşino olacak. Bir ablaya sahip olmanın ne kadar büyük bir ayak bağı olacağını hayal edebiliyor musun? Aynı odanın içinde yaşıyorsunuz ya! Tabi ki de Kazuki Hoşino’nun değişimini fark edecektir, ve kardeş olduğunuz için ilişkinizi bozmak imkansız olur. O en büyük engel olabilecek insan. O yüzden o kararsız: O, ablanla nasıl başa çıkmalı?

Bunu söylemiş olmakla birlikte, Miyazaki iki defa tıklayıp bir tane daha ses dosyası oynattı.

“[Kazuki Hoşino]: sen bizim için Maria Otonaşi’ye ihanet edeceksin, değil mi?”

Bu bir tehditti.

Eğer itaat etmezsem Luka Hoşino’yu öldüreceğine dair basit bir tehditti.

“Ee, ne yapacaksın Hoşino?”

Eğer Otonaşi’yi kelepçelersem, incitilebilirdi. Ama eğer yapmazsam, Lu ölebilirdi.

Karar verebilmemin imkanı yoktu! —Fakat, Otonaşi öldürülmeyecekti. Ayrıca, durumun muhteşem yetenekleri ile üstesinden gelebilirdi. Hayır, o kesinlikle yapabilecekti.

—o bizi yenecekti.

3 Mayıs (Pazar) 21:04[edit]

“Otonaşi'nin buraya gelmesinin bu kadar sürdüğüne şaşırdım. Nereye gideceğini hemen bileceğinden emindim oysa,” dedi Miyazaki.

“Gerçi, mahkum tutulduğunu fark etmemiş olabilir. [Yuuhei İşihara] az önce evine gitti ne de olsa. Fakat onun aramaları engellendiğinden dolayı bir işlerin döndüğünü fark etmiş olması gerekir… Hımm, Hoşino, onun aramalarını engellemene sebep olacak büyük bir kavga mı ettiniz?”

Cevap veremedim—en son ayrıldığımızda neler olduğunu hatırlayamıyordum, çünkü her şeyi ümitsizliğin karanlığında kaybetmiştim.

“Yani, sanırım önemi yok. Biz yine de devam edeceğiz,” dedi ve cep telefonumu çıkarttı.

Şimdiye kadar hiçbir şey yapmamıştı çünkü [benim] bugünkü kontrol zamanım belirsizdi. Ama benden saat 19:00 çalındığından beri bugünlük zaman pencerem artık sabitti. Ben 23:00’e kadar kontrolde olacaktım.

“...Ah, aklıma gelmişken,” Miyazaki ardından koli bandı çıkartıp ağzımın üstüne iki parça yapıştırdı. Ellerim zaten kelepçeli olduğu için, çıkartamıyordum.

Arama yaptı. Kimi aradığı belliydi.

“Alo?”

“......Sen kimsin?”

Oda sessizdi. Ben bile Otonaşi'nin sesini açık ve net duyabiliyordum.

“Ryuu Miyazaki!”

“...Miyazaki, beni neden Kazuki’nin cep telefonundan arıyorsun? Kazuki’ye ne oldu? [Yuuhei İşihara] ile işbirliği yaptığını biliyordum, ama—”

“İşbirliği mi? Sanki o şerefisize yardım ederdim! O sadece benim zayıf noktamı buldu ve bana şantaj yaptı.”

Ne diyordu bu böyle…?

“Zayıf noktan mı?”

“Evet. Ben onu desteklemiyorum, o sadece zaafımı buldu ve beni kullandı. Ama yetti artık! Neyse ki sorunlarıma basit bir çare buldum.”

“Basit bir çare mi…?”

“Senin anlayabilmen kolay olmalı. Gerçekten çok basit.”

“...Sakın—”

“Aynen öyle. Sadece Kazuki Hoşino’yu öldürmem gerekiyor.”

Miyazaki kayıtsız ve duygusuz bir şekilde konuşuyordu. Ancak şimdi bunun bir bahane olduğunu fark ettim. Onun performansı çok doğal gelmişti. Gerçeği bilmeme rağmen, bir anlığına sahte hikayesine inanacaktım.

O yüzden Otonaşi onun yalan söylediğini fark edeceğini düşünmüyordum.

“...Ne diyorsun sen? Nasıl bir zayıf noktanı hedefledi bilmiyorum ama bu fazla tehlikeli. Seni böyle bir kararda bulunacak kadar aptal olarak hiç düşünmemiştim?”

“İçini okuyabilmek çok kolay; anlaşılan hilebazlık konusunda şaşırtıcı derecede kötüsün.”

“......”

“Cinayet kesinlikle tehlikeli bir kumar. Ama bu Kazuki Hoşino için şu an geçerli değil. Nedenini biliyor olmalısın, değil mi?”

“...Hiçbir fikrim yok.”

“Haha, aptal numarası yapma! Peki ala, sana söyleyim o zaman. Tehlikesi olmayan cinayet fırsatı ‘sadece değişim anından yararlanmak.’”

Otonaşi bunu zaten fark etmiştir herhalde. Ne de olsa, onun motorsikletindeyken kişilik değiştirmemiz tehlikeli olacağını dün söylemişti. Biri bu fikri mantıklı bir sonuca kadar sürdürse, bir ölümcül kazayı veya intiharı numarası ile süslemek acayip kolay olurdu.

Tehlikesi olmayan cinayetten kast ettiği şey buydu.

“Bu tehdide son verebiliyorsam, bunu seve seve yaparım.”

“...Bana neden bunları anlatıyorsun?”

“Kaybolan kurşunum ile[1]vurmak istediğim biri var, değil mi? Ama bu kurşunu kullanarak, aynı zamanda garezim olmayan birini de silmiş olacağım. O fazla acınası olduğundan, son andan önce sevgilisyile son bir defa konuşmasına izin vereyim dedim.”

“Ne kadar bencilsin sen ya…!?”

“Aa? Biliyor musun, Hoşino’nun birkaç saati kaldı sadece? O ölü sayılır! Ama merak etme; onu sadece [Yuuhei İşihara] olduğu zaman öldürürüm. Ona narince ötanazi uygulayacağım. Ne kadar da şanslı, değil mi? O pislik tarafından tamamen ele geçirilmeden ölecek.”

“Kazuki vücuduna tekrar kavuşacak!”

“Bu sadece kendi fikrin değil mi? Başka kimse böyle bir durumda bu kadar iyimser olamazdı!”

“Üff…”

“Neyse, bu kadardı. Tamam, onun sözlerini duymana izin vereceğim.”

Tabi ki de ağzımdaki bandı çıkartmadı.

Onun yerine, faresini hareket ettirip iki defa tıkladı. Hoparlörden benim sesim yankılandı.

“Lütfen kurtar beni—”

O cümle çok kötüydü. Keşke—

“—Aya!”

—o ismi bahsetmeseydi.

O ismi nasıl öğrenmişlerdi…? Reddeden Sınıf’ı bilmiyorlar, öyleyse o ismin farkında olmamaları gerekirdi.

Hayır… biliyor olabilirlerdi. Sınıf 2-3 içerisinde o ismi kullanmışlığım var. Miyazaki kesin bunun bir tür kod olduğunu fark edip [Yuuhei İşihara]’ya bildirmişti.

Ama Otonaşi [onun] bu kelimeleri söylediğini bilmiyordu, o yüzden bunu fark etmeyecektir. O yüzden—

“.......Seni hemen gelip kurtaracağım Kazuki.”

—konuşan kişinin benim olduğuma inanıyordu.

“Hata yaptın,” diye ilan etti Otonaşi.

“Kazuki Hoşino [Yuuhei İşihara]’ya dönüşmeden hemen önce aramalıydın. Şu an saat 21:12. En erken hareket edebileceğin saat 22:00. 48 dakika içerisinde seni yenip Kazuki’yi geri alacağım.”

Bu başarısız bir duyuruydu.

Sözlerinin onu tedirgin etmeyeceğinin farkında değildi; aksine, onu rahat ettirecekti.

3 Mayıs (Pazar) 21:32[edit]

Ve o, telefon görüşmesinin bitişinden 20 dakika geçmeden geldi.

Cam kırıldı ve kırık cam odanın her bir yanına dağıldı. Camı spor ayakkabılarıyla kırmıştı ve şimdi odanın ortasında günlük kıyafetleriyle duruyordu.

“...Nerede bulunduğumu zaten biliyordun, yoksa bu kadar çabuk varamazdın buraya?”

Miyazaki girişin hemen önündeki koridordan ona bakıyordu, elinde de bana dayadığı mutfak bıçağı vardı.

“Gerçekten keşfetmenin zor olduğunu mu düşündün? Öyle bir aramayı ortalık yerde asla yapmazsın. O yüzden bulunabileceğin en muhtemel yer evindeydi, değil mi? Ne de olsa, akla başka neresi gelebilir?”

“Ama yine de buraya fazla çabuk varmadın mı?”

“[Yuuhei İşihara] ile işbirliğini açıkladığın zaman bile nerede yaşadığını biliyordum. ...Hadi ama, yeterince kadar yapmadın mı? Çek ellerini Kazuki’nin üzerinden. Cinayet tehlikesine girmek istemediğini söylememiş miydin? Eğer onu bıçaklarsan, tehlikeden çok daha fazlasına girersin. Ciddi fiziksel hasar veya daha kötüsünü yaptığın için kesin cezalandırılacaksın.”

“Kes sesini.”

“İşler yolunda gitmediği için panik yapma gereği yok. Amacın artık [Yuuhei İşihara] tarafından tehdit edilmemek değil mi? Kazuki’yi bana ver ve [Yuuhei İşihara]’nın tehditlerine son vereceğime söz veriyorum!”

“Bu sadece boş bir söz değil mi?”

Sinirlenmiş gibi davrandı ve onu görmezden geldi.

Miyazaki neden bunu yapıyordu?

—düşme yüksekliğini arttırıyordu.

Miyazaki ihanetimin zeminini hazırlamak için jenerik düşman rolünü oynuyordu, böylelikle ihanetimin darbesi daha da güçlü olacaktı.

Otonaşi düşmanı, Miyazaki'yi, yenecekti, ve ardından beni kurtaracaktı. Tabi o rahatlayacaktı ve sevinecekti.

Ve ardından ben ona ihanet edecektim.

O yüzden, bu ‘düşme yüksekliğinin’ adına, Miyazaki onun beni kurtarabilmesini fazla kolay yapmamalıydı.

“Toz ol! Son buluşmanızı zaten yapmadınız mı?”

“Bırak alayını!”

Ama Otonaşi neden ona hemen saldırmıyordu?

Tabi, onun bıçağı boynuma bastırılmıştı. Ama bu anlamsız bir tehditdi. Miyazaki beni bıçaklamazdı, çünkü o sözde tehdit edilmekten kaçınmak için tehlikesiz bir cinayet işlemek istiyordu.

“Biliyor musun, seni katı bir iradeye sahip mantıklı biri olarak düşünmüştüm.”

Bu Otonaşi'nin onun beni bıçaklamayı düşünmediğini bildiği anlamına geliyordu.

Ama hala ileriye adım atmıyordu.

“Sakinleş Miyazaki.”

Herhalde benim hala bıçaklanabilme ihtimalini göz önünden çıkartamıyordu. Miyazaki'nin tepesi atabilirdi ve beni yanlışlıkla bıçaklayabilirdi.

...Sebep o muydu?

Beni incitmeyeceğinden tamamen emin olmadığı için mi kendini geri tutuyordu?

“......”

İmkanı yok, he.

Ne de olsa, benim iyiliğim hakkında o kadar endişelenmesi için bir sebep yoktu.

Nedenini hala bilmiyordum, ama Otonaşi hiçbir harekette geçmiyordu. Kördüğümdü.

Miyazaki Otonaşi'nin gözünden gizli, yanımı sol eli ile dürttü.

...Biliyorum!

Kördüğüm durumunda ne yapmam gerektiğine dair talimat almıştım. Uymak istemiyordum, ama anlaşılan başka bir çarem yoktu.

Bana kendimi tutmamamı söylemişti, çünkü o zaman sadece bir performans sergilediğimizi fark edecekti. Ağzımdaki tükürüğü yuttum ve rol yapmakla devam ettim.

Ben—Miyazaki'nin elini bütün gücümle ısırdım.

“...Uvaa!!”

Çığlığı sahte değildi, bu onun acıya olan tepkisiydi.

Miyazaki daha önce ayarladığımız gibi bıçağı kolaylıkla düşürdü.

Bir açık yarattık, ve Otonaşi bu fırsata sazan gibi atladı.

Gerçekten bir anda oldu.

Küçücük altı tatami büyüklüğünde bir odadaydık. Tek bir anda gözlerimizin önündeydi. Ona doğru koştu ve burnuna kafa attı. Aramızdaki boşluğa girip o burnunu tutarken çenesine bir yumruk atarak onu uzaklaştırdı. Ardından hızla bıçağı alıp onun yetişemeyeceği bir yere attı.

“Geride çekil Kazuki.”

Başımı salladım ve uydum.

Otonaşi aynı anda geri çekildi ve konuşmaya başladı.

“Bana el ve ayak kelepçelerin anahtarlarını ver Miyazaki. Seni daha fazla cezalandırmadan bırakacağım.”

“......Beklediğimden daha naziksin,” dedi Miyazaki elleriyle burun kanamasını iki eliyle bastırırken.

“Beni kolaylıkla boğabilirdin de. Sana anahtarları vermekten başka çarem kalmazdı o durumda.”

“...O kadar ileri gitmeye gerek yok.”

O kelimeler anılarımı tetikledi. Doğru ya. Otonaşi şiddet kullanmayı sevmiyordu. ‘Beni kurtarmak’ için mecbur olduğundan kavga etmeye gönüllüydü. Ama kendisine bir anahtar verilmesi için onu asla boğamazdı.

Miyazaki duruşunu değiştirdi, ve ardından zıplayıp onu yakalamya çalıştı. Ama ona dokunduğu an, Miyazaki havada uçtu.

“Na—!!”

Artık rol yapmıyordu, gerçekten şaşırmıştı.

O kadar çabuk oldu ki kendi yenilgisini anlamaya zamanı olmamıştı. Otonaşi onunla muhteşem bir omuz üzeri atış ile baş etmişti.

“Bana yaklaşırsan, seni yere sererim.”

“...Lanet olsun, senin Judo’da Siyah Kuşak olduğunu bilmiyordum!”

“Elbette fark etmedin. Ne de olsa ben sadece Beyaz Kuşağım. ...Yani, çoktan birkaç Siyah Kuşak yendim gerçi.”

Bunu söyledikten sonra, onu Kesa-Gatame[2]tutuşuna soktu.

“Off…”

“Seni attığımda metalik bir ses duydum.”

Boşta olan eli ile Miyazaki’nin ceplerini yokladı. Söz konusu nesneyi çabucak buldu ve bana attı. Metalik bir tınlama ile yere düşen nesne el ve ayak kelepçelerimin anahtarlarıydı.

“Kazuki, saat tam olarak kaç?”

“...21:39.”

“O zaman sıkıntımız yok. Kazuki, cep telefonunu al ve veranda’dan hemen kaç. Beş dakika sonra peşinden geleceğim. O zamana kadar bu herifin hareket edememesini sağlayacağım.”

Miyazaki bana hızla gözünün kenarından bakıt. Merak etme, onun talimatlarını dinlemeyeceğim.

Ama Kesa-Gatame yüzünden, onu kelepçeleyemiyordum. Ne yapmalıydım? Onu bu şekilde zapt edemezdim.

Yere baktım.

Ve bir şey gördüm… bu da keşfettiğim andı…

Ona en kötü, ve böylece, en anlamlı, ihanet etme yolunu keşfetmiştim.

Aa, eğer bunu yaparsam Aya Otonaşi’nin en kötü düşmanı olacaktım. Kararımı zaten vermiştim, o yüzden işlerin bu sonuca varacağını düşünmüştüm. Ama bu gerçekten çok fazla kötüydü.

Bana attığı anahtarlar uymadı. Doğru anahtarlar hep bendeydi.

Onları kullanarak kelepçeleri çıkarttım.

Kurtulduğum an, elime—Otonaşi'nin bana attığı mutfak bıçağını aldım.

Aya.”

Bıçağı Otonaşi'ye yönelttim.

Onu bıçaklayacak kadar cesaretim olmadığını hemen fark edecekti. Ama bunun önemi yoktu. Ona ihanet ettiğimin gerçeğini değiştirmiyordu.

“Miyazaki'yi bırak.”

Otonaşi elimdeki mutfak bıçağını gördü.

Ve—

“He…?”

İçgüdüsel olarak şaşkınlıktan nefesi kesilen Otonaşi değil, bendim.

Sırf ona bıçağı yönelttiğim için gözlerini fal taşı gibi açıp nefes almamaya başlamıştı. Onu hiç bu kadar savunmasız görmemiştim.

Miyazaki bu fırsatı kullanıp bulunduğu kilitten kurtuldu, ama Otonaşi donakalmıştı.

Ona bıçakla yaklaştım, çömeldim, ve onu kelepçeledim. Direnmeden ellerinin kelepçelenmesine izin verdikten sonra, o sonunda ağzını açtı.

“Bu… ne demek oluyor Kazuki?” dedi tereddütlü bir şekilde.

“Bu nedir… Anlamıyorum. Bana neden bıçağı yönelttin…?”

“O sana ihanet etti!” Miyazaki benim yerime açıklamada bulundu.

“Bana ihanet mi etti…? Ama bunu yapmanın hiçbir sebebi yok ki. Kazuki bensiz Balçıkta Yedi Gece’ye karşı çıkamaz. O sadece size teslim olup pes etseydi bana ihanet ederdi, ama bu da imkansız. O yüzden bana asla ihanet—”

“Öyleyse Hoşino’nun bize teslim olup pes ettiği anlamına geliyor değil mi?”

“O pes… mi etti?”

O bana yalvaran gözler ile baktığında tepkisel olarak gözlerimi kaçırdım.

“Hı—”

Miyazaki'nin ağzından kahkahalar kaçtı.

“Hıhı, ahahahahaha! Bu üzgün görünüş de neyin nesi Otonaşi? Lütfen dur artık! Biliyor musun, sana karşı savaşırken senin hakkında baya önem vermiştim. Ama sen ne kadar da narinmişsin de, sırf sevgilin sana ihanet etti diye bu kadar şoka giriyorsun!? Bu sadece hayal kırıcı!”

“Kazuki.”

Otonaşi hala kahkaha atan Miyazaki'ye bakmaya tenezzül bile etmedi. Otonaşi bunca zaman bana bakıyordu.

“Bu doğru mu? Onun dediği gibi gerçekten [Yuuhei İşihara] teslim mi oldun?”

“......Oldum!” diye haykırdım.

Bunu duyduğunda, Otonaşi yere bakıp yüzünü sakladı, ve titremeye başladı.

“Hop, bekle bir dakika! Niye titriyorsun? Ağlamaya başladın deme sakın! Hop, hop, bu kadar abartılı rol yapma! Gerçekten, yeter, bu çok fazla komik!!”

Miyazaki onun aşırı tepkisine yanıt olarak gülmeye devam etti.

“Ah doğru ya, Otonaşi. Sana güzel bir şey söyleyim! Bu herif şüphesiz [Kazuki Hoşino]. [Yuuhei İşihara] değil. Sana ihanet eden ve seni kelepçeleyen herif kesinlikle [Kazuki Hoşino]!”

“......Biliyorum,” diye cevap verdi, başı hala eğik.

“Ne?”

“Onun [Kazuki Hoşino] ve başkası olmadığının tamamen farkındayım.”

Otonaşi ayağa kalktı, ama hala yere bakıyordu. Hala onun yüzünü göremiyordum. İleri geri sendeleyerek bana yaklaştı. Onun bu garip davranışlarından dolayı içgüdüsel olarak geriye adım attım; ne de olsa benim elimde bıçak, ve kelepçe ile zapt edilmiş olmasına rağmen bana yaklaşıyordu. Geriye daha da gittim ve duvara çarptım.

Ben gözlerimi kaçırırken o üzerimdeki duvara kelepçeli elleriyle vuruyordu.

“Kazuki, gerçekten onlar gibi bir grup insana mı teslim oldun?” Dedi derin, monoton bir sesle. Omuzlarımı silktim ve gözümün kenarından ona dikkatlice baktım.

Başını yavaşca kaldırdı.

Ah, anladım… o sadece öfkeden titriyordu.

“Kutu olduğumdan beri beni tek alt edebilen sen, böyle gevşek ve güçsüz bir grup insana mı teslim oldun? Beni aşağılamaya mı çalışıyorsun…? Bana o dandik beceriksizler grubundan daha düşük olduğumu mu söylemek istiyorsun, he…!”

Başlangıçta bastırılmış olan sesi giderek yükseliyordu.

“Benimle dalga geçme, gerçekten, benimle dalga geçme! Öyle zırvalıklar söyleme! Senin iradenin bu kadar kolaylıkla kırılmasının imkanı yok, özellikle böyle bir grup…!!”

Kelepçeli ellerini tekrar aşağı doğru getirdi. Tepkisel olarak gözlerimi kapattım. Duvar gümledi, ve kafamın üstünden gelen bir gürültü duydum. Gözlerimi yavaşca açtım ve yüzümün önünde onun sinirden kızarmış öfkeyle buruşmuş yüzünü gördüm.

“H-hop! Ne oldu Otonaşi? Ihanetinin şoku seni çıldırttı mı?”

“Sen sessiz kal,” dedi, gözleri hala benim üzerimdeyken.

“...Aramanı aldığımdan beri bu işte bir terslik olduğunu hissetmiştim. Ama onlarla işbirliği asla yapmayacağından emindim. O yüzden Miyazaki’nin sözlerine inandım. Ama buna rağmen, sen böyle davranıyorsun… Lanet olsun! Böyle işe lanet olsun!”

Otonaşi bıçağa doğru düşürdü gözlerini, ancak şimdi fark etmiş gibi, ve yüzünde hayrete düşmüş bir ifade ile dudağını daha da çok büktü.

“...Bu mutfak bıçağı da neyin nesi? Sana itaat etmediğim zaman beni bıçaklayacak mısın? Haha, çok komik. Hadi bıçakla beni! Tamamen açıktayım. Hadi! Hadi hadi! Sanki yapabilirsin!”

“Üü…”

İçgüdüsel olarak bıçağı indirdim.

“Söyle. Neden yaptın. —Söyle!”

Başımı eğip, biçareliğim yüzünden dişlerimi gıcırdayarak söyledim. “Lu'yu—ablamı rehine aldılar. Onlara uymaktan başka bir çarem yoktu.”

“Böyle küçük bir şey yüzünden…”

“Bu küçük bir şey değil! Lu benim tek—”

“Sen sevdiği kızı ezilmiş bir vücuda dönüştürmeye hazır olan bir adamsın.”

Nefesimi tuttum.

“Bekle bir dakika Otonaşi!”

Otonaşi isteksizce Miyazaki'ye doğru döndü.

“Ne? Meşgul olduğumuzu görmüyor musun?”

“Hayır, işte, sana yaptıklarından dolayı onun [Kazuki Hoşino] olduğunu reddetmen gerekmiyor mu? Neden onun [Kazuki Hoşino] olduğundan eminsin?”

Doğru, Miyazaki bunu görmezden gelemez. Daha ilk baştan amacı Otonaşi'nin [Kazuki Hoşino] ve [Yuuhei İşihara]’yı karıştırmasını sağlamaktı.

“Biliyor musun, bazen garip şeyler söylüyorsun. Kazuki Kazuki’dir tabi ki de. Bunun değişmesinin imkanı yok.”

“Nasıl olur da onları ayırt edebiliyorsun!? ...ah, anladım. Onun ihanetini sadece bahane bulmaya çalışıyorsun. Senden yardım isteyen sesin [Kazuki Hoşino]’ya ait olduğunu inandığın için, ondan şüphelenmemek için hatanı sürdürüyorsun.”

“O sesin [Yuuhei İşihara]’ya ait olduğunu biliyordum.”

Miyazaki kaşlarını çattı.

“Yalan söyleme! Kayıt olduğunu mu anladığını mı söylüyorsun?”

“Hayır.”

“O zaman nasıl olur da [Kazuki Hoşino] olmadığını fark edersin!?”

“Tabi ki de bunu fark ederdim.”

Bir olgudan konuşuyormuş gibi konuşmaya başladı.


Kazuki benden yardım talep ettiğinde bana asla ‘Aya’ demezdi.”

“—Ah.”

Hatırladım.

Müzik odasında beni herkes terk ettiğinde, Daiya beni yerde hareketsiz kıldığında ve bana vurduktan sonra haykırdığım ismi hatırladım.

O tamamen haklıydı! Yardım istediğimde ona asla ‘Aya’ diye hitap edemezdim. Yani, o bir zamanlar savaştığım insanın ismiydi.

“...O zaman söyle, onu niye kurtarmaya geldin?”

“Eğer gerçeği söylüyor olsaydın, [Yuuhei İşihara]’yi kurtarmak Kazuki’yi kurtarmakla aynı anlama gelirdi.”

“...Bir dakika. O zaman şu anda Kazuki Hoşino’ya [Yuuhei İşihara] gibi davrandığın anlamına gelmez mi bu?”

“Yani, ilk başta öyle davrandım. Ama onun esasında [Kazuki Hoşino] olduğunu tek bir bakıştan sonra biliyordum.”

“......Hop, hop! Şimdi harbiden yalan söylüyorsun. Hatta, şimdiye kadar onları ayırt bile edemiyordun!”

“Benim tek sıkıntım değişmenin zamanlamasıyla ilgiliydi. Aradaki farkı görebilmem için yüz kaslarının hareketlerini üç saniye gözlemlemem yeterli. Artık Kazuki’yi Kazuki olarak tanıyabiliyorum.”

Benim ben olarak tanıyabiliyor muydu?

Başka kimsenin yapamamasına rağmen mi?

“...Öyle bir şey imkansız! Benimle dalga geçme!”

“Tamamen haksız değilsin. Kazuki dışında herhangi biri olsaydı, muhtemelen ayırt edemezdim. Ama bir tek Kazuki için, bu gerçektende mümkün.”

“Neden?!”

Ardından dediği şey—

Çünkü Kazuki ile bütün dünyadaki herkesten daha uzun süre birlikte oldum.

Bir zamanlar, bir yerlerde, alıştığım bu sözler.

“Ah—”

Ağzımdan isteksizce bir ses kaçtı. Elimi onun omzuna koydum. O, hayret içerisinde bana dönüp baktı.

Bu şekilde davrandığımı görünce, Miyazaki kaşlarını çattı ve:

“Ne oldu Hoşino? Sırf bu klişe saçmalık yüzünden onun kelepçelerini çıkartmayacaksın değil mi? Eğer yaparsan ablana ne olacağını biliyorsun, değil mi?” dedi.

Her nedense, tehditi artık bende işe yaramıyordu.

“Ehm, Otonaşi.”

Eğer bunu söylersem, artık geriye dönüşüm olmayacaktı. Ama daha önce tereddüt etmeme rağmen, kararımı çoktan vermiştim.

Kutuna dokunmama izin ver.

Onun yüzündeki hayret yavaş yavaş yok oldu.

“Sormana bile gerek yok. Bu kelepçeler yüzünden istesem de sana engel olamam.”

Bunları bıçaktan korkmadan duvara elleri ile vurmasına rağmen söylüyordu.

Biraz utangaç bir gülümseme ile konuşmaya devam etti.

“...sadece gelişigüzel dokunman gerekiyor.”

Yapmam için bana açık açık izin verdi.

Başımı hafifce salladım ve onun göğüsüne karşı avucumu açtım.

“—Ah.”


Denizin dibine battım. Bu buraya ikinci gelişimdi. Herkesin mutlu gözüktüğü hiç değişmeyen bir sahneydi. Fakat herkesin mutlu olması sadece yalandı. Etrafında mutlu insanlar olan tek bir insan ağlıyordu. Bu mutluluğun sadece bir yalan olduğunu bilen ve onların gülüşlerine katılamayan biriydi. Bu kişinin ağlamasını daha önce duymuştum

İşkenceliydi.

Hiç oksijen yoktu, o yüzden burada sonsuza dek kalamazdım.

O yüzden mi işkenceliydi?

Yoksa onun acısını iyileştiremeyeceğimi bildiğimden dolayı mı öyleydi? Onun bu yapayalnızlığı ile mücadele etmek için yapabileceğim hiçbir şeyin olmadığını bildiğimden dolayı mıydı?


Yanaklarımdan gözyaşları aktığını hissettim, daha önceden de belirli bir kutu içerisinde yaptığım gibi.

“—Özür dilerim.”

Onun hakkındaki her şeyi hatırladım.

Niye beni sırf O için yem olarak kullandığını düşünmüştüm ki? Niye onun günlük hayatımı önemsemediğini düşünmüştüm ki?

Onun—kendisinden önce başkalarını düşünen biri—öyle bir şey yapmasının imkanı yoktu.

Tek başıma olsam bile Balçıkta Yedi Gece’ye karşı mücadele edebileceğime inanıyordu. O yüzden onu reddettikten sonra benimle iletişeme geçmeye çalışmadı. Ama ben ona inanamamıştım ve… ona ihanet etmiştim.

“Özür dilerim.”

Tekrar söyledim. Gözlerini ayırdı, anlaşılan biraz garip hissetmişti.

“...Hayır, belki de her şeyi yeterince kadar düşünmemiştim. Reddeden Sınıf içerisinde olanları ne kadar çok unuttuğunu göz önünde bulundurmadan senin için aşırı yüksek beklentilerim vardı… belki. …...Ehm, bunu şimdi fark ettim, o yüzden lütfen beni affet.”

Başımı iki yana salladım. Hala yüzü dönük gözünün kenarından bana baktı.

“Kendin anlayacağını düşündüğüm için sana daha önce söylemediğim bir şey söyleyeceğim. Kazuki, günlük hayatın asla geri dönmeyecek. Fakat—”

Bana doğrudan baktı ve ağzının kenarlarını gevşeterek:

“—Günlük hayatını geri kazanabiliriz.” dedi.


Aa—

Bu sözlerle birlikte, hayattaki yerim hakkında bir daha asla kafam karışmayacaktı.

Ben… benim.

Ben—Kazuki Hoşino’yum.

Cebimden anahtarları çıkarttım. Onun kelepçelerinin kilitine soktum.

“...ne yapıyorsun Hoşino!? Ablanın hayatını sırf sevgilinden hoşlanmak için mi terk ediyorsun?! Sen gerçekten berbatsın…”

“Hayır. Kararımı verdiğim yalan değil. Ama ablamı da terk etmiş değilim.”

“Öyleyse ne? Eğer bana itaat etmezsen, Luka Hoşino öldürülecek!”

“Ölmeyecek.”

“Bunu nasıl söyleyebilirsin?!”

“Çok basit.”

Bu bir tür blöf değildi; sadece niyetimi açıklıyordum.

“Çünkü bunu yapmana izin vermeyeceğim.”

Artık onlara itaat etmem gerekmiyordu. Bana hazırladıkları seçeneklerle yetinmem gerekmiyordu.

Artık o benim yoldaşım olduğu için, kaybedemezdim.

Her şeyi ona emanet etmeye karar verdim.

Anahtarı çevirdim. Kelepçeler açıldı ve yere düştü. Onun özgürlüğe yeni kavuşan ellerini tuttum. O bana baktı, ve bende ona geri baktım.

“Lütfen, bana bir el ver—”

Bir daha o hatayı yapmayacaktım.

Ona bir daha yanlış isimle hitap etmeyecektim.


“—Maria.”


Bunu söylediğimde o—gerçekten, sadece kısa bir anlığına—

O gülümsedi, masumca, onun yaşındaki sıradan bir kız gibi.

“Şartlar var.”

O her zamanki, asil tonuyla tekrar konuşmaya başladı.

“Bunu bariz bir şekilde söylemek gereksiz olabilir. Bu şartı yine de yerine getireceğini inanıyorum. Fakat, ben de endişe hissedebiliyorum ve beni gerçekten çok incitti. O yüzden lütfen söylememe izin ver.”

Başımı hafifce salladım, ne demeye niyeti olduğunu bilmeden.

“Seni gözümden kaybetmeyeceğim. O yüzden, lütfen. Sen de—”

Maria kısa bir süreliğini gözlerini kaçırdı. Ardından bana tekrar bakıp açık ve net bir şekilde:

“—artık beni gözünden kaybetme.” Dedi.

Aa… Anladım.

Şimdiye kadar hiç fark etmemiştim.

Kendimi boşu boşuna tecrit etmiştim, ama bunun sonucunda bir tek ızdırap çeken ben değildim. Ayrıca Maria’yı yapayalnız bırakıp ona ızdırap çektirmiştim.

Reddeden Sınıf’tan beri, Maria hep [Aya Otonaşi] olmuştu. O kutusunun ta kendisi olmaya çalışıyordu. Gerçek kendisi, [Maria Otonaşi], ortada yoktu.

“Adım Aya Otonaşi. Tanıştığımıza memnun oldum.”

“Ama ben güçlü değilim.”

Kaderi hakkında hafifce yakındığı o zamanı hatırladım.

Doğru, ona ‘Maria’ diye hitap edebilecek tek kişi bendim, çünkü onun ilk okul transferine gerçekten şahit olan tek kişi bendim.

Eğer unutursam, [Maria Otonaşi] gerçekten herkes tarafından unutulacaktı—muhtemelen kendi de dahil—ve kaybolacaktı.

“Yeter artık!”

Bu sesi duyar duymaz, Maria’nın elini bıraktım.

“Bu saçma değil mi? Bir olsanız bile hiçbir şey değişmeyecek! Kazuki Hoşino kontrol edilecek ve ablası, Luka öldürülecek. Yoksa belki de kendi masal dünyanıza hoplaya zıplaya gidebileceğinizi mi düşündünüz?”

Miyazaki bize küçümseyici tavırla konuştu.

“Kazanamazsınız! Ne de olsa, [Yuuhei İşihara] kendini öldürdü. Ölü bir adamı bulabilme ihtimalin yok! Tabi, kutuyu da yok edemezsiniz. Bu sorunu nasıl çözeceksiniz? Hadi, söylesenize!”

O… haklıydı.

Sahip, Miyazaki'nin kardeşi, artık burada değildi. Bu gerçeğin karşısında hiçbir şey yapamayız.

“......[Yuuhei İşihara]’nın gerçekten kim olduğunu biliyorum zaten.”

Maria’nın sözlerini duyduktan sonra, Miyazaki gözlerini bir anlığına sonuna kadar açtı, ama onun karamsar ifadesini gördü ve sırıttı.

“Ee? Buldun mu onu?”

“...Hayır. Bütün gün boyunca aradım ama onu bulamadım.”

“Hıhı, yani, gayet anlaşılır. Ne de olsa ölü birini bulabilme ihtimalin yok!” Miyazaki zafer kazanmışcasına ilan etti.

…...Aa?

Bu garip his de neyin nesiydi? Miyazaki'nin sevinciyle ilgili bir şeyin çok yanlış olduğunu hissettim. Ne…?

“Artık çok geç—anladın mı? Artık korumak istediğim kişiyi koruyamam.”

Öyle demişti. Balçıkta Yedi Gece’nin tamamlanmasına yardım ediyor çünkü “kendisini” korumanın tek yolu oydu. Çünkü onun için azami önemi olan ‘küçük kardeşi’ ölmüştü.

Anladım.

“—Bu bir yalan.”

Bunu mırıldadığımda, Miyazaki hemen bana döndü.

“Onun ölü olduğunu söyledin, ama bu bir yalan. Düşünürsen çok belli. Sen asla öyle bir şey yapmazsın, yapılmasına da izin vermezsin.”

“......Ne hakkında zırvalanıyorsun Hoşino? Sözlerimi kendi lehine çevirmeye çalışma!”

“O senin için önemliydi, değil mi?”

Miyazaki bu beklenmedik soruya yanıt olarak kaşlarını çattı, ama kabul etti.

“Evet.”

“Öyleyse onun ölümü hakkında asla gülmezdin, değil mi?”

Tabi, ben sadece onun gülüşünün garip olduğunu düşündüm, o yüzden kanıt olarak pek sayılmaz. O yüzden, eğer Miyazaki- kun soruma sakin bir şekilde geçiştirirse, beni tekrar kandırabilir.

Ama—

“Öyleyse, o henüz ölü değil, değil mi?”

Ama Miyazaki soruma karşılık bulamadı. Başını derin bir şekilde eğdi.

“Bir yalanın yalan olduğunu fark ettiğin an ümit doğar.”

Bana bir zamanlar söylediği bu cümleyi tekrarladım. O başını kaldırdığında konuşmaya devam ettim.

“Haklıydın.”

O gözlerini sonuna kadar ve ağzını açtı. Ona sessizce baktım, ama o yumruklarını sıktı, dişlerini gıcırdadı ve bana sert sert baktı.

“—Sik...tir…!”

Fakat bir şey yapamadı ve gözlerini yere çevirdi.

Sarsak bir şekilde yürümeye başlayıp, bizi geçti. Elini masaya uzattı ve eline cep telefonunu aldı.

Tek bir kelime etmeden cep telefonu kullandı, kulağına getirdi, ve bir şeyi dinledi.

“Zamanında yetişemedim.”

Kendisiyle konuşuyormuş gibi bir mırıldamaydı.

“Zamanında yetişemedim. O beni aradığında yıkanıyordum. O yüzden, bu sesli mesajı fark ettiğimde artık çok geçti.”

Sanırım o sesli mesajı dinliyordu.

“Olmadan önce onu kurtarabilmiş olmalıydım. Onun acısını daha önce fark edebilseydim, engelleyebilirdim. Ama yine de, kendi mutsuzluğumla sarhoş olmuştum ve onun yardım çığlıklarını duyamadım, sözde benim için en önemli kişi olmasına rağmen. Sonuç bu.”

Bunu söylerken, masasının en üst çekmecesini açtı.

“Artık çok geç olduğunu biliyorum. Artık zamanında yetişemeyeceğini biliyorum. Ama biliyor musun? O hala çığlık atıyor! Ben artık… onun çığlığını duymak istemiyorum.”

Elini çekmeceye soktu.

“Onun göz yaşlarını durduracağım. Bunu yapmak adına herhangi günahı ve suça katlanırım. Bu kadar azimliyim! Eğer herhangi bir şikayetin varsa, şimdi söyle!!”

“Tabi ki de var,” diye ilan etti Maria.

“Düşünmemeye başladın. Hiçbir şey seçmedin. Sırf onun çığlığını duymak istemediğinden dolayı kulaklarını kapamaya çalışıyorsun. Bizimle anlamsızca mücadele etmenin verdiği acının zevkini çıkartıyorsun sadece.”

Kısa süreliğine yere baktı, ama ardından birkaç kelime daha söyledi: “Böyle yaparak geçmişi geri alamazsın.” “.......Ne olmuş yani?” Başını eğdi ve fısıldadı. “Cesetlerle taşan bu sonucu değiştirebilir misin? Öyle bir şeyin imkanı yok. Ne kadar uğraşırsam uğraşayım, parlak bir gelecek yaratamam. Öyleyse en azından onun dileğini gerçekleşitrmek istiyorum. O kadar. O yüzden—”

Elini çekmeceden çıkarttı.

“—uslu uslu mahkum ol artık!”

Şok tabancası çıkarttı ve Maria’ya doğru koştu.

“Maria!!”

Maria onun uzattığı sağ eli hızla tutup çevirdi. Miyazaki hafifçe ses çıkarttı ve şok tabancısını elinden düşürdü.

“Ah—”

Şok tabancısını yerden aldım. Maria onu zapt edebildi, ama gereğinden fazla şiddet kullanmayacaktı. O yüzden, sıra bendeydi.

Gözlerimi çevirmeden onun dik dik bakışını kabul ettim. Geri çekilmeyecektim. Eğer o bana nefretini yönlendiriyorsa, bende aynı renkten oynardım.

“Özür dilerim.”

Şok tabancasını onun boynuna bastırdım.

Miyazaki inledi ve hemen yere yığıldı.

“...Kazuki, bu odayı hemen terk edelim.”

“Tamam.”

Ama tam da odadan ayrılmak üzereyken, bir şey beni sağ bacağımdan tuttu.

“—!”

Aceleyle döndüm. Miyazaki yığılmış hali ile sağ bacağımı tutmuştu, ama o kadar güçsüz tutmuştu ki kolaylıkla kurtulabilirdim.

Başını kaldırdı.

“......Özür dilerim.”

Ne…?

“Zamanında yetişemediğim için özür dilerim. Seni zamanında kurtaramadığım için özür dilerim. Güçleneceğim… İkimiz için güçleneceğim… o yüzden, lütfen bana bir fırsat daha tanı…!”

Aa, hayır.

Bu son derece güçlü yalvarış bana yönlendirilmemişti.

Dudağımı ısırdım ve sağ bacağımı kaldırdım. Onun elinden kurtulmak kolaydı.

Ardından şok tabancasını Miyazaki'nin arkasına bastırdım.

“......Artık hiç ümidin yok.”

Çünkü ben onun dileğini yok edecektim.

Şok tabancasını açtım. Kafası sessizce düştü ve hareket etmedi.

—Özür dilerim.

Onun niyeti, eminim, bunu [ona] söylemekti.

Ama belki de, bu özür aynı zamanda [bana] da yönelikti… diye birden düşündüm.

Utsuro no Hako vol2 clock5.jpg

Miyazaki'nin üstünden geçtim ve onun cep telefonunu aldım.

“Kazuki, ne yapıyorsun?”

Sesli mesajı oynattım.

“...kurtar… beni….. Lütfen, ağabey, kurtar beni….!”


Ve sonunda, [Yuuhei İşihara]’nın kimliğini çözebilmiştim.






  1. Kaybolan Kurşun dedektif romanlarında özellikle popüler bir terimdir. Birini kanıt bırakmadan öldürme yöntemine denilir ve teorik bir terimdir.
  2. Kesa-Gatame (袈裟固?), Kodokan Judo’nun Osaekomi-waza’nın yedi minder tutuşlarından biridir, ve yan kontrol tutuşu olarak kategorize edilir. Görsel: https://en.wikipedia.org/wiki/Kesa-gatame#/media/File:Makura_kesa_gatame.jpg





4 Mayıs (Pazartesi) - Yeşil Günü[edit]

HakoMariTR2-A3.jpeg


4 Mayıs (Pazartesi) 07:49[edit]

Yerde, bir futonun üzerinde uzandığımı fark ettim. El ve ayak kelepçeleriyle zapt edilmiştim. Hala sersemdim ve kafam karışıktı.

Hissettiğim keder rüyadan veya gerçeklikten ayırt edemiyordum.

Sonu olmayan bir bataklığın içine batıyormuş gibi hissediyordum.

Çabaladım çabaladım ama boşunaydı, daha da derine battım, ve sonunda neden çabaladığımı bile unuttum. Sadece balçığın içine daha da çok battım. Vücdum balçıkla doldu. Ben balçığa dönüştüm. İçim dışım artık balçıktı. Artık tamamen kaybolduğum için kendi şeklimi tanıyamıyordum.

Artık kendimi göremiyordum.

…...Ben, he. (Boku)[1]

Bu vücuda ilk girdiğimde, kendimden kasten bu şekilde bahsederdim, ama artık tamamen doğal bir şekilde yapıyordum. Buna alışmaktan çok, zihnimin Kazuki Hoşino’nun vücudu ile birlikte sürüklendiğini düşünüyorum.

O yüzden Kazuki Hoşino olabileceğimi inanıyorum—öünkü bu vücut düşünme şeklimi değiştiriyordu.

Sonunda uyandım ve doğruldum. Nerede olduğumu naneşeker kokusu sayesinde anladım. Olmam gereken yer—Ryuu Miyazaki’nin apartmanı—değildi, ama ondan ziyade, Maria Otonaşi’nin odasıydı.

Birisinin uyuduğunu belirten zayıf nefes alışlar duydum. Yatağa doğru baktım ve Maria Otonaşi’nin bana doğru dönük olduğunu gördüm. Bu sefer, ifadesi gergin değildi. Yüzü benim yaşımda uyuyan bir kızınkine benziyordu… Bir dakika, o gerçektende benimle aynı yaştaydı.

“Neden bana bakıyorsun?”

Onun masum ifadesi anında kayboldu.

“Uyuduğunda çok tatlı gözüküyorsun, Otonaşi.” “Demek sen [Yuuhei İşihara]’sın.”

O hemen ne mal olduğumu anlamıştı, oysa 07:00 ve 08:00 arasındaki zaman dilimi daha düne kadar [Kazuki Hoşino]’ya aitti.

Maria Otonaşi üst bedenini kaldırıp gözlerimin içine baktı.

“Maalesef hala hayattasın.”

“......Ha?”

Böylesine yersiz bir söze nasıl tepki vereceğimi bilemedim.

“Diyorum ki sahip hala hayatta.”

Onun dediklerini hala hemen anlayamıyordum. Ama yavaş yavaş acayip bir ifade söylediğini fark ettim.

Nasıl yani ya…?

Hala söylediklerine yetişmekte zorluk çekiyordum ve sadece Maria Otonaşi’nin yüzüne baktım. Şaşkına dönmüş suratıma küçümseyici bir şekilde baktı ve ayağa kalktı.

“Neyse, gitme zamanı geldi sanırım. Boş boş çene çalmak için ayırabileceğim zamanım yok.”

O, dolaptan bir mont çıkartıp giyindi.

“Nereye gidiyorsun…?”

“Ne kadar aptalca. Sahibi aramaya gidiyorum. Başka ne yapacaktım ki?”

Eğer sahip hayattaysa, o zaman bu makul bir yanıttı. Arkasına tekrar dönüp bakmadan kapıyı açıp gitti.

Ha? Bu ne demekti? Ne oldu ya?

Dünki taktiğimiz başarısız mıydı? Başka nasıl böyle bir durumda olabilirdim ki?

Neler olduğunu çözmem gerekiyordu.

Ryuu Miyazaki’yi aramak için cep telefonumu aradım. Kazuki Hoşino’nun cep telefonunu masanın üzerinde olduğunu gördüm. Tam da uzanmak üzereyken—

“—!”

Cep telefonu birden çalmaya başladı—zamanlama o kadar uygunsuzdu ki korkudan çekindim.

Saat az önce saatin 08:00 olduğunu belirtiyordu. 08:00 dünden beri benim zamanım olmuştu. Ryuu Miyazaki elbet benim zamanımın başlamasının hemen ardından aramak için bekliyordu.

Telefonu elime aldım ve arayana baktım.

“......He?”

Beklediğim numara değildi. Bu numara elbet…

—Hayır, olamazdı! O insan beni asla aramazdı!

Ama o zaman, kimdi?

Parmaklarım hafifce titriyordu, ama onları görmezden gelip Cevaplama tuşuna bastım.

“......Alo?”

“......”

Arayan kişi sessiz kaldı.

“Alo? ...Kim bu?”

“Rika Asami.”

“Na—”

Dilim tutulmuştu.

“Neden bu kadar şaşırdın ki?”

“S-Sen—”

“Öldüğümü mü düşünmüştün? Öldürüldüğümü mü düşündün? Ne aksi, değil mi. Biz şu an muhabbet ediyoruz.”

Bu kesinlikle Riko Asami’nin sesiydi.

“Bu imkansız! Hayatta kalmış olamazsın! Ryuu Miyazaki seni öldürmüş olmalıydı!”

“...hı, hıhı, ben bu zaten biliyorum, ama sen sadece kendini görebiliyorsun. Ne kadar aptalca. Anlamıyor musun? O insan beni asla öldüremez.”

Ryuu Miyazaki Riko Asami’yi öldüremez miydi? ...İnanamıyordum. Riko Asami Ryuu Miyazaki’ninde gözüne batıyor olması gerekirdi.

“Kendi ellerini kirletmeden birini öldürmeyi düşündüğün için sen bir aptalsın. Kimsenin bakamayacağı çöp kadar değeri olmayan birisin. Neden çöp gibi yakılıp kül olmuyorsun ki?”

Riko Asami kafa karışıklığımdan yararlanarak benimle alay etti.

Sonunda onun ölmediğinin gerçeğini kabul ettim ve bir şey fark ettim.

“...neden o şekilde konuşuyorsun?”

“Konuştuğum şekil mi?”

“Sen neredeyse—”

“Geçmişte konuştuğum gibi mi konuşuyorum? Güçlü numarası yapmadan önceki gibi mi? Kasvetli olduğum ve sadece dayanabildiğim zamanlardaki gibi mi? ...Bunu diyebildiğine şaşırdım…”

Riko Asami duygusuzca güldü ve devam etti.

“...Kendin hiç değişmemişken.”

Benim değişmediğimi mi söylüyordu? Bütün bu zaman boyunca bu kadar uğraşmama rağmen mi? Maria Otonaşi’ye hayranlık duyan ve kendini baştan yaratan ben mi? Kazuki Hoşino olacak kişi mi? ...Değişmedim mi!?

Dalga geçme benimle! Hele sen sadece Riko Asami’yken!

“...Dalga geçme benimle! Beni sırf rahatsız etmek için mi aradın sen?”

Nefretimi algıladıktan sonra, eskiden ürkek olan o, dedi ki:

“Evet!”

“...He?”

“Biliyor musun? Senin gibi başka birinin vücudunu ele geçirmeye çalışan birini affedemem. ...Gerçekten ya, napıyorsun sen be? Haddini bilmelisin. Gebermelisin. O yüzden—”

Riko Asami dedi duygusuzca.

“—Sanırım ben bu kutuyu yok edeceğim.”

“Ne… diyorsun sen…?”

“Bunu yapabileceğimi biliyorsun değil mi? Ne de olsa, sahip benim, Riko Asami..”

Dilim tutulmuştu; ona karşılık verebilmekten aciz, sessiz kaldım. Ellerim titriyrodu.

Riko Asami sessizce kıkırdadı ve bana şunu söyledi. (Ataşi)


“Tek başına kurtulmak aklından bile geçmesin! Tamam mı, [Riko Asami]?

4 Mayıs (Pazartesi) 10:01[edit]

“...kurtar… beni….. Lütfen, ağabey, kurtar beni….!”

O yardım haykırışı Riko Asami’den gelmişti.

Şimdi düşününce, Miyazaki ‘kardeşten’ bahsetmişti, ama hiç ‘erkek kardeş’ dememişti. Onun erkek olduğunu düşünmüştüm çünkü benim (erkek) sesimle konuşmuştu ve kendine ‘Yuuhei İşihara’ diye hitap etmişti. Miyazaki da doğal olarak beni düzeltmedi herhalde.

Ama Asami Miyazaki'nin kız kardeşi olduğunu asla hayal etmezdim. Ne de olsa, ikisinde farklı soyisim vardı ve aralarında öyle bir ilişkiye dair hiç söylenti duymamıştım. Her gün sınıfımızı ziyaret etmesine rağmen, o hiç açık vermemişti. Herhalde ailelerinin karışık durumundan dolayı ilişkilerini kasten saklamışlardı.

Belki de sınıfımıza gelme sebebi Maria’yı görmenin yanında Miyazaki'yi de görmekti.

Ben [bana] geri dönüşmeden önce geri gelen ve kelepçelerimi çıkartan Maria’ya sordum: “Ne zamandan beridir [Yuuhei İşihara]’nın kız olduğunu biliyordun?”

“Hım, onunla birlikte kızlar tuvaletine girdiğimizden beri [Yuuhei İşihara]’nın kız olduğu konusunda oldukca şüpheliydim.”

“......yani [Riko Asami] benim vücudumu kullanarak kızlar tuvaletine girdi, değil mi?”

“Neden bu kadar belli bir soru sorma gereği duyuyorsun,” diye sordu hayret içinde. ...Ehm, senden hayret eden kişinin benim olmam gerekmez miydi?

“Onun gerçek kimliğini biraz daha araştırma yaptıktan sonra çözdüm. Miyazaki’nin ortaokulundan sınıf arkadaşlarının çoğu Asami ile olan akrabalıklarını biliyorlardı. Ardından onun evindeki cesetleri keşfettim ve Riko Asami’nin sahip olduğu konusunda tamamen emin oldum.”

Maria da o cesetleri görmüştü…

Kelepçelerimi çıkarttı ve iç çekti.

“Ama o nerede olabilir…?”

Maria bana, Asami'yi onun sahip olduğunu keşfettiğinden beri tek başına aradığını, ama ona dair hiçbir iz bulamadığını söyledi.

Maria çömeldi, yatağın altında bir şey aradı ve bir şey yırtıp çıkarttı.

“Napıyorsun sen?”

“Yatağın altına ses kaydedici kurdum. Miyazaki veya başkasının onu arayıp bizim henüz bilmediğimiz bir şey sızdıracağını düşündüm.”

Maria kaydedicideki oynat düğmesine bastı. Sürekli ‘ileri sar’ düğmesine basarak [Riko Asami]’nin yorumlarını aradı.

“......alo?”

Onun ağzından yüksek bir ses çıktı.

“...arama yaptı!”

“Evet.”

Diğer tarafın sesi neredeyse işitilemiyordu, ama bir kızın sesine benziyordu. En azından Miyazaki değildi.

Telefonumun arama geçmişine bakmaya çalıştım. Hiç yeni giriş olmadığına göre arama geçmişi temizlenmişti herhalde.

Birbirleriyle tartışıyorlardı anlaşılan.

Maria kaydediciyi dizüstü bilgisayarına bağladı, ses dosyasını yükledi ve kulaklıkları ile tekrar dinlemeye başladı. Sanırım bütün detayları duymaya çalışıyordu.

Maria kaşlarını o kadar çattı ki neredeyse korkmuştum.

Bir süreden sonra kulaklıkları bana uzattı. Başımı salladım ve taktım.

“Alo? ...Kim bu?”

“Riko Asami.”

Kendi kulaklarımdan şüphelenmeye başladım.

Bir süre dinledim, ama daha da fazla şüphelerim olmaya başladı. Bu gerçekten Asami mıydı? Tanıdığım Asami gibi konuşmuyordu. Asami genellikle böyle sakin ve durgun bir şekilde konuşmazdı. Tanıdığım Riko Asami’nin kişiliği [Yuuhei İşihara]—hayır, [Riko Asami] gibiydi.

Ama bu hatırlamama sebep oldu. Asami 30 Nisan’dan beri tuhaf davranmaya başlamıştı. Doğru, her nasılsa o kederli bir hava saçıyordu. Öyleyse onun garip tavrı ille de Maria’nın bana bento yapmasından değildi. Şimdi düşününce, Balçıkta Yedi Gece o zamanlarda zaten başlamıştı.

Asami önceki hali gibi davranmıştı. —Niye?

“Tek başına kurtulmak aklından bile geçmesin! Tamam mı, [Riko Asami]?”

Kulaklarımı iyice açıp konuşmanın kalanını dikkatle dinledim.

4 Mayıs (Pazartesi) 11:02[edit]

Riko Asami iel yaptığım telefon görüşmesini hatırladım.


“Tek başına kurtulmak aklından bile geçmesin! Tamam mı, [Riko Asami]?”

Bir anlığına kötü niyetinden çekinmiştim, ama kendimi toparladım ve itiraz ettim.

“...Ve kutuyu nasıl çıkartmayı düşünüyorsun? Nasıl yapacağını biliyor musun, yoksa ne?”

“Bilmiyorum. Ama onu hala yok edebilirim.”

Bunu ne kadar sakince söyledikten sonra dilim tutulmuştu.

“Kaçmak istiyorum. Ayrıca seni silmek istiyorum çünkü senden nefret ediyorum. İkisini aynı anda yapabilirim. Ne demek istediğimi biliyorsun, değil mi? Bu yöntem için tek yapmam gereken şey—”

Dedi Riko Asami, zar zor anlaşılan sesi ile.

“—kutu tamamlanmadan önce intihar etmek.”

Bu sözleri zaten duymuştum.

Aa, anladım. Bu bir zamanlar Kazuki Hoşino’ya gönderdiğim sözlerdi.

“Gerçekten Kazuki Hoşino’nun vücudunu ele geçirebileceğini düşündüğünü söyleme sakın? Çok özür dilerim, ama bu imkansız! Birisine karşı zafer elde edebilmen, hiçbir zaman mutluluk elde edebilmen imkansız! Ne de olsa sen bensin. Riko Asami. Haddini bilmelisin. Ölmelisin. Senin gibi biri kesinlikle ölmeli.”

Riko Asami eskiden yaptığı gibi, neredeyse anlaşılmayan küçük bir sesle lanet etti.

“Sen boynundan asılmış bir vaziyette, bağırsakların ağzından çıktığı için insanların burnunu tuttukları bir vaziyette ölmelisin. Sen bir binanın terasından atladığında yoldan geçenleri çatlamış kafatasından etrafa saçılan beyin parçalarıyla rahatsız edecek şekilde ölmelisin. Sen bir trenin önüne atlayıp, organlarını platforma saçarak yolcuları rahatsız edecek şekilde ölmelisin... bu sana yakışır. Söylesene, ne düşünüyorsun?”

Diye sordu bana Riko Asami.

“Riko Asami için nasıl bir tür ölüm istersin?”

Kendi intihar yöntemini belirlemek için bana sormuştu.

Anlamıştım. Sahip, Riko Asami öldüğünde, bende kaçınılmaz olarak kaybolurdum.

Tamamen köşeye sıkıştırılmıştım.

“......Yapma!”

Telaşımı bu kısa söz ile ilettim, bu da Riko Asami’nin sevinmesine sebep oldu.

“Ne yapmamalıyım? Kendimi öldürme planları mı? Niye? Sen beni öldürmeye çalışmamış mıydın?”

“O-Onun sebebi… sen ölürsen kaybolacağımı fark etmemiştim.”

“Hihaha, saçmalama! Hala kaybolmadığını mı düşündün? Muhteşem. Bu fazla muhteşem. ...acaba gerçekten de Kazuki Hoşino olabileceğini mi düşündün?”

“Olabilirim! Eğer bana engel olmazsan, Kazuki Hoşino olabilirim! Ve ardından onun mutluluğunu çalacağım!”

“Aha. Önemi yok ama. Ne de olsa ben yine de intihar edeceğim.”

“Sana yapmamanı söylemedim mi!?”

“Seni niye dinleyim ki? Biliyor musun, ben senin düşmanınım?”

“Düşman mı?”

“Evet, düşman. Bunu kendin de bilmelisin, özellikle önceki kendin, senin düşmanın.”

“Benimle alay etme artık! Sen olmasan Kazuki Hoşino olabilmeme rağmen, niye böyle yapıyorsun?! Berbat! Sen gerçekten berbatsın!”

Bu sözleri duyduktan sonra, Riko Asami neşeyle kıkırdamaya başladı.

“Komik olan ne?!”

“‘Berbat,’ he!”

Riko Asami kıkırdarken konuştu.

“Kendinden nefret etme olayını çok abartma, tamam mı?”


Bu Riko Asami ile olan konuşmamdı.

“Uu, gıh—”

İçimde dolan miğde bulantısına tepki olarak gövdemi tuttum.

İğrenç. Neden, neden… Neden Riko Asami ile gidip konuştum ki…? Ryuu Miyazaki bana onu öldürdüğünü söylemişti, öyleyse bana yalan mı söylüyordu?

“......Öldürüleceğim.”

Bu ideal bir tehdit değildi. Bunu bilme sebebim Riko Asami’yi herkesten iyi bilmemden kaynaklıydı. Kendinden herkesten çok nefret ediyordu, ve bu kutunun tamamlanmasına asla izin vermezdi.

O muhtemelen kutuyu 5 Mayıs’ın gecesinde yok edecekti.

Çünkü o beni son ana kadar bekletip yormak istiyordu.

Bunu engellemek için, Riko Asami’yi öldürmemiz gerekiyordu. ...Ama Ryuu Miyazaki onu öldürmüş olsaydı bile, ben kutunun yok oluşundan dolayı kaybolurdum.

Ne yani? Ne kadar karşı koysam da kaybolmak kaderimde mi vardı?

“......Ben ne—”

Köşeye sıkıştırılmıştım. Maria Otonaşi tarafından kapana kısılmıştım, Ryuu Miyazaki ile iletişime geçemiyordum, ve Riko Asami tarafından silinmek üzereydim.

İşler neden bu şekilde sonuçlandı ki…! Aşamalı ele geçirmenin asıl amacı Kazuki Hoşino’yu köşeye sıkıştırmaktı!

“Ben ne yapmalıyım—”

…...Bir dakika. Kendi mırıldanışlarımı düşündüm. Ben az önce ne dedim?

Ben mi? (Ataşi)

Bu vücudu ele geçirdiğimde kendime bu şekilde hitap etmekten vazgeçmemiş miydim? O yapıyı doğal olarak kullanmaktan vazgeçmemiş miydim?

Söyleme sakın, kendimden farkında mı olmaya başlamıştım?

‘Riko Asami’ olduğumun mu?

Hayır, hayırhayırhayırhayır! Ben ‘Riko Asami’ değilim! Ben kimseyim, bir yalanım, ve sonunda Kazuki Hoşino olacağım—


“Kendi eyleminden sırf böyle yaparak kaçabilmek; bu çocuksu tarafını son derece sevimli buluyorum.”

Bu ses de neydi?

Daha önce bir kere duyduğum son derece büyüleyici bir ses vücuduma girdi.


Hayır. Bu doğru değil. Ben—Riko Asami’den kaçabilirim.

Ama buna rağmen,

“Ah,

AAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAHH”

Birden zihnim anılardan oluşan bir sele kapıldı. Bu vücuda girdiğimde unutulması gereken anıları birden hatırlamaya başladım. Hepsini birden algılayamama rağmen, onlar kaçınılmaz bir şekilde bilincime sokuldu.


Gördüğüm şey, Yuuhei İşihara’nın Riko Asami’ye karşı ilk defa şiddet kullanmasının sahnesiydi.

13 yaşındaki Riko Asami ağlıyordu, karşısındaki bu kırmızı suratlı vahşi adamdan korkmuştu.

Ah, evet. Böyle başlamıştı. Onun ilk şiddet eylemi Riko Asami’nin öfkesine tepkiydi. 13 yaşındaki Riko Asami ondan gerçek babası olmadığı için nefret etmişti, onu düşman olarak düşünmüştü, ve o yüzden de kötü niyetini belirtmişti. Sonunda Yuuhei İşihara buna katlanamamıştı, ve ona elini kaldırmıştı.

Bu şiddet ile dolu bir günlük hayatının tetiğiydi. Yani, muhtemelen istenmeyen sorunlu çocuğun şiddet kullanıldığı zamanlar sessiz ve uysal oluşundan kaynaklanıyordu. O yüzden Riko Asami’ye şiddet uygulamak o vahşi adam için etkili ve hoş bir çözüm olmuştu.

Bu Riko Asami’nin huyundan çok utanan annesi için de eşit miktarda kabul edilebilir bir çözümdü. Riko Asami bu aileyi yok etmeye çalışmıştı, ve bu yüzden de kontrolden çıkmıştı. Bunca zamandır o yaşlı karıyı rahatsız eden sorun bu olmuştu.

Ahlaki değerler bireyin etrafındakilere yanıt olarak gelişir. Riko Asami’nin şiddete ve ailesine olan karşıtlığı yavaş yavaş kayboldu. Herkes, Riko Asami de dahil olmak üzere, bu şiddeti sorgulamamaya başlamıştı.

Şiddeti sorgulamamaya başlamışlardı, ama bu Riko Asami’nin kalbinin parçalandığı gerçeğini değiştirmemişti.

Riko Asami kendi kalbinin parçalanma sesini sayısız defalarca duymuştu. Bu güçlü bir ses değildi, mütevazi bir sesti— sanki biri bir gölün içine bir taş atmıştı. İlk başta bu sesi duyduğunda “Ah, yine parçalandı” diye düşünürdü, ama bir süreden sonra kendisinde çok önemli bir şeyin yokluğunu fark etti.

Bu adamın şiddeti gerçek bir vahşi adamınkine kıyasla daha alttı, ve o kadar sıradandı ki yabancılar için merak edilecek bir durum bile değildi. “Kötü muamele” veya başka bir tabir ile açıklanırdı. Bu tabir bireye muhtemelen bir kavrama hissini veriyordu.

O yüzden, Riko Asami bunu şiddet olarak tanımlamamıştı.

Riko Asami’nin kalbindeki boşluklar şiddetle kapatılmıştı. Bunun anlamı, Riko Asami kendinden nefret etmekten vazgeçtiğinde bu şiddeti kabul edecekti.

Bu nedenle, Riko Asami kendi varlığını kabul etmiyordu.


Sırada gördüğüm şey lise giriş törenimizden bir sahneydi.

Podyumda okul birincisi olarak duran—Maria Otonaşi.

Riko Asami onu gördü ve boğuldu. Sırf Maria Otonaşi’ye bakarak ve onun sesini duyarak, Riko Asami nefes alamaz hale geldi ve acı içerisinde çömeldi.

Bu bir şeydi.

En üst düzey alet.

Bir usta sanatkar’ın yapmak için hayatını adadığı bir parçaya benziyordu. O kadar niyet ve doğrultuya sahipti ki, adeta bir sanat eserine benziyordu. O denli absürd bir varlıktı.

Riko Asami farkında olmadan ağlamaya başlamıştı.

Buydu. Kendisinden kaçmak için ihtiyacı duyduğu şey buydu. Kusursuz bir kendi yaratması gerekiyordu, tıpkı Maria Otonaşi’nin yaptığı gibi.

Riko Asami bağımsızlaşmaya başlamıştı. Kasvetli kendini koparıp attı ve yerine nötr ve güçlü bir kendi yaratmıştı. Riko Asami onu daha da tanımaya başladıkca, ona benzemenin mümkün olamayacağını daha da çok fark etti. Maria Otonaşi kusursuz bir kendi yaratabilmişti çünkü o olağanüstü bir varlıktı. Başka hiç kimse bu başarıyı taklit edemezdi.

Maria Otonaşi kesinlikle—insan değildi.


Sonunda, ‘28 Nisan’daki’ sahneyi gördüm.

Riko Asami’nin kutuyu elde ettiği gün.

Riko Asami ellerinde eskimiş bir peluş tavşan tutuyordu. Kulağı eksik olan bu peluş oyuncak üzerine kan sıçramıştı. Bir zamanlar, abisi o oyuncağı onun için bir vinç yakalama makinesinden kazanmıştı.

İki ceset vardı.

Abisi kırmızı sıvıdan oluşan bir su birikintisinde yakalanmıştı ve çığlık atıyordu.

Riko Asami Yuuhei İşihara tarafından tamamen kırılmıştı.

Bu ev içerisinde kırılmayan hiçbir şey yoktu.

Her şey sona ermişti. Riko Asami’nin her şeyi ilk ve son defa ezilip yok edilmişti.


Ağlıyordum.

Kuruntu sonunda kayboldu, göz yaşlarım alıp götürmüştü.

“......böyle, böyle bir şey…”

Bunu kabul etmemem gerekiyordu. Riko Asami olduğumu kesinlikle kabul etmemem gerekiyordu!

—o yüzden, Kazuki Hoşino olacaktım.

[Kazuki Hoşino]’yu affetmeyecektim. Günlük hayatın mutluluk olduğu konusunda zırvalayan onu, ne de sırf başkasının mutluluğunu çalabildikleri için gülebilen, ama bunun farkında bile olmayan insanları affedecektim.

Son gülüp iyi gülecektim. Benim talihsizliğimi anlamaya bile çalışmayan [Kazuki Hoşino]’ya çektirecektim.

Seni kullanacaktım. Maria Otonaşi beni ve [Kazuki Hoşino]’yu artık karıştırmıyordu. Öyleyse artık onu kandıramazdım. Öyleyse sadece asıl olanı kullanmam gerekiyordu. [Kazuki Hoşino]’yu tehdit edip, bana uymasını ve Maria Otonaşi’yi kandırmasını sağlayacaktım.

O kendini mahvedecekti ve ümitsizliğe kapılacaktı. O günlük hayata mutluluk diyemeyecekt hala gelecekti.

Kazuki Hoşino’nun telefonunu aldım ve bir ses kaydı yaptım.

“[Kazuki Hoşino], bütün aileni öldüreceğim. Onları vahşice katledeceğim. Onları öyle kesip biçip, öyle bir öldüreceğim ki cesetleri bile tanıyamayacaksın. O yüzden dediklerimi dinlesen iyi edersin. Eğer yaparsan, keyifime göre belki onlara kıymam. Maria Otonaşi’nin bu mesajı duymasına kesinlikle izin verme. Tamam o zaman, talimatlarım bunlar—”

4 Mayıs (Pazartesi) 12:06[edit]

“—Seni öldüreceğim. Ve ardından Kazuki Hoşino olacağım. Ve tekrardan, Maria Otonaşi’ye hiçbir şey söyleme!”

Bunu duyduktan sonra, Maria “...ne kadar aptalca” diye mırıldandı ve kaşlarını çattı.

“Köşeye sıkıştıktan sonra, bulunduğu konumu tamamen unutmuş. Böyle bir durumda bu mesaja dinlemememin imkanı yoktu.”

Çeşitli hakaretler ve “Maria Otonaşi’yi kandır ve tutsaklıktan kaç!” vardı ses dosyasında.

Tehditleri beni korkutmuyordu. [Riko Asami] beni ne kadar zorlamaya kalksa da, artık beraber çalıştığımız için, bu vücut ile cinayet işlemesi imkansızdı.

Tavrı sadece acınasıydı.

Dudakları bükülü olan Maria elbette aynı fikre sahipti.

Maria Riko Asami’nin geçmişini dün ve önceki gün araştırmıştı. Çoğunlukla söylenti oluşmasına rağmen, duyduğu şeyler kulağa çok kötü gelmişti.

Dahası—bu cesetler, geri alınamayacak hatalar, gerçekten de vardı.

Balçıkta Yedi Gece’yi tamamlamadığı sürece, ‘Asami-’yi’ ümitsiz bir gelecek bekliyordu.

O yüzden o artık dayanamıyordu.

“.......Ah?”

“Neden birden bire aptal bir ses çıkarttın?”


“Hayır, sadece kafam biraz karışmıştı. Ehmm, Asami ve [Riko Asami] birbirleriyle konuştu, yani ikisi de ayrı olarak varlar, değil mi? ...Böyle bir şey mümkün mü?”

“Bunun anlamı Asami’nin biraz da olsa mantığa sahip olduğu anlamına geliyor. Senin vücudunu ele geçirmeye çalışıyordu, ama bunun olabileceğine tamamen inanmamıştı. O yüzden durum şu anki halinde.”

“...Öyleyse, sahip olan ‘Asami’ gerçek olan mı…?”

“Konu gerçek ve sahte değil. Ama Balçıkta Yedi Gece ile birlikte [Riko Asami]’nin gelişiyle birlikte bile ‘Asami’

ızdırap çekmeye devam etti.”

‘Asami’ Balçıkta Yedi Gece’yi elde ettikten sonra bile kurtulamadı. Terk edildiğinden dolayı, intihar etmeyi düşünüyordu—ve kendisiyle birlikte [Riko Asami]’yı da öldürecekti.

“Onu mutlaka bulup intiharını engellemeliyiz. Bu Asami’yi bulmak için başka bir sebep. Ama nerede o ya? ...Lanet olsun, sadece bir gün kaldı!”

Maria’nın tedirgin olduğu besbelliydi.

Maria kendinden önce herkese değer verirdi. Asami’nin ölüp Balçıkta Yedi Gece’nin sonlanması—öyle bir sonuca izin veremezdi.

“......Maria, beni tehdit olarak kullanmaya ne dersin?”

Maria kaşlarını çatıp bana baktı.

“Ne demek istiyorsun?”

“...Ah, yani, sadece aklıma bir fikir geldi. Düşünüyordum da eğer amaçlı bir şekilde tehdide yanıt verip [Riko Asami]’nin hareket etmesine izin verirsek bir şeyler gelişebilir…” “Hakikaten, yoksa takılı kalmış olabiliriz.”

“Diyelim ki tehdide yanıt verdik ve [Riko Asami]’yi özgür bıraktık. O zaman… doğru, o muhtemelen Ryuu Miyazaki’ye ziyaret ederdi.”

“Evet, ben de öyle düşünüyorum.”

“—Dur. Belki Miyazaki Asami’nin nerede bulunduğunu zaten biliyordur?”

“...Sanmıyorum. Bilseydi, Balçıkta Yedi Gece’nin tamamlanmasına asla destek çıkmazdı.”

“Haklısın… ama yine de, bize Asami’yi asla bulamayacağımızı söyledi. Öyleyse o ifade temelini kaybetmiş olur. ...Miyazaki herhangi bir şeyi yanlış mı anladı…?”

Maria kaşlarını çattı ve biraz daha düşündü.

“...Düşünmenin yararı yok. Şimdilik, Miyazaki’nin Asami’nin şu anki durumu hakkında bir şey bilmediğini var sayalım.”

Başımı salladım.

“Ama [Riko Asami]’nin tek başına hareket etmesine izin vermenin hiç anlamı var mı ki? Bizim [Riko Asami]’ye ihtiyacımız yok yani—sahip olan Asami’ye ihtiyacımız var, değil mi?”

“...ehm, sanırım bir anlamı var. Ses kaydediciden duyduklarımıza göre, sanırım [Riko Asami]’nin ‘Asami’ye’ nasıl ulaşabileceğini bildiğini düşünüyorum.”

“[Riko Asami] ile işbirliği yapıp ikisinin temasa geçmesine izin vermek he? Bu imkansız. Böyle tehditler yapan bir kızın senin beklentilerine karşılık vermesine hiç inanamıyorum.”

...Bu kesinlikle doğruydu.

“Yoksa onun kalbini kırıp, onun teslim olmasına ve zorla sana uymasını mı sağlamayı düşünüyorsun?” Maria hafifce güldü ve bunu şaka şeklinde söyledi.

Onun şakasını yanıtım: “Güzel fikir.”

İfadesi hemen kaskatı kesildi.

Ama bende sözlerimdeki soğukluğa en az onun kadar şaşırmıştım.

Bunlar bir kenara, aklıma bir fikir gelmişti. Ben de [Riko Asami] ile benzer bir durumda bulunduğum için, onun kalbini kıracak ve bize uymasını sağlayacak bir yöntem bulmuştum.

Eğer [Riko Asami]’nin gitmesine izin verirsek, o Miyazaki ile iletişime geçecekti. Onun Miyazaki ile olan ilişkisi benim Maria olan ilişkime benzerdi.

O yüzden—

“Tek yapmamız gereken şey Ryuu Miyazaki’nin [Riko Asami]’ye ihanet etmesini sağlamak.”

Bunu söylerken, merak ettim: Bunu gerçekten yapabilir miyiz?

Miyazaki'yi bulaştırmak, [Riko Asami]’yi ümitsizliğe kapılmasını sağlamak ve Balçıkta Yedi Gece’yi yok etmek. Bu Asami'nin asıl haline dönmesi demekti, artık engellenemeyecek bir sonuca sebep olan kendisine. Onun geleceğinde onu bekleyen bir mutluluğun olduğunu düşünmüyordum. Yapmak üzere olduğum şey Asami'yi feda etmeyi gerektiriyordu.

...Bunun yapması zor bir karar olduğunu düşünen iyi bir insan numarasından vazgeçtim.

Hatta, kararımı zaten çoktan yapmıştım. Daha ona ‘Senin varlığına izin vermeyeceğim.’ dediğim, onu düşman olarak algılamaya başladığım zamandan beri kararımı vermiştim.

“[Riko Asami]’yi yeneceğim.” “Onu kabul etmeyeceğim.”

Kararlılığımı elde etmiştim, ama Maria bana karışık duygularla bakıyordu.

“Ben—”

“......Bana destek olamaz mısın?”

“Öyle… değil. Diğer türlü senin kaybolacağını bildiğim için çaresinin olmadığını biliyorum. Fakat yine de, Asami’yi bekleyen kaçınılmaz talihsizliği kabul edemem,” dedi ve dudaklarını ısırdı.

“Çünkü başkasının talihsizliğine izin veremezsin…”

“...Onunla bitmiyor. Eğer o kadar olsaydı, belki yine bir şekilde dayanabilirdim. Ama biliyor musun? Fark ettim de…” dedi yere doğru bakarken.

“Fark ettim de [Riko Asami] ve [Aya Otonaşi] aynı.”

“...aynı mı?”

“......”

Maria papağan gibi tekrarladığım soruya cevap vermedi.

Ama sessizliği sayesinde anlayabildim.

Kutu olmaya çalışan Maria, hala [Aya Otonaşi]’ydi, ve kutu tarafından yaratılan [Riko Asami]. İkisi asıl kendilerinden ayrı oluşları açısından benzerlerdi.

Aynı durumda olan Maria, Asami'nin hislerini çok iyi anlıyordu.

En iyi seçenek ne olduğunu bilmiyordum. Sessiz olan Maria’ya anladıklarımı söyleyebilirdim sadece.

“Ama Asami'nin dilediği şey o değil,” devam ettim. “Kendisinin yok olmamasını diliyor!”

“......Evet, biliyorum,” diye mırıldadı Maria ve başını kaldırdı.

Ama buna rağmen, biz Asami'nin geleceğini değiştiremezdik.

4 Mayıs (Pazartesi) 12:35[edit]

Miyazaki'nin odasının önünde durdum ve derin bir nefes aldım.

Maria zaten yan taraftaki odaya girmişti. Geçen sefer buranın işgal edilmediğini söylemişti.

Nefesimi verdim ve Miyazaki'nin odasının zilini çaldım.

Tepki yoktu. Ama bunu beklenilendi.

Ama emindim.

Miyazaki içerideydi.

“Çık dışarı.”

Kapıyı çaldım.

“Çık dışarı, lütfen çık dışarı—”

Yapmak üzere olduğum şey onu çok kötü bir şekilde incitecekti. Bunun farkındayım, ama yine de devam ettim.

“Lütfen çık dışarı—ağabey.

Miyazaki'ye aynı Riko Asami’nin telefon üzerinden hitap ettiği şekilde hitap ettim.

“Kurtar beni, ağabey!”

Miyazaki muhtemelen 6 Mayıs’a kadar zamanını odasına kapanıp [Riko Asami] ile iletişime geçmeden geçirmeyi düşünüyordu.

Ama [Riko Asami] böyle doğrudan ondan yardım istediğinde onu görmezden gelemeyeceğinden emindim.

Kapı açıldı.

Miyazaki dün gözüktüğünden daha da kötü gözüküyordu.

“...Otonaşi yakınlarda mı?”

“Hayır.”

“...Şimdiye kadar ne yaptın?”

“Maria Otonaşi beni yakaladı… Ama [Kazuki Hoşino]’yu kandırıp kaçabildim! Ama, niye telefonuma cevap vermedin Nii- san?”

“—Yani… ...Neyse! Bana niye ‘ağabey’ diye hitap ediyorsun? Ondan vazgeçmemiş miydin?”

“Ehm…”

Asami o önceki telefon görüşmesinde ona ‘ağabey’ diye hitap etmişti, öyleyse öyle yapmaktan vaz mı geçmişti?

Çabucak gelişen endişemi bastırdım ve hemen aklıma ilk gelen rastgele bir açıklama ile karşılık verdim.

“Sana ‘ağabey’ dememek garip olabileceğini düşündüm ama Maria Otonaşi bana şimdiden ‘Riko Asami’ demeye başladı... O bir kenara, neden yakalandım ağabey? Şimdi ne yapmalıyım?”

O, açıklamam hakkında şüphe duyamadan önce ona bir soru sordum. Miyazaki buna yanıt olarak sessiz kaldı ve dudaklarını ısırdı.

Miyazaki'nin ifadesi onun benim [Riko Asami] olduğuma inandığına ikna etti.

“Beni kurtaracak mısın ağabey?”

Tabi ki de Miyazaki'nin karamsarlığa boğulmasını istemiyordum.

Onun artık [Riko Asami]’yi kurtarmayacağını söylemesini istiyordum. Bize yardım edeceğini söylemesini istiyordum. Böylece ona artık eziyet etmem gerekmezdi.

Yine de, Miyazaki bana gergin bir gülümseme gösterdi ve: “Evet, seni kurtaracağım!” dedi.

Sıradaki adıma geçtim.

“Beni kurtarmak mı? Artık bundan vazgeçebilir misin?”

Durumu kavramayınca, bu kelimeler onun gözlerinin sonuna kadar açılmasına sebep oldu.

“......Ha?”

“Sana [Riko Asami]’yi kurtarmaktan vazgeçmeni söylüyorum!”

Durumu hala kavrayamamıştı ve donakalmıştı.

O yüzden, onun için durumu aydınlığa kavuşturdum.

“Ben [Kazuki Hoşino]’yum.”

“Hoşino…?” diye mırıldandı. Bir süre şaşkına dönmüştü, ama sonunda [Kazuki Hoşino]’nun [Riko Asami] takliti yaptığını anladı ve gözlerinde parıldayan vahşi bir öfkeyle beni yakamdan tuttu.

“Ne işler çeviriyorsun lan sen?! Benimle sataşmak eğlenceli mi?! Ne kadar iğrenç davrandığının farkında mısın, HE?!”

“Biliyorum…”

“Öyleyse ne bu?! Kendini açıklamaya çalış!”

Ağzımı açmadan önce tereddüt etmeye başladım, çünkü söyleyeceğim sözler onu kesinlikle inciticekti.

“Miyazaki, senin yaptığın sadece [Riko Asami] yardım istediğinde ona içgüdüsel olarak yardım etmeye çalışmak. Maria sana söyledi, değil mi? Sen hiçbir şey seçmedin.”

Onun gözlerindeki keskinlik kaldı, ama yakamı kavrayışı biraz güçsüzleşti.

“......Demedim mi sana? Ben sadece kız kardeşimi kurtarmaya çalışıyorum.”

“Sen az önce de onu kurtarmak üzereydin ne de olsa. Ama biliyor musun, kız kardeşin değil, senden yardım isteyen bendim.”

Bu sözleri duyduktan sonra, gözleri sonuna kadar açıldı.

“Söylesene Miyazaki. Benden ayırt bile edemediğin gizemli bir varlık senin için gerçekten o kadar önemli mi?”

Onun kötü niyetime karşılık vermek istediğinden emindim. Ama itiraz etmekten aciz, dudaklarını o kadar sert bir şekilde ısırdı ki beyaz oldular.

“Kız kardeşini kurtarmaya çalışmakta özgürsün. Bu konuda hiçbir şey yapamam! Ama biliyor musun? [Riko Asami] senin kız kardeşin değil. Hadi ama Miyazaki, tekrar söyle bana:”

Sorumu yönelttim.

Kimi kurtaracaksın?”

Miyazaki bana dik dik baktı.

Ben de ona dik dik baktım.

“......Lanet olsun!!” diye haykırdı Miyazaki ve kızgın bir şekilde yakamı bıraktı.

Öfkesini duvardan çıkartmak için yumruğunu kaldırdı… ama durdu ve çökü verdi.

“......İstediğini yap işte,” dedi yere bakarak.

“İstediğini yap işte! Balçıkta Yedi Gece’yi durdurmak istiyorsan, gözümün görmediği yerde yap. Beni rahatsız etme artık. Daha fazla müdahale etmeyeceğim.”

“Maalsef—o kadar yapmak yeterli değil.”

Miyazaki başını kaldırıp bana baktı.

“...Ne yapmak yeterli değil?!”

“Tam söylediğim gibi. Bu kadar kararlılık, bu kadar azim yeterli değil. Sen bizim için Balçıkta Yedi Gece’yi bifiil yok etmek zorundasın.”

Yüzünü öfkeyle buruşturdu.

“Seni aşağılık—ne dediğinin farkında mısın?! Cidden benden ona eziyet etmek için yardım mı istiyorsun?!”

“Sanırım.”

“Dalga geçme benimle!! Öyle bir şey yapabilmemin imkanı yok! Müdahale etmemeye söz vermekle sınırıma geldiğimi biliyor olmalısın!”

“Yani, evet, biliyorum. Ne de olsa, bir kaç saniye önce ona yardım etmek üzereydin, değil mi?”

“......”

“O yüzden bunun yetersiz olduğunu söylüyorum. Bu kadarcık azimle hiçbir şey değişmez! [O] sana şüphesiz tekrar gelip senden destek alacak! Ve sen sonunda tekrar ona elini uzatmış olacaksın; yani kısacası Balçıkta Yedi Gece’yi desteklemiş olursun!”

Sözlerimi duyduktan sonra, Miyazaki gözlerini kaçırdı ve mırıldandı:

“Ama… Onu o kadar da kolay terk edemem.”

“Ama karar vermen gerekiyor. [Riko Asami] yakında buraya gelecek.”

“......Ne?”


“[Riko Asami] beni tehdit ederek Maria’dan kaçmam için beni teşvikledi. Onun taleplerine uydum gibi davranmaya karar verdim. [O] onun emrine uyduğumu düşündüğünde sana kesinlikle gelecektir.”

“...Sıradaki değişim 13:00’de olacak he.”

“Evet. O zamana kadar ona nasıl davranacağına karar vermen gerekiyor. Eğer [Riko Asami]’yi kurtarırsan ve kutu tamamlanırsa, kimse olmayan [Riko Asami] kalacak. Eğer onu reddedersen, Riko Asami’yi kurtaracaksın.”

“Sana inanmamı mı istiyorsun? Haha… bu oldukca saçma bir takas.”

“Öyleyse önceki sonucu seni aldırış etmiyor mu?”

Miyazaki sözlerimi duyduktan sonra yumruğunu sıktı.

“...Tabi ki de ediyor! Yorumların olmadan da bunların hepsinin farkındayım. Ama onu reddetmek… bu imkansız değil mi…?”

Öyle diyor olabilirdi, ama hala karar verememişti.

Bu sıkıntılı bir durumdu. Miyazaki [Riko Asami]’yi reddetmek zorundaydı. Onu ümitsizliğe kaptırmalıydı. O yüzden, son adıma geçtim.

“Hep merak etmiştim. Sen, Miyazaki, neden Balçıkta Yedi Gece’nin varlığına inanıyorsun? Yani, hiç kutu elde etmemiş biri için [Riko Asami]’nin benim içimde olduğuna inanmak oldukca zor değil mi?”

O başını kaldırdı ve yüzüme göz attı.

“Söyle bana! Bu kadar gerçekdışı bir şeye nasıl inanabildin?”

“......ne ima etmeye çalışıyorsun?”

“Sebebini bulamadın mı? Tamam, sana söyleyim! Bir kutunun varlığına inanmak için aklıma tek bir sebep geliyor. Söylesene, Miyazaki, sen—”

Ona, Maria’ya bahsetmediğim belirli bir soru sordum.

“—O ile tanıştın, değil mi?


Miyazaki'nin ifadesi şiddetli bir şekilde gerildi.

“Onunla nasıl tanıştın bilmiyorum. Ama O’nun senin [Riko Asami]’ye yardım etmeni istediğini biliyorum.”

“——”

Sanırım O dediğimde kimden bahsettiğimi tam anlamamıştı. Sahip tarafından algılanabilirdi sadece O. Ben O’yu sadece ismi söylendiğinde algılayabiliyordum.

...Ve ardından bana yaptıklarını hatırlardım.

“—Ah”

Miyazaki başını tuttu, gözleri hala sonuna kadar açıktı.

“O’yu tanıdığım için nasıl hissettiğini biliyorum. Onu unuttuğundan değil. Onu sadece hatırlayamıyorsun. O yüzden, sana söylediklerini hatırlamayabilirsin, ama bilinçaltına yerleşti. O yüzden kutuya inanabildin. Ve o sana [Riko Asami]’ye yardım etmen gerektiğini düşündürdü.”

“......B-Bir dakika. Neden… Neden bunları biliyorsun ki sen Hoşino?!”

Başını kaldırdı, sesi tir tir titriyordu, korkusunu saklayamıyordu.

“Dediğim gibi: Bilmiyorum! Ama bildiğim şey [Riko Asami]’ye yardım etmezsen O amacına ulaşamaz.”

“Amacı mı…? Onun amacı da ne ya…?”

“Onun amacı beni gözlemlemek. ...Yani, sen muhtemelen anlayamazsın, ama gerçek bu. Ama bu kutu, izlemesi ilginç olmasına rağmen, aynı zamanda çok kırılgan. [Riko Asami] fazla büyük bir dezavantaj’da. Başkasının vücudunu sahip olmak şüphesiz çok ızdıraplı olmalı. En azından onun sırası değilken olan biten hakkında bilgisi olmadığı sürece bana karşı çıkamazdı. O her şeyi düzgün bir mücadele olması için ayarlamak zorundaydı, yoksa bu kutu ona hiçbir zevk vermeden yok edilecekti. O sebepten dolayı, bir denge elde etmek adına O seni kullandı.”

Sözlerimi duyduktan sonra, Miyazaki yavaş yavaş başını indirdi. Ardından hiç hareket etmemeye başladı.

“...Sana söyleyebileceklerim bu kadar!”

Bu onun elini kolunu bağlayan son büyüdü. Onun farkında olmadan içine yerleştirilen, ve onun kutuyu koruması için bir büyüdü. Artık ona her şeyi anlattığıma göre, büyü ortadan kalkmış olmalıydı.

“Tamam, ben kaçtım o zaman. Saat neredeyse 13:00. [Riko Asami] geldiğinde nasıl davranacağını sana bırakıyorum. [Ben] o zaman orada olmayacağım için, seni durduramam.”

“......Onu kurtaracağım. Beni duymadın mı?”

Cevap vermedim, çünkü o sadece kendi kayıbını kabul etmek istemediğini fark ettim.

İfadesini kontrol etmeden kapıyı kapattım.

“......”

Merdivenlere doğru yürüdüm. Hemen birinin yan odadan bana doğru hızla ilerlediğini duydum. Ama geri dönmedim.

“Kazuki… neden bana O’nun müdahale ettiğini söylemedin!”

Ona söylememeye karar verdiğimden değildi. Buraya tam varmadan önce aklıma gelmişti. Ona söylemek için hiç fırsat yoktu.

“Neden cevap vermiyors—Kazuki???”

Ama onun öfkesi hoşuma gidiyordu. Başımı Maria’nın omzuna dayadım.

Ben [Riko Asami]’nin düşmanıyım. O yüzden [Riko Asami]’nin teslim olmasını sağlamam gerekiyordu, bunu yapmak için Miyazaki'yi kullanmam gerekse de.

Başka hiçbir çarem yoktu. Yapmalıydım. Ama yine de—

“Birini üzmek oldukca… üzücü,” diye fısıldadım, başımı kaldıramadan.

Ama ben günlük hayatımı geri kazanmayı seçmiştim.

Birini kendi iyiliğim için feda etmek üzereydim. O yüzden birinin beni suçlamasını çok istiyordum. Beni “Çok iticisin!” gibi bir söz ile azarlamasını istiyordum.

Fakat, Maria her nedense sessiz kaldı.

Daha da kötüsü, hafifce saçımı okşadı.

“......”

Acaba neden?

Yapmasını umduğum şeyin tam tersi olmasına rağmen neden bu kadar hoş bir histi?

4 Mayıs (Pazartesi) 13:00[edit]

Nane kokusu yoktu. AtaşiBen ellerimde daha önce bir defasında yaptığım gibi bir haftalık manga dergisi tutuyordum. Maria Otonaşi’nin odasından kaçabilmiştim.

“Haha!”

Başarmıştım! Tehdidim başarmıştı!

Köşeye sıkıştırılma hissi buhar oldu. Her şey iyi olacaktı. Ben şu an hala mücadele edebilirdim. İlk önce Ryuu Miyazaki’yle görüşmem gerekiyordu.

Bakkaldan çıktım ve bulunduğum yeri doğruladım. Bu caddeyi biliyordum. Ryuu Miyazaki’nin apartmanı yakınlarda olmalıydı.

Onun apartmanına gidip zile bastım.

Ryuu Miyazaki anında kapıyı açtı.

Yüzü sararmıştı. Onun gözlüklerinin altındaki morluklar daha da kararmıştı. Ve o hiçbir şey söylemedi. Bana sadece sessizce baktı.

“...hey, ne oldu?”

“.......Hiçbir şey.”

Onun inkarı, ama, bana bir şeylerin olduğunu söylüyordu.

“Maria Otonaşi sana herhangi bir şey yaptı mı?”

“Hayır… bir şey yapmadı.”

Cevabında hiç tonlama yoktu ve neredeyse mekanik gibiydi. Bir şeylerin yanlış olduğu belliydi. Yani, daha önceden de tuhaf gelmişti, ama bu tuhaflık bir adım daha ileriydi.

“Şimdilik içeri geçmez misin?” diyerek beni sakince teşvik etti. Ona biraz şüpheli olarak dikkate alarak dediğini yaptım.

“...O ne?”

Hemen girdikten sonra onun camının kırık olduğunu fark ettim.

“Ah, Otonaşi kırdı.”

Ağabey keyifsizce cevap verdi. Maria Otonaşi ona bir şey yapmış olmalıydı. Başka hiçbir açıklaması yoktu.

“...dünkü taktiğimiz başarısız mıydı?”

“Evet.”

Bir tane daha gönülsüz yanıt vermişti. ...Gerçekten, neyin var?

AtashiBenim aramama niye cevap vermedin?”

“...’Atashi’, he.”

“Ha?”

“Eskiden kendine ‘Boku’ ile hitap etmez miydin?”

...Doğru, onu tekrar düzeltmem gerekiyordu.

“...Sadece küçük bir hata. Ne de olsa, Bokuben kimseyim.”

“......Saat 13:00’ü geçiyor, he,” dedi uzaklara doğru bakarak.

“Yani evet, ama neden apansızın…?”

“Bu saat dilimini üçüncü günde çaldın. O yüzden kesinlikle sensin. O yüzden emin olabiliyorum. Ama saat 14:00 olsaydı… Muhtemelen Hoşino’nun beni tekrar kandırmaya çalıştığını düşünürdüm, ve senin olduğunu fark etmezdim. Biliyor musun, Maria Otonaşi’nin aksine, ben sizi yüzünüzdeki kaslarınızın kullanışına göre ayırt edemiyorum.”

“......Beni kaybettin.”

“Söylesene, bana ne diye hitap ediyorsun?”

“Ha? ‘Ryuu Miyazaki’ tabi ki de; bütün bu zaman boyunca öyle demedim mi?”

“Evet, sanırım öyle. Doğru.”

“Garip konuşma. Bana dün olanları anlatsan iyi edersin!”

“Tamam.”

Başını salladıktan sonra, Ryuu Miyazaki oturdu ve bilgisayarın siyah ekranına baktı.

“Taktiğimizi uyguladım. Görebildiğin gibi, başarısızdı.”

Devam etmesini bekliyordum, o yüzden o hareket etmeden ekrana bakarken bekledim. Fakat, konuşmadı.

“He? O kadar mı…?”

“Başka bir şey bilmiyorum! Taktiğimiz başarısızdı ve Kazuki Hoşino Maria Otonaşi tarafından geri alındı. Ondan sonra olan biten hakkında bir şey bilmiyorum. Aralarında olanlar konusunda hiçbir fikrim yok!”

“......Ne? Bu hiç de yardımcı olmuyor.”

“Yani, sanırım etmiyor,” dedi Ryuu Miyazaki soğukkanlı bir şekilde, hala bana bakmadan.

“.......Beni terk etmeyi mi düşünüyorsun?”

Bana hala bakmadı.

Anladım. Demek öyleydi. O tekrar kulaklarını kapatıp her şeyi görmezden gelecekti.

“Pişmansın, değil mi?”

Sonunda o kelimeleri duyduğunda bana baktı.

“Yardım yakarışından dolayı Riko Asami’nin yanına gidip onun talihsizliğini fark ettiğin—ve seni bu konuya bulaştırdığı için pişmansın, değil mi? Aynen öyle! Eğer cahil kalsaydın, hayatını dikkatsizce, sadece kendi talihsizliğinden dolayı üzülerek geçirebilirdin. O sırada Riko Asami’nin aramasına cevap vermeseydin—”

“Ondan pişman değilim!”

O lafımı bölmüştü.

“Tek pişmanlığım daha önce fark edememem. Etseydim, bunların hepsini engelleyebilirdim. O yüzden her şey baştan sona benim suçum. Öyle bir hatayı bir daha asla yapmak istemiyorum!”

O sonunda başını tamamen bana doğru döndürdü.

“O yüzden Riko’ya yardım etmeye devam ettim. Ne olursa olsun, bu karar değişmeyecek.”

“.......Ağabey.”

Gövdemde sıcaklık oluştu.

Ağabey bunu bütün dürüstlüğü ile söylüyordu.

“Teşekkür ederim, ağabey… Bana yardım etmeye devam et!”

“‘Ağabey,’ he.”

Ağabey başını hafifçe salladı.

“Hey… amacının ne olduğunu tekrar doğrulayalım.”

“Neden bu kadar geç? —Neyse, bana hava hoş! Amacım Kazuki Hoşino’yu elde etmek. [Kazuki Hoşino]’yu bu amaç uğruna teslim etmesini sağlamak. Kazuki Hoşino azaptan kendi boynunu kaşıyarak yarsın, dizlerinin üstünde ‘Lütfen sahibim ol’ diyip kendi vücudunu teslim edecek kadar onu yenik düşürmek.”

“...Anladım, yani şüphesiz amacın bu mu?”

“Tabi ki. Sana birçok defa söylemedim mi?”

Ağabey birkaç defa “Söyledin, söyledin,” diye mırıldandı ve gözlerini aşağı indirip konuşmamaya başladı. Bu bana garip geldi, o yüzden onun yüzüne bir göz attım.

“—He?”

O ağlıyordu. ağabey ağlıyordu.

“Ağabey, neden ağlıyorsun?”

Anlaşılan ben bahsedene kadar fark etmemişti; ağabey ağladığını şaşkınlık içerisinde yanaklarına dokunarak doğruladı, ve gözyaşlarını koluyla kaba bir şekilde sildi.

Ağabeyimin gözyaşlarını en son göreli ne kadar zaman geçmişti acaba? Sanırım en son anne ve babamızın aldatmacısını fark ettiğimizde görmüştüm. ağabey ondan sonra tamamen durdurmuştu gözyaşlarını. Kendisinin içinde görünmez olan bir şeye karşı mücadele etmek için, başkalarının önünde güçsüzlük göstermemeye başlamıştı.

Bu insan ağlıyordu.

“......Onu kurtaracağım.”

Diye mırıldandı.

“Bu kararı ben verdim. Kız kardeşime yardım etmeye karar verdim. Benim güçsüz Riko’m. Ona en azından bu sefer yardım etmeye karar verdim, çünkü kendi sıkıntılarımla meşgulken ona destek çıkamamıştım. Karar verdim. Onu kurtarmaya. Onu kurtarmaya, kurtarmaya, kurtarmaya, kurtarmaya, kurtarmaya, kurtarmaya, kurtarmaya. Buna karar verdim, ama—”

O kafasını kaldırdı ve bana baktı.


“—Sen kimsin?”


Nefesim kesildi.

“Riko’yu kurtarmaya karar verdim. Ama—sen kimsin? Söylesene, sen kimsin ya!?”

“...N-Ne diyorsun sen, ağabey? Ben—”

“Kimsesin. Daha birkaç dakika önce kendin söyledin, değil mi?”

...Söyledim. Onu gerçekten de söylemiştim.

“Aynen öyle. Sen Riko olamazsın. Eğer sen Riko isen, niye tam Kazuki Hoşino’ya benziyorsun? Ama sen Kazuki Hoşino da değilsin. Öyleyse kimsin sen? Söylesene… hiç tanımadığım bir herife niye yardım etmeliyim? Sen zerre umurumda değilsin!!”

Bu yanlıştı.

Bunlar ağabeyimin gerçek duyguları olamayacağını biliyordum.


“Benim için sen sadece [Kazuki Hoşino]’dan ayırt edemediğim, kız kardeşimin sahte bir kopyasısın!”

Bu sözlerin niyeti beni incitmekti.

Ve kendisini incitmekti.

“A-Ağabey—”


“Kes şunu!” dedi ağabey, kalbindeki duyguları bastırmak uğruna.

Bana ‘ağabey’ deme, seni lanet yabancı!!

Böylece kendi kalbini ezdi ve—

“Ah—”

AtashiBenimkini de ezdi.

Ağabey beni kurtarmayacaktı. Çünkü ben ağabeyin kız kardeşi değildim. Evet, bu doğruydu. Ben Riko Asami değildim. Öyleyse kimdim? Kazuki Hoşino mu? Hayır. Daha değildim. Bir dakika ya… her şeyden önce, ben gerçekten Kazuki Hoşino olmayı mı diliyordum?

“Ah—”

Gerçekten istediğim şey neydi?

Esasında, belki de bu kutuyu elde ettiğimden beri biliyordum.

Annem ve babam ayrılmadan önceki zamanı hatırladım.

Oldukca mutlu bir aile olduğumuzu düşünmüştüm. Tatillerde, sık sık alışveriş bölgesine giderdik, film izlerdik, veya sınırsız Japon fondü restoranlarına giderdik. Biz öyle bir aileydik. Babam işten geldikten hemen sonra hep odama ziyaret ederdi, bunun üzerine de hep başarısız bir şekilde girmeden önce kapıyı çalması için teşvik etmeye çalışırdım. Annem benim için hep kibar ve şirin bentolar yapardı. Ağabey ile hep kavga ederdim, ama buna rağmen, her zaman birlikte oynardık.

Genel olarak, hepimizin iyi anlaştığını düşünüyordum. Başka aileler gibi sonsuza dek beraber olucağımızdan şüphem yoktu.

Ama bunun hepsi yalandı.

Evim düzenimiz yıkılmamıştı. Daha baştan beri yalanmış.

Onlar bize boşanmadan bahsettiklerinde ağabeyin böyle bir şey dediğini hatırlıyorum:

‘Ne güzel. Artık mutlu bir aile gibi davranmamız gerekmiyor. Ve bende bu suçluluk duygularından da kurtuldum.’

Bu sözlerin anlamını hemen kavrayamamıştım. Ama bir süreden sonra anladım. Yani, annem ve babam boşanıyor olmalarına rağmen iyi anlaşıyorlarmış gibi gözüküyorlardı? Neden bana nazikce davrandıktan sonra sakar gülümseme gösterdiler?

Hepsi beni kandırıp mutlu bir aile olduğumuzu inandırmak için sadece bir yalandı. Ama benim için bile değildi—kendi suçluluk duygularını yatıştırmak için yapmışlardı.

O yüzden ‘mutluluğun’ sadece başkalarından çalınarak elde edilebileceğini düşünmüştüm.

Ama gerçekten de çalabileceğin bir şey miydi?

Öyleyse, ne yapmak istiyordum? Bilmiyordum. Hiç bir fikrim yoktu. Sıfır. Bilmek istemiyordum. Kutuya artık sahip değildim, ne de olsa.

Ama şimdilik kaçmalıydım. Kaçmak zorundaydım.

Bu odadın hızla kaçmalıydım. Sadece buradan kaçmam gerekiyordu. O zaman hala kaçabilirdim.

Hızla kaçmaya çalıştım, ama onun yerine tökezledim. Ayağa kalkmak nedense zaman kayıbı gibi gelmişti, o yüzden kapıya doğru yarı-sürüklendim.

Her nedense, ince, güzel bacaklar, bir mankeninki gibi, önüme çıktı.

Yukarı baktım.

“N-Neden—”

Orada duran kişi—Maria Otonaşi’ydi.

Böyle zamanlama… olamaz…?! Dönüp ağabeye baktım. O başını kolları ile tutup kendini etrafındakilerden alıkoymaya çalışıyordu. Ağabey Maria Otonaşi’nin yakınlarda olduğunu biliyordu. Beni zaten terk etmeye karar vermişti. Ona geleceğimi bildiği için, çoktan beni Maria Otonaşi’ye teslim etmeye karar vermişti.

“—Akıl karı değil zaten.”

Dedi Maria Otonaşi monoton bir şekilde.

“Bir insan kendinden kurtulamaz. Yapsan bile, kendin senin peşinden gelirdi. Bunu daha baştan biliyordun. O yüzden kutuya sahip olsan bile kendinden kurtulamıyorsun. Kutunun içerisindeki dileğin ile elde edebileceklerin buraya kadardı. Balçıkta Yedi Gece’yi kullanarak hiçbir şey kazanamazsın. Sen sadece balçıkta daha da derine battıkca çamur yutuyorsun.”

Bayıldığım kişi bunları dedi bana—ona benzeyemeyen kişiye.

Öyleyse ya sen? Sende mi kendinden kurtulduğun için hiçbir şey elde edemiyorsun?

Onun yüzüne baktım. Bakışı bana her nedense kederli gelmişti.

Kaçmam gerekiyordu. Ama nereye? Bu oda sığınabileceğim bir yer değildi, ve Maria Otonaşi benim önümdeki yolu engelliyordu. Ben hala yerde sürünüyordum ve hiçbir şey yapamazdım. Hiçbir yere gidemezdim.

Hiçbir, yere, gidemezdim.

“Sana bir soru sorayım. Bunu zaten uzun zaman önce bir defasında sormuştum, ama bana tekrar cevap ver. Söyle bana—”

O sorusunu yöneltti.

“—Kimsin sen?”

Ben—

Ben kim miyim…?”

Bunu asıl ben öğrenmek isterdim.

O her nedense cep telefonunu çıkarttı ve yerde oturan bana uzattı.

“Sana kim olduğunu söyleyim.”

Bu [onun] sesiydi, varlığını ne kadar sarssam da, kişiliğinden şüphe duyman kişinin sesiydi.

[Kazuki Hoşino] soruma cevap verdi.

“Sen hiç kimse değilsin; sen benim tarafımdan yok edilmek için var olan, yalnızca bir düşmansın.”

“Hayır……”

Ben öyle bir varlık değilim.

Ben senin uğruna yaşamıyorum! Sanki öyle bir saçmalık kabul edecektim!

“—Ben Riko Asami’yim!!”

Bunu kabul ettim, ama ardından büyük bir hata yaptığımı fark ettim.

Yani, artık Riko Asami olduğumu kabul ettiğime göre, Kazuki Hoşino olabilmemin imkanı yoktu. Kendime bunu inandıramazdım artık. Kaçış yolum kesilmişti.

Bunu fark ettiğim an—

“Aa, aaaAAAAAAAAAAAAAAAAH!!”

Kutu birden kabarmaya başladı. Kurşun gibi damarlarımdan hızla geçti ve bütün vücudumu acıttı, acyıordu, aah, dayanmıyordum! Yeter, acıyor, dur, biri beni kurtarsın! Çıkartmak istiyorum! Ama çıkartamıyordum, yapamıyorum, yapamıyorum. Kutu benim vücudumun içinde yer almıyordu! Ama öyleyse neden acıyordu? Yeter, yeter yeter!!

“Anladım… Anladım artık, o yüzden, yapma…”

Çünkü kendim dışında kimse olamayacağımı anlamıştım.

Hata yapmıştım. Bu kutudan yanlış dilekte bulunmuştum. Böyle bir vücuda ihtiyacım yoktu. Bu anlamsızdı. Ben… Ben sadece—

“Ben sadece mutluluk elde etmek istedim!”

Ama bu artık mümkün değildi.

Artık bulanmış bir yolda ilerlediğim için, mutluluk artık beni beklemiyordu.

Farklı bir kendi olmakta başarılı olan, kendisine kutu diyen bu kıza yapıştım.

O hatayı bir daha yapmazdım artık. O hatayı bir daha yapmam artık, o yüzden lütfen!

“Kurtar beni!”

4 Mayıs (Pazartesi) 14:00[edit]

Utsuro no Hako vol2 clock6.jpg

Garip belki ama görüşümün gözlerimdeki yaşlardan dolayı bulanık olduğunu hemen fark ettim.

O gözyaşlarını sildim, ve önümde Maria’yı gördüm, duygularını bastırıyordu.





  1. Japonca’da “ben” demenin birkaç yolu vardır. Bunlardan birkaçı: (僕) Boku (Erkekler kullanır), (私) Ataşi (Kadınlar kullanır), (私) Wataşi (Hem erkekler hem kadınlar kullanır) ve (俺) Ore (Kaba sayılır, ama sık sık erkekler tarafından kullanılır).







5 Mayıs (Salı) Çocuk Günü[edit]

5 Mayıs (Salı) 02:10[edit]

Rüya görüyordum.

Tekrar aynı rüyayı görüyordum.


Cesetlerin önünde kulağı eksik olan peluş tavşanla oynuyordum. Yırtılmış dikişin içine işaret parmağımı soktum ve deliği iyice açtım.

Parmaklarımı kafanın içine soktum ve hareket ettirdim. Tavşanın kafasının şekli değişti. Pamuğun hissi güzel gelmişti. İleri geri, yukarı aşağı. Göz yerinden çıktı. Yırtılmış suratından pamuk düştü.

Ellerime baktım. Kurumaya başlayan kan ile lekeli olmaları bir kenara, değişmemiş olmaları gerekirdi. Ama o eller bana çürük ve simsiyah olmuş gözüküyorlardı.

Vücudum sadece nefretten olaşan balçık gibi bir şey ile doluydu. Vücudumu doğrayıp bu balçığı kazıyarak temizlemek istiyordum.

“Anladım. Bu oldukca ilginç.”


“İik!”

Bu beklenmedik ses beni o kadar ürküttü ki yüreğim ağzıma gelmişti.

“Bu, o çocuğun yakınında olan bir olay için mükemmel bir bükülme. Burası benim evim olması gerekiyordu, ama bir hata vardı. Gerçek gelmemişti, sanki bir fotoğrafın içine girmiştim.

“Sen de oldukca ilginç bir varlıksın, ama bu çocuk kadar değil. İnsanlar kendilerinden nefret ettiğinde içlerinde bir şey kalmadığını biliyordum, ama bunu kendi gözlerimle gözlemlemek gerçekten de eğlenceli. Sana bir kutu vermemek için hiçbir sebep görmüyorum.”

Sorularımı tamamen duymamazlıktan gelip, o tuhaf şeyler söyledi.

Ama anladığım bir şey vardı.

O büyüleyiciydi. İnanılmaz derecede.

“Bir dileğin var mı?”

Tabi ki de var. Hep dileniyordum ne de olsa.

“Bu herhangi bir dileği yerine getiren bir kutu!”

Büyüleyici sesi ile böyle dedi ve bana bir tür kap uzattı. Bahsettiği gibi, bu bir kutuya benziyordu. Ama her nedense tam açıklıkla algılayamıyordum, oysa fiilen tam önümdeydi.

Ona dokunmayı denedim.

Sırf bununla ‘gerçek’ olduğunu fark ettim. Mantık gibi bir şeyden dolayı değildi ancak, bütün vücudum ile bunun ‘gerçek’ olduğunu hissettiğimden dolayıydı.

Kabul ettim.

“Nasıl kullanabilirim…?”

“Dileğini zihninde eksiksiz olarak hayal et. Bu kadar! İnsanlar baştan dilekleri yerine getirme yeteneğine sahiptir. O yüzden, bu kutu o kadar da özel değil. Sadece dileğini basitleşitrir ve o şekilde yerine gelmesini daha kolay yapar.”

Dileğim Riko Asami olmamaktı. Hor gördüğüm Riko Asami dışında biri olmaktı.

Öyleyse kim olacaktım?

Aklıma ilk gelen sevgili Maria Otonaşi’mdi. Ama bu imkansızdı. O insan değil ne de olsa. O, benim gibi birinin olabileceği bir varlık değildi.

Ama ardından aklıma geldi.

“Dileğim,”

O, bir olguymuş gibi günlük hayata önemli diyebilen bir çocuktu. O, her nedense Maria Otonaşi’yi elde eden çocuktu.

“Günlük hayat önemli mi”? Dalga geçme benimle. Benim günlük hayatımı yaşadıktan sonra bunu söylemeye dene bakalım! Onu, sebepsizin mutluluğun tadını çıkartıbildiği için affedemezdim.

Dolayısıyla, hepsini bana ver!

“Ben Kazuki Hoşino’yu ikame olmak istiyorum.”

Bunu dile getirdiğimde, kutu katlanmaya başladı. Kutu küçük ve sert olduğunda, bana doğru kurşun gibi uçtu ve vücuduma gözümü delip geçerek girdi. Bana acı hissetmeye zaman vermeden, kalbime girdi ve bütün vücudumu damarlarımdan hükmetti. Ben, ben, ben, ben doğranıyordum, eziliyordum, yırtılıyordum, etrafa dağıtılıyordum, kutu tarafından hükmediliyordum, hükmedildim ve—kayboldum.

“Onun yerine geçmek, he? Huhu… gerçekten çok talihsizsin.”

Dedi büyüleyici bir gülümseme ile.

Sadece ona ikame olabilmeyi fark edebildiğin için ne kadar talihsizsin.”

Neden? Kaybolmam sadece saadet.

“Boş bir insan sadece boş bir dilek hayal edebilir. Özür dilerim, ama biliyor musun, ben bunun tamamen farkındaydım.”

Dedi gerçekten büyüleyici ve nazik bir gülümseme ile.

“Ah, ne kadar sevimli! Kendi eylemlerinden sırf bununla kaçabileceğini düşünmek; senin bu çocuksu yanını son derece sevimli buluyorum!”


Ve ardından rüyam balçığa atılmam ile devam etti.

Balçık yutarak, nefes alabilmek, ne de konuşabilmek.

5 Mayıs (Salı) 06:15[edit]

Ben zaten bir süre önce uyanmıştım.

Ama ben sadece Maria Otonaşi’nin yatağında hareket etme iradesine sahip olmadan kukla gibi uzanıyordum. Riko Asami ile iletişime geçmem gerekiyordu. Bunu biliyor olmama rağmen, hareket edemiyordum.

Maria bir sandalyeye oturmuştu ve bana sürekli bakıyordu.

Ama yine de, hareket edemiyordum. Gözlerimi onun şu delici bakışından bile kaçıramıyordum.

Bir süre bakıştıktan sonra, sonunda sabrını yitiren oydu ve gözlerini kaçırdı. Ayağa kalktı ve bir yere ayrıldı.

Bir kaç saniyeden sonra döndü ve bana bir bardak kahve ısrarla vermeye çalıştı. Ben sadece gözlerimin önündeki buharı izledim. Bardağı uzun bir süre için kabul etmedim, bu da onun sabrını tekrar yitirmesine sebep oldu; kendisi kahveyi

içmeye başladı ve “acı…” gibi bir şey dedi.

“.......Hm, doğru, ben zaten boş durduğuma göre, biraz kendimle konuşurum.”

Bardağa kaşlarını çatıp bakarken böyle dedi.

“Ben bir kutuyum. Ben, gerçekten de, aynen kutunun yaptığı gibi dilek yerine getirebilirim.”

“Ama ben bir kutu olarak başarısızım. Benim getirebildiğim mutluluk sadece uydurma ve sahte.”

Aldırışsızca konuşuyormuş gibiydi, ama onun ifadesindeki karamsarlığı görebiliyordum.

“Mutluluk nedir merak ediyorum. Düşüncelerine göre elde edebileceğin bir şey mi? Eğer öyleyse, kalbini değiştirerek bütün ailesini isteksizce silen biri mutluluk elde edebilir mi?”

Benim hakkımda konuştuğunu düşünmüştüm. Ama bu doğru olmayabilirdi.

“...Bence imkansız. Ben öyle düşündüğüm için buradayım.

O kendisi hakkında konuşuyor olmalıydı.

“Senin şartlarını tam olarak bilmiyorum. Ama senin bulunduğun durumda tek bir düşünceyi değiştirmekle mutluluk elde edebileceğini düşünmüyorum. Sen de öyle düşünmüyor musun?"

Aynen öyle. Nereye gidersem gideyim beni felaket bekliyordu.

“Benim seni ‘kurtarmamı’ istiyordun, değil mi?”

Dedi kahvesini bitirdikten sonra.

“Eğer hatalı olmasını aldırmıyorsan, senin bir dileğini yerine getireceğim.”

İnsan normalde bunu apaçık yalan olarak düşünürdü. Ama o çok ciddiydi.

Öyleyse, buna inanıp inanmamak bir kenara, bu yeter de artardı.

“......gerçekten mi?”

Bu, ağzımı açtırmak için yeter de artardı.

“Evet. Bütün yollar felakete gidiyorsa, sana başka bir tane sunarım. Sadece bir kuruntu olabilir, ama senin durumda başka bir seçeneğin yok, değil mi?”

O sırf beni hareket ettirmek için bana ümit vermek isteseydi, bu şekilde konuşmazdı.

“Ama böyle gerçek dışı bir güç kullanmanın senin için bir mahsuru yok mu, Maria…? Gücünü kullanmak için bir tür bedel ödemen gerekmiyor mu, bir Manga’daki gibi?”

Maria Otonaşi sessiz kaldı.

“Yani bir şart var, değil mi?”

“...Senin umursaman gereken bir şey değil.”

“Eğer böyle söylersen, o kadar çok umursarım!”

Kelimelerime bir iç çekti ve şunu dedi:

“Anılarımın bir parçasını kaybediyorum.”

“He…?”

“Kusurlu Mutluluğu kullanarak, dileğin hedefini, ve bir yere kadar onunla alakalı olan insanları unutuyorum. Doğrusu, neredeyse hiç anım yok. Ne ailemin anıları var, ne de arkadaşlarımın. Sadece bunu kendi rızam ile yaptığımın anısı var.”

“Nasıl yani…?”

Bu fazla acımasızdı.

“...Ama o zaman kutunu benim üzerinde kullanırsan Kazuki Hoşino’yu unutmaz mısın…?”

Bu soruya cevap vermedi.

Haklı olduğum içindi elbet.

“...Anlamıyorum! Sırf benim uğruma neden bu kadar ileriye gidersin ki? Kıymetli birinin anılarını bile terk edersin, neden…?”

“Bu benim meselem. Daha önce de dediğim gibi, senin umursaman gereken bir şey değil.”

“Umursamamamın imk—”

“Sen benimle aynısın.”

Lafımı böldü.

“Seni talihsiz görmek istemiyorum. Buna katlanamazdım. Her şeyden önce, böyle şeyleri dikkate almasam kutuya dönüşeceğimi düşünüyor musun!”

Ve bunun uğruna değerli anılarını unutmaya hazırlıklı mıydı?

Bu tuhaftı. Tuhaftı, ama—

Tam da bu yüzden o kusursuz bir yaratı olabilmişti.

Böylelikle felaketten kaçabilirsem, ve bu da onun dilediği şey ise, o zaman onun teklifini kabul edecektim.

“Lütfen bana telefonunu ödünç ver.”

Maria Otonaşi başını salladı ve bana Kazuki Hoşino’nun cep telefonunu verdi.

Cep telefon numaramın arama geçmişinde olduğunu fark ettim. Herhalde beni telefonumdan aramaya çalıştılar.

Ama bu onunla iletişime geçmek için yeterli değildi.

Bende onu o numaradan ulaşmaya çalışmıştım, ama hat bağlanmamıştı. Beni o numaradan aramamıştı.

O, Yuuhei İşihara’nın numurasıydı.

Telefon numarasını çevirdim. Bir kaç saniyeden sonra,

“Alo?,”

Riko Asami telefona cevap verdi.

5 Mayıs (Salı) 21:42[edit]

Miyazaki'den 2 Mayıs’ta aldığım notu tamamlayınca, bu şekilde sonuçlandı.


00-01 01-02 23-24 1. gün
02-03 03-04 04-05 2. gün
11-12 13-14 15-16 3. gün
09-10 16-17 20-21 4. gün
06-07 08-09 19-20 5. gün
05-06 07-08 17-18 6. gün
12-13 14-15 18-19 7. gün Son


Kalan son üç parça ‘10-11’, ‘21-22’ ve ‘22-23’ bugün [Kazuki Hoşino]’ya ait olan zamanı belirtiyor. Eğer bugün Balçıkta Yedi Gece’yi durdurmazsam, [Kazuki Hoşino]’nun zaman parçaları 0’a düşecekti.

Saat 21:43’di. Diğer bir deyişle, [Kazuki Hoşino]’nun saat 23:00’e kadar bir saat ve 17 dakikası vardı.

O zamana kadar elimizden gelen her şeyi yapmamız gerekiyordu.

Bunun için hazırlıklar çoktan bitmişti.

[Riko Asami] ‘Asami’ ile iletişime geçti. ‘Asami’ onunla görüşme isteğimizi kabul etti ve bir saat ve yer belirledi.

Ve şu anda Riko Asami ile karşı karşıya duruyorduk.


‘Asami’ tarafından teklif edilen yer okulumuzdu. Okulumuzun bir güvenlik sistemi vardı, ama sırf okulun çiti üzerinden tırmanarak etkinleşmiyordu.

Okul Altın Haftası’ndan dolayı boştu.

O, ıssız okul bahçesinin ortasında duruyordu.

“Sizinle görüşmeye neden karar verdiğimi düşünüyorsunuz?”

Beklenildiği gibi, onun fısıldayan sesi onun alışık olduğumuz konuşma şeklinden tamamen farklıydı.

“Maria'nın amacını biliyorum, ne de olsa. İntiharımı engellemek ve kutumu çalmak için geldiniz, değil mi? Ama bunun benim için uygunsuz olmasına rağmen, sizinle görüşmeye karar verdim. Neden biliyor musunuz?”

Dedi Asami ve her nedense gözlerini odaklayamıyor gibi gözüküyordu.

“Seni en sonunda bir kez daha görmek istedim. Bayıldığım kişiyi görmek istedim; benim elde edemediğim şeyi elde eden kişi: kusursuz kendisini yaratmak.”

“Yanılıyorsun.”

Maria onun lafını belirgin bir ses ile kesti.

“Seni hayatını heba etmek gibi saçma bir eylemde bulunmana izin vermememi istiyorsun.”

Riko Asami sessizce Maria’yı dinledi.

Ve ardından onun ağzının kenarları hafifce kalktı.

“Maalesef öyle klişe sözler bende işe yaramıyor. Ne yazık… Senin öyle üzücü bir şey söylemeni istemiyordum.”

“Hımf, o zaman bizimle neden buluştun? Ölmekten korktuğunu göremediğimi mi düşünüyorsun?”

“Sen tersine benim güvencemsin.”

“...güvence mi?”

“İntihar etme korkumu fark ettiğimde belki beni öldüreceğini düşündüm.”

Riko Asami öyle kayıtsızca konuştu.


“......”

Acaba neden? Neden söyleşileri—beni bu kadar sinir ediyordu?

Hissetmem gereken başka duyguların olması gerekirdi. Telaş, korku, şefkat—o duygular çok daha doğal olurdu. Fakat buna rağmen, neden sinirli hissediyordum?

Düşündüm taşındım—ve fark ettim.

—Ah hayır, olamaz…

“Asami.”

Bunu muhtemelen farkında olmadan fark etmiştim. O zaman sinirlenmek gayet anlaşılabilirdi! Bu gereksiz konuşma tamamen anlamsızdı, değil mi?

“Sen Balçıkta Yedi Gece esnasında Miyazaki ile görüştün, değil mi?”

Asami beklenmedik soruma başını yavaşca salladı.

“Bize Balçıkta Yedi Gece’den hiçbir kaçış olmadığına inandırmak için, Miyazaki sahibin öldüğüne dair yalan söyledi. Bu kutuyu tamamlamak için bana pes ettirmeye çalıştı.”

“...Yani?”

Asami devam etmem için beni teşvik etti, bunun üzerine de başımı salladım.

“Miyazaki seni bulamayacağımıza inandığına eminim. Ama sen hayattasın. Öyleyse bu kanaat nereden geliyor?”

Asami sadece bir anlığına tereddüt etti ve:

“...Çünkü onunla görüştüğümde saklanacağıma söz verdim. O yüzden, ağabey—”

“Neden?”

Onun lafını kestim ve ona sordum.

Balçıkta Yedi Gece’yi durdurmak adına intihar etmeye hazır olan sen, neden [Riko Asami]’nin yoldaşı olan, ve kutunun tamamlanmasını arzulayan Miyazaki ile işbirliği yapma gereği duydun ki?”

O sessiz kaldı.

“Bu biraz uyumsuz değil mi?”

“...Sen benim çekişmemi anlamazsın, Kazuki Hoşino.”

Artık katlanamıyordum. Bu nefrete artık dayanamıyordum.

“Tiksinç! Böyle garip bir şekilde konuşma artık!”

“......Bu benim asıl konuşma şeklim. Sen bunu bilmezsin herhalde, ama orta okuldan beri—”

“Şimdi bu rol yapmaktan vazgeçmez misin? Tekrar karşımıza çıkmaya karar verdiğine göre zaten saklanmak istemiyorsun, değil mi? Öyleyse,”


“Bu tondan vazgeç artık O!”


Maria gözlerini fal taşı gibi açtı ve Asami'ye—hayır, O’ya baktı.

Asami'nin yüzündeki ifade kayboldu. Bu insan dışı suratta Riko Asami’den bir şey hissedemiyordum artık.

“Bu rolü 30 Nisan’da başladın, değil mi? Bu tatsızlığın çok abartılı! Şimdi durup düşününce, Asami sadece o zaman bana garip gelmişti. Sonraki gün, Haruaki onun garip davrandığını unutmuştu. Bunun sebebi sahip dışında herkesin seni unutma özelliğinden kaynaklanıyor değil mi? Sınıfa hiç girmedin çünkü Miyazaki oradaydı, değil mi?”

Asami hala ifadesiz bir şekilde beni dinliyordu.

“Miyazaki Asami'nin ölü olduğuna dair bu kocaman yalanı söyleyebilmesinin sebebi, onun vücudunun senin, O, tarafından ele geçirildiğini bildiği içindi. Eğer senin gibi insan dışı bir varlık Asami'nin vücudunu ele geçirdikten sonra ona ‘artık bir daha gözükmeyeceğim’ gibi bir şey derse, doğal olarak inanır tabi.”

Asami hala ifadesini değiştirmedi.

“O senin varlığını unutmuş olabilir, ama anlaşılan kız kardeşinin başka biri tarafından ele geçirildiği unsurunu unutmamış. O yüzden, Miyazaki için tek kurtulma yolu Balçıkta Yedi Gece’yi tamamlamaktı. Bu şekilde onu [benim] düşmanım yaptın. Bu şekilde [benim] ile [Riko Asami]’nin mücadele edebilmesi için hazırlık yaptın.”


Asami'ye kaşlarımı çatıp baktım ve ilan ettim:

“Bu şekilde, beni gözlemlemenin keyifini çıkarttın.”

Konuşmamın bittiği an—

“Huhu”

Bu boş ifade parçalandı ve Riko Asami tamamen yok oldu.

Hayır, vücut hala aynıydı. Ama şimdi belliydi. Riko Asami bu ifadenin içerisinde var olamazdı. Hiçbir insan bu kadar berbat bir gülümseme yapamazdı.

“Ah, seni gerçekten övmem gerkeiyor!”

“O” gülümsemesini devam ettirerek alkışladı. Sakinliğini bozmuyordu çünkü onu bulsak bile, o bizim için erişilemezdi.

“...Oldukca memun gözüküyorsun O.”

Dedi Maria surat asarak.

“Memnun mu? Huhu, tabi ki de öyleyim! Bu sefer gerçekten gözlemlemeye değerdi. Kazuki Hoşino’nun vücudu çalındığında nasıl tepki vereceğini, nasıl düşüneceğini, nasıl ıstırap çekeceğini görmek gerçekten ilginçti! [Riko Asami]’yi belirgin bir şekilde ‘düşman’ olarak algılayıp onu incitmeni hiç beklemiyordum. Huhu, geçen sefere kıyasla çok kısa bir zamandı, ama yine de turnayı gözünden vurdum..”

“Seni sapık.”

Maria’nın hakareti, ama, “O”’nun gülümsemesine son verdi.

“Peki ala—bu kutuyu size vereceğim o zaman.

Onun sözlerini hemen anlayamamıştım.

O az önce ne dedi? Kutuyu bize vermek mi? Neden? Daha kutu için pazarlık yapmaya başlamamıştık bile…

“......ne dolaplar çeviriyorsun?”

Maria benim yerime sordu.

“Ah? Davranışım tuhaf mı acaba?”

“Bana bu sakin tavrının sadece kandırmaca olduğunu ve seni bulduğumuz için köşeye sıkıştırıldığını mı söylemek istiyorsun?”

“Cevabın tamamen ıskaladı. Neden köşeye sıkıştırılmam gerekiyor ki? ...Anladım, anlaşılan bir yanlış anlaşılma var. Biliyor musun, amacım size bir ayak bağı olmak değil, Kazuki Hoşino’yu gözlemlemek. Bu kutu içerisinde onu fazlasıyla gözlemleyebildim. Ben çoktan amacımı elde ettim. O yüzden size bu işe yaramaz kutuyu vermemem için hiçbir sebebim yok.”

Şimdi o sözünü edince, aşikardı. “O”’nun amacı Balçıkta Yedi Gece’yi tamamlanmış görmek değildi. Hayır, eğer tamamlansaydı, tam aksine—

“Aa…!”

“Ah, anlaşılan sözünü etmememe rağmen fark ettin. Ne yazık.”

Elbet o benim sararmış yüzümü görmekten memnun kalmıştı. “O” gülümseyen bir ifade ile dedi.

“Aynen öyle, sizin Balçıkta Yedi Gece diye hitap ettiğiniz kutu daha baştan tamamlanmamalıydı. Riko Asami oldukca ilginç bir insan, gerçekten. Ama öyle ufak bir varlık için asla biricik gözlemleme nesnemi terk etmem. [Riko Asami]’nin ‘Kazuki Hoşino’yu’ ele geçirmesine izin vermek mi? Buna izin veremem.”

“O” kıkırdadı.

“O yüzden, beni bulsaydınız da bulmasaydınız da, eninde sonunda size kutuyu verecektim. Size kutuyu kolaylıkla vermek hiç de garip değil.”

Kendimi geri almak için [Riko Asami]’ye düşmanmış gibi baktım.

Bunun için, [Riko Asami]’yi incittim ve ona eziyet bile ettim. Miyazaki'yi bile bu işe karıştırmıştım. Maria’ya bile bir zaman ihanet ettim.

Ama buna rağmen,

Bunların hepsini yaşamama rağmen,

“Hepsi nafileydi.”

Neticede “O”’nun suyuna mı gitmiştim?

Eğer öyleyse, bu haftanın anlamı neydi…

“Ben nafile değildim.”

Bu inkarı duyduktan sonra, ona düşünmeden baktım.

Böyle ilanda bulunan Maria, “O”’ya cüretkar bir gülümseme gösterdi.

“Ne demek istiyorsun?”

“Anlamıyor musun? Kazuki’nin amacı günlük hayatını tekrar elde etmek. Amacını elde etmek için elinden gelmesi doğal tabi. O yüzden hiçbir şey değişmezdi. Senin Balçıkta Yedi Gece’yi tamamlamaya niyetin olmadığını tahmin edebilse bile, bulunduğu eylemler değişmezdi.”

“Niye öyle?”

“O” merakla sordu.

“Bu tabii bir şey.”

Maria O’ya gülermişcesine bunu söyledi.

Kimse senin hevesin gibi değişken bir şeye asla güvenemez ki.”

Ah, anladım. Bana “kutuyu” vermek eylemi onun için sadece bir heves “çünkü bu onun için en zevkli sonuçtu.”

Ben asla bunun gibi bir şeye güvenip hareket etmemezlik yapmazdım. Eğer boş çaba olsa bile, bu “kutuya” bir çözüm bulmak için canımı dişime takardım.

“Anladım. Ama Kazuki bir kenara, senin için tamamen boş çabaydı. Bu kutu zaten tekrar kullanılamaz, ne de olsa.”

“Ne kadar da gülünç ve basit bir düşünme şekli bu. Senin görünmen benim en az bir adım ileri atmama yardımcı oldu. Çünkü sen az önce eğer Kazuki ile birlikte kalırsam O veya kutulara rastlayacağımı kanıtladın.”

“Hım…?”

Onun sözlerini duyduktan sonra, “O” gözlerini etkilenmiş bir şekilde sonuna kadar açtı.

“Ciddi misin?”

Maria hayrete düşmüş bir ifade ile cevap verdi.

“Hey, ben kutunun peşinden koşarak bir ömür zaman geçirdim zaten. Sözlerim hakkında neden şüphe duyarsın ki?”

“Hayır, öyle demek istemedim! Senin aptallığın umurumda değil. Sorduğum şey Kazuki ile birlikte olarak benimle karşılaşmanın bir anlamı olup olmadığı.”

Maria bu sözlere karşılık gözlerini fal taşı gibi açtı. Ve ardından yavaşca sarardı.

“Fark etmemiştin… veya daha doğrusu, bu konu hakkında çok düşünmedin?”

Dedi “O” bir gülümsemeyle.

“Bu kanıt anlamsız. Sen Kazuki'yi bırakmayı düşünüyorsun zaten, değil mi?”

N...e…?

“A-Abuk sabuk konuşma!”

“Huhu, onun bu sararmış suratı sözlerimin gerçekliğinin en iyi kanıtı değil mi? Biliyor musun Kazuki, o [Riko Asami]’nin kutusunu kullanmasına izin vermeyi düşünüyor!”

“Kusurlu Mutluluğu kullanmak mı…?”

O kutuya dokunduğumdan, biliyordum. O denizin dibini görmüş olduğumdan, biliyordum.

Birinin onun “kutusunu” kullanmasına izin vermek. Bu kesin tabuydu. Ben bile onun “kutusunu” kullanmanın ölümcül bir hata olduğunu biliyordum.

“Eğer öyle yaparsa, seni unutacak. O anılarını kaybetmiş olunca, kesin sizlerden uzaklaşacaktır.”

“N-Neden öyle bir şeyi biliyorsun!”

“Çünkü birinin onun kutusunu kullanmaya izin verdiğinde hep böyleydi.”

Bilmeden Maria’ya baktım. Dudaklarını ısırdığını görünce, onun gerçeği söylediğini fark ettim.

“Neden Kusurlu Mutluluğu kullanmak istersin ki…?”

“...Sana söylemedim mi? Asami’yi bekleyen kaçınılmaz talihsizliği kabul edemem.”

Bunun uğruna kendi arzularını görmezden gelmeyi aldırmıyor musun…?

Ah, anladım. O hep böyleydi. O kendi hayatını bir başkasının hayatı için çöpe atabilecek biriydi.

“Ben bir kutuyum. Ben insan değilim. Ben başkaları kurtarmak uğruna yaşamalıyım. Doğru, bu yüzden—”

Maria etkileyici ifadesinine kavuştu ve belirgin bir şekilde ilan etti:

Ben [Aya Otonaşi] olarak kalacağım.

Ama bu sözlerin içinde [Maria Otonaşi]’nin hisleri neredeydi?

‘—sen de artık beni gözünden kaybetme’

Bunlar Maria’nın gerçek hisleri değil miydi? Bu artık yalnızlığa dayanamayan kızın gerçek hisleri değil miydi?

Bu yanlıştı. İnsanın kendi hislerini görmezden gelmesi doğru olamazdı.

Ama ona bunun yanlış olduğunu dikkatsizce söylemezdim. Ona bu kadar azim veren olayın ne olduğunu bilmeden, onu reddedemem.

“Maria.”

O yüzden sadece bu ismi dile getirdim, sadece benim diyebildiğim isim, ve onunla kendi hislerimle yüzleştim.

Ben bunu istemiyorum.”

Maria’nın yüzü biraz gerildi.

“Ben kesinlikle beni unutup kaybolmanı istemiyorum!”

“......Kazuki.”

“Bu acımasızca! Seni gözümden kaybetmememi söyleyip, sen beni gözünden kaybetmeyi düşünüyorsun! Bu çok acımasızca!”

Maria benim haykırışımı duyduktan sonra yere baktı ve dudaklarını ısırdı.

“......Ama eğer yapmazsam, Asami—”

Maria’nın sağ elini zorla tuttum ve bu da onun lafını kesti. Bana gözleri fal taşı gibi açılmış bir şekilde baktı.

“Asami'nin hiçbir şeyi kalmayacak.”

“...Bunu nasıl söyleyebiliyorsun?”

“Çünkü ben senin inanmadığın ve belki seni sinir edecek bir şeye inanıyorum.”

Biraz daha sıkıca kavradım.

“Günlük hayat tarafından düzeltilemeyecek ümitsizliğin olmadığına inanıyorum.”

Onun parmaklarının beklediğimden daha narin olduğunu fark ettim. Hayır, sadece parmakları değildi. Maria’nın bütün vücudu narindi. Onun kişiliğinin aksine.

“O yüzden Balçıkta Yedi Gece yok edilse bile, Asami iyi olacak. Onun geleceğinde sadece ümitsizliğin bulunmasının imkanı yok!”

“......benim buna inanmamı mı istiyorsun?”

Diye fısıldadı.

Ben çoktan onun bunu reddedeceğini düşünmüştüm.

Yani, o “kutuyu” arıyordu. Kendisi günlük hayatı yok eden “kutu” ararken, günlük hayata inanan beni kabul etmesinin imkanı yoktu.

Ama ben buna rağmen günlük hayata inanıyordum.

“Onun sadece umut bulması gerekiyor.”

“...Ne?”

“Asami'yi ümitsizlik beklediğini kabul ediyorum. Ama bu ümitsizliğin içinde bile umut var! En azından bir tane biliyorum.”

“Hangi umut…?”

“Asami'ye bu kadar değer veren bir insan var. Bu onun umudu olamaz mı?”

Onun ifadesinde hafif bir tereddüt oluşmaya başladığını fark ettim.

“...Hiçbir şey olmasaydı bu elbet geçerli olurdu. Ama Asami şüphesiz bu olaydan dolayı hapiste uzun bir zaman yatacak.”

“Ama öyle olsa bile, eğer ikisi güçlerini birleştirirlerse, iyi olacaklardır. Birbirlerinin ne kadar değerli olduğunu fark ederlerse, onlar iyi olacaklardır! Sende öyle düşünmüyor musun?”

“......”

“Belki Asami'ye anlayabildiğimi söyleyebilmemin sebebi sırf kibir. [Riko Asami]’ye daha bir saat kaldı. Bir karar vermeden önce onun da hislerini onaylayabilirsin! ...Hayır, sırf onaylamakla kalma, lütfen umut bulmasına yardım et. Var olduğuna eminim.”

Onun elini biraz daha sıkı tuttum.

“Bari bir kuruntu yerine ona gerçek mutluluk ver!”

Bunu diyerek, onun elini bıraktım. Maria’nın gözleri ellerinden ayrılmıyordu.

“.......E-Ehm, şu an Altın Hafta’dayız, değil mi?”

Beklenmedik sözlerimi duyduktan sonra, Maria kaşını ardından başını kaldırdı.

“Olan bitenlerden dolayı tatilimizin keyifini çıkartmaya zamanımız olmadı, değil mi? Ama, bildiğin gibi, yarın da tatil, o yüzden ehm…”

Gözlerimi kapattım, doğruldum, ve konuştum.

“O yüzden, aa… yarın bir yere gidelim. Ehm, doğru, çilekli turta yemeye gidelim. Onu sevdiğinden bahsetmiştin, değil mi?”

Maria gözlerini fal taşı gibi açtı. Bütün bu süre boyunca gergindi, ama şimdi bu bir yalanmış gibi yanakları gevşedi.

“Huhu… ne diyorsun sen?”

“İ-İstemiyor musun?”

“...Altın Hafta’nın her gününü benimle geçirdiğin anlamına gelir, biliyor musun?”

“Eh? Bunda bir sorun mu var?”

Başımı yana eğerek bunu söylediğimde, Maria her nedense alaycı bir şekilde gülümsedi.

“Boşver.”

“Hm? Söz mü?”

Söz.

Bu kelimeyi dile getirdiğimde, onun ağzı tekrar gerildi.

Maria yere bir baktı. Böyle bir sözün anlamı üzerinde kafasını yordu ve tekrar gözlerini açtı. Ağzı rahatlamıştı, dudaklarının kenarlarını kaldırmıştı ve bana büyüleyici ama nazik bir ses ile:

“Söz veriyorum. Seninle yarın huzur içinde çilekli turta yiyebileceğimiz bir geleceğin sözünü veriyorum.

Evet, öyleyse endişelenecek hiçbir şeyim kalmamıştı.

Bu şekilde, son değişimi bekledim.

5 Mayıs (Salı) 23:00[edit]

Hiçbir şey sonlanmamıştı.

Maria Otonaşi benim bir daha değişmeyeceğime dair söz vermesine rağmen, hiçbir şey sonlanmamıştı.

Her nedense okul bahçesinin ortasında duruyordum, ama burada karanlıktan başka bir şey yoktu. Okul binasının yakında olduğunu biliyordum, ama hiçbir şey göremiyordum. Hiçbir şey. Yakında hiçbir şey yoktu.

Sadece Riko Asami ile yüz yüzeydik.

Anlayamamıştım. Bu durum da neyin nesiydi? Maria nereye gitti?

“Uzun zaman oldu.”

Riko Asami önümde ağzını açtı.

Bir kaşımı kaldırdım. Bir şey yanlıştı?

“Huhu, beni bu görünüşümle tanıyamıyorsun herhalde. Ben O’yum!”

“He?”

Sesinin tonu farklı olduğu belliydi ve benim asla yapamayacağım büyüleyici bir gülümseme. Ah, doğru. Bu kişi gerçekten de “O”’ydu.

“Neden Riko Asami gibi görünüp benim önümdesin…? Ve Maria nerede…?”

“O” bu soruya sadece gülümsedi, ve yanıt vermeden bana sadece sessizce yaklaştı. Onun bu acayip çarpıcılığından içgüdüsel olarak geriye adım attım.

“Kazuki Hoşino senin günlük hayatında bile umut olduğunu söyledi!”

Öyle dedi ve bana doğru elini uzattı. Ardından parmaklarını ağzıma soktu.

“A-gı…?”

“Gerçi olabilmesinin imkanı yok.”

Riko Asami’nin parmakları ağzımda serbestce dolaştı. Tükürüğüm ile kirlendiler. Onun parmaklarındaki tükürük bana bir böceğin vücut sıvısı gibi gelmişti.

“Çünkü sen kendi tadını bu şekilde algılıyorsun.”

Dedi “O” benim görünüşümle.

“—bu da balçığın tadı.”

...Evet, gerçekten de öyle tadı vardı.

Acıydı, muazzam derecede bitterdi—dayanamıyordum. Bunun Kazuki Hoşino’nun vücudu olması gerekmesine rağmen, balçık virüs gibi yavaş yavaş yayılmaya başladı. Vücudum karardı. Günahın rengiyle lekelendi. Pis balçık taştı ve bana tecavüz etti.

“O” parmaklarını ağzımdan çıkarttı. Dizlerimin üstüne düştüm. İçimdeki balçık bu yüzden çalkalandı.

“Kendine olan tiksintinin çaresi yok. Sen en nefret ettiğin insan tarafından—” bu kelimeyi duyduğumda miğdem bulandı. O yüzden, içindeki balçık sonsuza dek orada kalacak.”

“O” elini omzuma koydu. Başımı kaldırdım ve görmek istemediğim Riko Asami’nin suratını gördüm.

“Kendi balçığından kurtulamayan senin için umut olabilmesinin imkanı yok.”

Bu kadarını bende biliyordum.

Günlük hayatımda umut bulmamın imkanı yoktu. Şimdiye kadar ondan hiç yoktu. Öyleyse şimdi, bir suç işledikten sonra lekelenen benim için neden olsun ki?

Riko Asami artık yoktu.

Bu doğru değil.”

Hala dizlerimin üstünde, arkamdaki bu sese doğru döndüm.

Maria Otonaşi orada nefes nefese duruyordu. Onun yanında ağabey duruyordu. Beni artık kız kardeşi olarak düşünmeyen ağabey.

“Beklediğimden daha hızlı davrandınız.”

“[Riko Asami]’ye karşı bu şiddet de neyin nesiydi O!”

Maria Otonaşi “O”’ya öfkeyle bağırdı.

“Huhu… Biliyor musun, senin ve Kazuki Hoşino'nun ayrı düşmesini tercih ederdim. Onu sadece kendime uygun bir şekilde ayarladım. ...Ee, ona umut verebilecek bir şey bulabildin mi?”

“Buldum.”

Maria Otonaşi bunu hemen doğruladı.

Fakat “O” bu tepkiye karşılık ifadesini değiştirmedi.

“Riko.”

Ağabeyim adımı söyledi. Son derece garip bir histi.

Anladım, çünkü bu ilk defaydı. Ağabeyim bana bu vücuda girdiğimden beri bu isimle ilk defa hitap edişiydi.

“...ne var bu geç saatte? Sen beni ‘küçük kız kardeşin’ olarak düşünmüyorsun, değil mi?”

“Sonunda Riko Asami olduğunun farkındasın, değil mi? Eğer öyleyse, işler değişir. Sana ‘Riko Asami’ diyebilirim.”

Sessiz kaldım, o yüzden ağabeyim devam etti.

“Söyle bana, şimdi ne yapmayı düşünüyorsun? Balçıkta Yedi Gece yok edilecek. Riko Asami olmaya devam edeceksin. İkimiz ayrı düşeceğiz. O zaman ne yapacaksın?”

“Maria'nın kutusunu kullanacağım!”

“Asami. Özür dilerim, ama o sözümü geri alıyorum.”

“He…?”

Düşünmeden Maria Otonaşi’ye baktım.

“Miyazaki’yi dinledikten sonra, fikrimi değiştirdim. Senin bu kutuyu kullanmana izin veremem.”

Dedi küstahca, sözünü geri aldığından dolayı utanç göstermeden.

Hayır, belliydi! Anılarını sırf benim uğruma kaybetmenin ne kadar saçma olacağını fark ettiğinden emindim.

“O zaman ölürüm!”

Tamamen doğal bir cevap. Bu durumda bu tabi ki de en iyi çözümdü.

Ağabey bu sözlerime yüzünü astı ve bu kelimeleri söyledi:

“[Riko Asami]’nin sırf sana ait olduğunu mu düşünüyorsun?”

“...Ha?”

Ben Riko Asami’yim. O yüzden, ben kendime aitim. Bu doğal değil mi?

“Neden bu kadar hayrete düştün ki? Sırf kendine mi aitsin? Yok daha neler!”

Dedi ağabeyim, bana hayret etmişti.

“Sen bana da aitsin! Ve sırf onunla bitmiyor. Aynı zamanda Maria Otonaşi’ye aitsin, ve Kazuki Hoşino’ya aitsin. O yüzden, yani,”

Bana sert sert baktı.

Senin kendi isteğinle ölmene izin vermeyeceğim!”

Anlamamıştım.

Ağabeyim bana böyle şeyleri neden bu kadar nazik bir yüz ile söylediğini anlamamıştım.

“Öyleyse günahım nasıl affedildi…? Ölmeye bile mi iznim yok?! Benim yüzümden iki insan öldü! Benimde—”

“Riko.”

O benim devam etmemi engelledi.

“Bu sana kutumu kullandırtmamaya karar vermemin temel sebebi. Yanlış anladım. Yani, Miyazaki belki de bilerek bu konudan konuşmadı, ama ben gerçeği yanlış anladım.”

Maria Otonaşi devam etti.

Ryuu Miyazaki’ydi o ikisini öldüren kişi, değil mi?”

...Hayır. Elbet, bunun önderliğini yapan ağabeyimdi. Ama ondan yardım istediğimde bunun olacağını biliyordum. Ağabeyim sadece zamanındaki dileğimi fark etti ve yerine getirdi.

O yüzden, bu benim günahımdı.

“Yanlış anlama Riko! Onları senin yerine öldürmedim. Onlardan nefret ediyordum. Onlardan tiksiniyordum. Ben sadece benim bu şiddetli hislerimi kontrol edemedim.”

Bu bir yalandı.

Tabi, o da onlardan nefret etmiş olabilirdi. Ama sırf o hislerle, bunu yerine getiremezdi. O son sınırı beni kurtarmak istediği için aştı. Ona tetiği çektiren kişi bendim.

“Seninle kaçmayı düşündüm. Ama bu gerçekci değil. Biz daha reşit değiliz ve kaçak olarak yaşayamazdık. Yaşayabilsek bile, kovalandığımız bir hayatta mutluluk bulabileceğimizi düşünmüyorum.”

Ağabeyim alaycı bir şekilde gülümsedi ve konuştu.

“Bu yüzden, kendimi teslim edeceğim. Senin masumiyetini kanıtlayacağım. Bu benim alabileceğim en iyi karar.”

Ağabeyim benden bütün günahımı almaya ve kendisiyle birlikte hapise götürmeye çalışıyordu.

“......Neden öyle bir şey, benim uğruma, öyle—”

“Bana öyle bir şey dedirtme!”

Hiç anlayamamıştım. Neden? Biz kardeş olabiliriz, ama biz farklı insanlardık. Benim için bir şey yaparak hiçbir şey kazanmıyordu.

Ağabeyim çantasından bir şey çıkartıp bana verdi.

Sessizce kabul ettim. Hissi bana tanıdık gelmişti. Kabul ettiğim bu ‘şeye’ baktım.

“—Ah.”

Ağzımdan bir ses çıktı.

Yani, bu yok olmamış mıydı? Benim için önemli olan her şey olmamış mıydı?

“Onu yıkadım, pamukla doldurdum, ve bir araya dikerek getirdim. O kadar. Yani, elbette yeni gibi değil, ama en azından onarıldı diyebiliriz, değil mi?”

Bu bir tavşan peluştu.

Ağabeyim vinç yakalama oyunundan benim için kazanıp bana verdiği doldurulmuş peluştu.

“A, ah—”

Dizlerimin üstüne çöktüm. Farkında olmadan ağzımdan ağlama sesi çıktı ve gözyaşı dökmeye başladım. O gözyaşları içimdeki balçığın birazını aldı götürdü. ...Tabi, hepsini değil. Bu balçıktan kurtulamayacaktım. —Ama birazı şimdi gerçektende gitmişti.

Belki,

Belki—

“.......Ağabey.”

Belki daha baştan beri kutudan bir dilekte bulunmam gerekmiyordu. Belki de ben sadece fark etmemiştim.

Çünkü emindim—

—dileğim zaten çok uzun zaman önce yerine getirilmişti.

“Özür dilerim ağabey. Hepsi benim suçumdu, özür dilerim.”

Bunu fark etmediğimden dolayı, ağabeyim benim uğruma yerime geçmek zorunda kalmıştı. Eğer kendime değer verseydim, sonuç farklı olurdu.

“Bu sefer seni kurtarma sırası bende, ağabey.”

Gözyaşlarımı sildim ve ayağa kalktım. Ağabeyim bana biraz şaşkın bir şekilde bakıyordu.

“Seni ıstıraptan kurtaracağım… Seni bekleyeceğim. Tekrar beraber olabileceğimiz zamana kadar, seni bekleyeceğim.”

Sesim hala titriyordu ve gülümsememde biraz zorlamaydı, ama buna rağmen, belirgin bir şekilde:

“Seni Riko Asami olarak bekleyeceğim.” Dedim.

Gözleri sonuna kadar açık, ağabeyim bir süre donakalmıştı, ama ardından ifadesi yavaşça rahatladı.

Dünün tersine, onun gözlerinde canlılık bulunuyordu.

“Bak ne diyeceğim.”

Ağabeyim gülümseyerek ağzını açtı.

“‘Zamanında yetişemedim.’ Ben hep böyle düşündüm. Ama belki—belki son anda yetiştim.”

Bu sonuçla tamamen tatmin olduğumu kesinlikle söyleyemem. Ağabeyim ile, şüphesiz, son nefesimize kadar geçmişimizden nefret edecektik.

Her şeye rağmen, bir şekilde tahammül etmemizi sağlayan bir şey elde ettik.

Hiç kuşkusuz, sıkı sıkı kavramıştık.


Bizi sessizce izleyen Maria Otonaşi, bir gülümseme ile başını salladı.

“Demek Kazuki ile olan sözümü yerine getirebileceğim.”

Bunu dedikten sonra, gülümsemesi “O”’ya dik dik bakmakla kayboldu.

“Şimdi ver kutuyu!”

“O” gülümsemek için durmadan başını salladı.

Benim “kutum,” “Balçıkta Yedi Gece,” bununla bitecekti. “O” elini onun, Riko Asami’nin, gözüne tuttu. Göz yuvarlağım dokunuldu. Dokunulan kişi benim olmamama rağmen, hissediyordum.

“O” gözü çıkartmak istercesine içine uzandı. Acıya dayanamadan, kısık sesle çığlık attım ve gözlerimi kapattım. Acıyor! ...Ama çok acımasına rağmen, bunun doğru olduğunu düşündüm. Doğru olduğunu hissettim. O yüzden, göz yuvarlaklarımın ezilmesinin acısına dayandım.

Acı durdu. Tekrar “O”’ya baktım.

İşini bitirmişti. Göz yuvarlağım sağ salimdi ve “O” elinde kurşuna benzeyen küçük, siyah bir “kutu” tutuyordu.

“Öyleyse bu Kazuki Hoşino’nun ‘günlük hayat tarafından çözülemeyecek ümitsizlik yoktur’ sözünün kanıtı mı acaba?”

“.......Bu defa, belki.”

“Huhu… Anladım. Öyle demekten başka bir çaren yok. Bu, ne de olsa, senin kutu olarak varlığının inkarı. Kazuki gerçekten çok acımasız şeyler söyleyebiliyor.”

Maria Otonaşi “O”’ya kaşlarını çattı ve kabaca onun ellerinden “kutuyu” çaldı.

“Bununla Kazuki’yle birlikte olabilirim. Şu anda tek isteğim o.”

“Sonucunu hala erteliyor musun? Hala [Maria Otonaşi] olmaya devam etmek mi, veya [Aya Otonaşi] olmaya devam etmeye karar vermedin mi?”

“Ne kadar saçma bir soru.”

Maria Otonaşi kendi ellerindeki Balçıkta Yedi Gece’ye baktı. Bu kutudan nefret edermiş gibi dudaklarını ısırdı.

“Cevap uzun zaman önce karar verildi.”

“Sanırım öyle.”

“O” gönülsüzce cevap verdi, ilgisiz gözüküyordu.

“Ben bir kutuyum.”

Dudaklarını ısırmaktan vazgeçti ve konuştu.

Henüz kutu olmadığım zamanlarki kendime geri dönemem.

Onun güçlü bakışı.

Bu, bunca zaman boyunca bayıldığım varlığın ifadesiydi.

“O yüzden şu anki bireyselliğimi devam ettirmek en iyisi. Bunu ‘[Aya Otonaşi] olarak kalmaya karar vermek’ olarak algılayabilirsin.”

Öyleyse neden Kazuki Hoşino’ya hala eşlik ediyorsun?

“——”

O sessiz kaldı.

“Bu senin için oldukca zahmetli değil mi? Sen de böyle düşündüğünden dolayı Riko Asami’ye kutunu kullanmanı teklif etmedin mi?”

“...Ne demek istediğine dair en ufak fikrim yok.”

“Huhu, sen hala tekrarlar dünyasının lanetinden büyülenmiş vaziyettesin galiba. Bu Kasumi Mogi senin güçlü bir düşmanın olabilir, değil mi?”

“..........Hımf.”

O tekrar “kutuya” baktı ve elleri arasında yuvarladı.

“.......Ben karar vermiştim. Uzun bir zaman önce. Ama buna rağmen bu Kazuki ‘bunu istemiyorum’ dedi…!”

Küçük bir sesle mırıldadı ve, sadece bir anlığına, acı bir surat ortaya çıkardı.

Ama, bu ifadeyi hemen sildi. O tekrar kusursuz bir varlığın ifadesine kavuştu, bende bunu çok güzel buldum.

Ama bu varlığın yaratıcısı onu yaratırken çok büyük acılar ve kederlerden geçtiğinden emindim.

“Balçıkta Yedi Gece dileğini” tek iradesi ile yerine getiren o, beni ve “kutuyu” nasıl incelediğini merak ettim.

Sonunda, dudaklarını ısırdı, kurşun gibi “kutuya” baktı ve—


—”Balçıkta Yedi Gece’yi” birazcık hüzünle ezdi.

5 Mayıs (Salı) 23:56[edit]

Bu uyanışın diğerlerinden farklı olduğu besbelliydi. Garip bir dinçleşme hissediyordum. Şimdi vücudumun [Riko Asami] tarafından gerçekten çalındığını hissettim.

Cep telefonumu açtım ve saate baktım.

‘23:57’

[Ben], [Riko Asami]’nin benden ilk gün çaldığı zaman dilimindeydim.

Bitti.

Ama iliğimin sızlanmasına fırsat duyurmadan, vücudum birden sıkıca kavranmıştı.

“He?! Ah… M-Maria…?”

Beni kucaklıyor muydu?

Ama bu hiç de nazik bir sarılma değildi. Sanki bana yapışmaya çalışıyormuş gibi sıkı bir baskıydı.

“N-Ne oldu?”

Soruma cevap vermedi.

Ama elimde olmadığı için, onun bana istediği gibi kucaklamaya devam etmesine izin verdim. Onun ifadesini göremiyordum.

“......Bir defa daha söyle.”

“He?”

“Sana bir daha ‘Maria’ demeni söylüyorum.”

“......ehm, M-Maria.”

“.........bir defa daha söyle.”

“Maria.”

“......”

Sessiz kaldı.

“Bu senin suçun.”

Dedi Maria birdenbire.

“Kendini kaptırma. Her şeyden önce, sırf O ile görüşebildiğim için seninle bu şekilde birlikteyim. Bunun daha derin bir anlamı yok. Ama buna rağmen hep kendini kaptırıyorsun ve tamamen gereksiz şeyler yapıyorsun. Bu sefer bütün ıstırabım senin yüzünden.”

“......Tam anlamıyorum, ama bu biraz acımasız değil mi?”

“Gerçek bu, seni aptal.”

Konuşması bittiğinde, beni iterek uzaklaştırdı.

Bu sefer, şiddet mi?!

Ama buna rağmen, nihayetinde mutlulukla gülümsüyordu.

“Ee, gidelim mi o zaman?”

“He? Nereye?”

“Ne diyorsun sen? Bana dün söz vermedin mi, yarın gidip çilekli turta yiyeceğimizi?”

“...Yani, tabi bunu söyledim. Ama bugün hala Mayıs’ın—”

“Saate bak.”

Söylenildiği gibi cep telefonumu çıkarttım.

‘00:00’

Tarih tamamen değişmişti esasında.

“Gece açık olan ve çilekli turta satan bir aile lokantası biliyorum. Oraya gidelim.”

“E, hee? S-Sorun bu değil… ‘yarın’ genellikle uyuyup uyandıktan son—”

Utsuro no Hako vol2 clock7.jpg

“Ufak kusurlar arama. Çabuk gidelim.”

Maria ardından elimi çekti.

Yani… belki de öyle bir söz vermemeliydim? Yarın bütün gün sürükleneceğime dair bir içgüdüm vardı.

...Yani, bana hava hoş, sanırım?

Çünkü hiç de kötü değildi.

Maria tarafından sürüklenirken, okul bahçesinin ortasında kalan ikiliye baktım.

İki samimi kardeş birbirlerinin elini tutarak gülümsüyorlardı.





18 Mayıs (Pazartesi)[edit]

HakoMariTR2-A4.jpeg


Elimde sığır dili tadında Umaibō ambalajı kırıştırırken, sınıfta sağ sola baktım. Sınıf arkadaşlarım bana artık dikkat etmiyorlardı. Yarın başlayan vizelerimizden dolayı biraz gergin gözüküyorlardı.

“Ya, Kazu!”

“Ah”

Kokone bana selam verirken kafama elinin yanı ile vurdu.

“......Günaydın.”

“Biliyor musun, ben esasında sadece geziniyordum. Şibuya’da.”

“Ha?”

Kokone birden zafer kazanmışcasına konuşmaya başladı.

“Sadece Marui’ye gitmeye veya HMV’de müzik dinlemeyi düşünüyordum. Ama sanırım dünya benim bu cazibemi görmezden gelemiyor! Ve de benim bu E-Kuplarımı!”

Şimdi bir ölçü daha da büyüklerdi…

Sırama bir moda dergisi koydu ve parmağıyla ona işaret etti. Kokone’nin Şibuya’da, yüzünde bir gülümseme ile bir fotoğraf vardı.

“Aa, vay be.”

Bu benim gerçek izlenimimdi. Kokone daha da sevindi.

“Hohoho, bu arada, sırf o iki saat içerisinde beş defa bana yaklaşanlar oldu, birkaç flört yapanlar da dahil. Onları reddetdim ama ardından da manken olarak keşfedildim… Of of… toplum beni hiç bırakmak istemiyor anlaşılan. Ee, fotoğrafı beğendin mi? Nasıl?”

“.......Yani, güzel, sanırım?”

“Sen de mi öyle düşünüyorsun? Bir de yorumuma bak! ‘Hırkamın iplerini kulaklıklarım olarak karıştırdım ve kulaklarıma soktum!☆’Tatlı, şapşal bir kız tarafından ne kadar da zevkli bir yorum. Bu Moe.”

“Moe, aynen.”

Gereksiz şeyler söylesem işler muhtemelen karışacağından dolayı, rastgele cevap verdim.

Kokone ardından huysuz bir sesle, bizi gözleri yarı açık vaziyette izleyen Haruaki’yle konuştu:

“...Ne var Haru?”

“Yok, hiç. Sadece insanın kendisini övmesinin ne kadar iğrenç olduğunu düşünüyordum.”

“...sadece evde forması olan erkekler iğrenç.”

“Ne!? Adidas formalarımla dalga geçme!”

“Ben Adidasla dalga geçmiyorum. Ben seninle dalga geçiyorum.”

Bu laf alış verişini şahit ettikten sonra düşünmeden gülümsedim.

Ne kadar şanslıydım. Bunun anlamı günlük hayatımın böyle alış verişlerin yer alabileceği kadar geri dönmesiydi.

Hatta, bunun zevkini çıkartamayacak noktaya gelmek üzereydim. Balçıkta Yedi Gece yok olmuş olabilirdi, ama hala etkiliyken olanlar kaybolmamıştı. Kokone’ye itiraf ettiğim gerçeği değişmemişti.

Günlük hayatıma dönebilmem tamamen Maria ve zekasının sayesindeydi.

Mogi'nin hastane odasında yer alan o tehlikeli alış verişi düşündüm.



9 Mayıs, öğleden sonraydı.

Mogi beyaz yatağında oturuyordu, üzerinde cep telefonumdaki resimde birçok defa gördüğüm pijamalar vardı. Kokone onun yanında duruyordu, bugün saçını toplamamıştı.

İkisi de bana dik dik bakıyorlardı.

Tabi bu bakışların farkına varmıştım, o yüzden göz teması kurmamak için yatağa baktım. Gözümün kenarından Maria’nın bacaklarını görebiliyordum.

…”Savaş meydanı” denilen şey bu muydu?

“Bir açıklama duymayı isterim, Hoşino.”

Mogi'nin cilet gibi keskin, ama aynı zamanda sakin olan sesinden dolayı gerildim.

“Yani Otonaşi kız arkadaşın olmasına rağmen Koko'ya itirafta mı bulundun? Bu ne anlama geliyor? Senin bu kadar umursamaz bir çocuk olduğunu bilmiyordum…?”

Kokone onun iyi arkadaşı olan Mogi'ye danışmıştı itiraf konusunda.

Sonuç olarak, onun tarafından çağrılmıştık, ve şimdi de buradaydık.

“Koko bana zaten Otonaşi ile aranız iyi olduğunu söyledi… ama duyduklarımdan çıkartabildiklerimle, sizin zaten çıktığınızın sonucuna varabiliyorum, öyle değil mi?”

“Ehm…”

“.......Neden çıktığınızı söylemedin ki? ...Son zamanlarda aramızın daha iyi olmasını düşünerek aptal durumuna düştüm…”

Mogi'nin sesindeki keskinlik yavaşca kayboldu. İfadesinin karardığı belliydi.

“Açıkla bize Kazu!”

Dedi Kokone öfkeyle.

“Y-Yani, ehm… B-Biz-birlikte-ol-değiliz, öncelikle.”

“Siz… ne?! Birlike ‘olmak’ mı?! S-Sorduğum şey o değildi! Sapııık…”

“Kimse o şekilde yanlış duyamaz! Yanlışın var!”

“Sana inanamıyorum artık! Öyle bir şeyi Otonaşi'nin önünde söyleyebildiğine hayret ediyorum. Birbirinize ilk isimlerinizle hitap etmenize rağmen!”

Hastane odasında gürültü yarattığımızdan dolayı, bütün bakışlar üzerimize odaklandı. Hemşireler bile bize yaklaşmaya cesaret edemedi ve bizi sadece uzaktan izledi.

...Bizi gelip azarlayamaz mısın lütfen?

Kokone derin bir nefes aldı ve ciddi bir suratla Maria’ya baktı.

“...Onunla hiçbir sıkıntın yok mu? Kazu bana itirafta bulunmasına rağmen, neden o kadar sakinsin?”

“Hm. ...Yani.”

Maria Kokone’nin sözlerine kollarını kavuşturdu. Bana bir bakış attı ve ağzının kenarları hafifçe kalktı. ...İçimde kötü bir his vardı.

“Kirino’ya olan itirafından dolayı rahatsızlık… Tabi ki de hiç yok.”

“...Neden?”

Çünkü bunu ona ben yaptırdım.”

Herkes hayrete düşmüştü. Tabi, bende dahildim.

Ehm, Maria az önce ne dedi?

“...........Bu ne demek? Otonaşi Kazu'nun bana itiraf etmesi için teşvik mi etti?”

“Aynen öyle.”

“...K-Kazu, ne oluyor ya?!” “Hoşino, bunun anlamı ne?!”

Hayır, bunu bende öğrenmek istiyordum.

“Kazuki zaten düzgün açıklayamayacağı için, açıklamayı ben yaparım.”

Maria bunları söylerken ağzının kenarları hala kalkmıştı.

O bu durumdan kesinlikle zevk alıyordu…

“İlk önce, bir olgu olarak bunu hemen bahsetmem gerekiyor, ben Kazuki tarafından reddedildim.”

Kokone ve Mogi gözleri sonuna kadar açık bir şekilde bana baktılar. H-Hayır, gerçekten, bende anlamıyordum!

“Hatırlayınca, ‘Senin gibi önemsiz bir varlık hakkında hiçbir şey düşünmüyorum.’ gibi bir şey demişti.”

Öyle bir şey diyebilmemin imkanı yok, var mı?!


“Nasıl y… bu çok kendini beğenmiş değil mi? Kazu git geber.”

“B-Ben bile bunu az önce itici buldum sanırım.”

“Hayır, ehm……”

Mazeretler uydurmak istedim, ama Maria’nın ne işler çevirdiğini bilmediğimden dolayı, hiçbir şey diyemedim.

“Bu haşin reddedişi hemen anında kabul edemedim. Ama yani, hoşlandığı başka biri olsaydı, elbette pes etmezdim, ama onun reddedişini kabul ederdim. O yüzden sordum. Hoşlandığı birinin olup olmadığını.”

“V-Ve orada bana olan AŞ-KI-NI söyledi!”

“Yani evet, oldukca uzun bir süre tereddüt ettikten sonra, senin ismini bahsetti.”

Kokone Maria’nın sözlerini duyduktan sonra, “Aa, ehm” gibi sesler çıkartarak yavaş yavaş kızardı. Onun yanında da Mogi tersine morardı. ...bu bana biraz trafik lambasını andırıyordu.

“Ama dinle, Kirino’nun ismini duymuş olmakla ona hala tamamen inanamadım. Çünkü onlar bana sırf arkadaş olarak gözükmüştü. O yüzden gözlerimin önünde onun itirafta bulunması ve eğer yaparsa kabul edeceğimi söyleyerek teşvik ettim.”

“Ve böylece Hoşino Koko'ya teklifte bulundu…”

Mogi mırıldadı, neredeyse ağlayacak bir halde. Kokone’nin yüzü hala kızarıktı ve Mogi'ye endişeli bir yandan bakış attı.

...hey, Maria, ne dolaplar çeviriyorsun sen…?

“Yani, ama Kazuki şimdi de Kirino’yu sevdiğine dair ifadesini geri aldı.”

“EEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEHHHHH”

Kokone haykırdı.

“K-Kokone, burası hastane!”

“Kapa çeneni seni lanet değişken piç.”

“.......”

“Kısacası. Sonunda, Kirino’yu sevdiği sadece beni geri çevirmek için söylediği rastgele bir yalandı sadece. İtiraf etmek için benim tarafımdan tehdit edilerek, o zaten geri çekilemezdi.”

“Hm… Durumu anladım. Ama… Ama, ama! Bunun hala bana birazcık acımasız olduğunu düşünüyorum!”

“Bunun sana ne kadar güvendiğini belirtmiyor mu? Senin, onun değerli arkadaşının, o özür dilediğinde senin onu affedeceğine inanmadı mı?”

“Hmmmmmmm…”

“Belki de, bir ihtimal, onu yanlış anlamana da itirazı yoktu?”

“He?!”

Kokone tekrar kızardı.

...Hayır, gerçekten, şimdi neden gidip gereksiz bir laf ekledin Maria?

“Ama bu seni de karıştırdığımızın gerçeğini değiştirmiyor Kirino. Kazuki de bende yaptıklarımızdan pişmanız. Lütfen bizi affet.”


“G-Gerçekten çok özür dilerim.”

Burada özür dileme fırsatı hissettim. Kokone bana gözlerini kısıp baktığında yanakları hala biraz kırmızıydı.

“...Davranışlarını iyice düşündün mü?”

“E-Evet. Özür dilerim.”

Tekrar düşündüğüm sözler dediğimi görünce, Kokone dudaklarını büktü ve konuştu.

“Anladım! Seni affedeceğim. Ama bunu ikinci bir defa yapma! İtiraflara her ne kadar alışkın olsam da, ben bile korktum, biliyor musun! O gece ne yapmam gerektiği konusunda o kadar telaş yaptım ki uyuyamadım, biliyor musun!”

“Demek itiraflara alışkınsın.”

“Ha! Okula girişimden sonra bir sene içerisinde kolaylıkla ikili rakamlara ulaştım! ...Aa, şu an onun önemi yok! Doğru düzgün düşündün mü sen?!”

“Ö-Özür dilerim. Düşündüm, düzgünce…”

Tekrar yüksek sesle konuşan Kokone, rahatlamış, gülümsüyordu.

O da ilişkimizin eskisine dönmesini dilemişti.

Bu şekilde herkesin dilediği günlük hayatı muhafaza edersek, o kadar kolaylıkla yok edilemezdi.

“Peki ala, o zaman ben eve gideceğim.”

Dedim ve Maria’ya göz kırptıktan sonra odadan ayrılmaya çalıştım. ...dürüst olmak gerekirse, aceleyle çıkmak istiyordum çünkü üzerimizde o kadar bakış olması oldukca utandırıcıydı.

“Bekle bir dakika.”

“...Ne oldu, Mogi?”

“Aa, ehm… sen Otonaşi'yi terk ettin, değil mi? O yüzden sizin neden hala beraber olduğunuzu merak ettim…? Siz gerçekten çıkmıyorsunuz, değil mi?”

Mogi titreyen bir sesle sordu.

“Ehm… yani, evet.”

Sırayla bana ve Maria’ya baktı ve gözlerini indirdi.

“.......Aah, bak gör! Çabucak hastaneden taburcu edileceğim! Okula hemen geri dönmeliyim. Huzursuzum… çok huzursuz…”

“M-Merak etme, Kasumi! Ben onu gözetlerim!”

Mogi Kokone’nin sözlerini duyduktan sonra suratını astı.

“...Koko. O ‘Belki de, bir ihtimal, onu yanlış anlamana da itirazı yoktu’ dediğinde oldukca mutlu gözükmüştün.”

“H-Hiç de bile!”

Mogi bana gözleri yaşlı bir şekilde dik dik baktı.

“Hoşino, seni ahmak!”

“He…”

“Bu sahte itirafı neden bana değilde Koko'ya yaptın?!”

Aaa… sorun bu muydu?



Öğlen arası.

Okul kantininde bir masada Maria’yla yüz yüze oturuyorduk. Maria ifadesizce sakız tadında Ramen höpür höpür içiyordu.

Oysa çilekli turtayı yerken o kadar da mutlu gözükmüştü. Gerçi, ben bilmeden fotoğraf çekmek üzereyken, o bana vurdu ve yüzünü ekşiterek yemeye devam etmişti.

“Kazuki, bugün de benim eve gelecek misin?”

Onun yanındaki erkek öğrencinin kızarmış pilavı ağzından fışkırdı.

“Bugün kütüphaneye gitmeyi düşünüyorum. Sen ne düşünüyorsun?”

“Bana hava hoş.”

Son iki gündür Maria’nın odasına ziyaret ettim. Pek eğlence için değildi, o sadece bana yaklaşan sınavlar için bana ders verdi, çünkü o açık arayla okulumuzdaki en iyi öğrenciydi.

Ama yine de, birinci sınıf öğrencisinden ders alan ikinci sınıf öğrencisi…

“Hm, ama o gelmez, he. Yapacak bir şey yok. Ben kalan çorbayı bitiririm, biraz fazla olsa da.”

“...lezzetliydi, gerçekten.”

“Senin izlenimlerini sormadım.”

Dedi soğuk bir şekilde, onu düşünmeme rağmen.

“Ama yine de—”

Maria’nın odasına gitmek: eğer ‘o’ muhabbetimizi duysaydı, bahse girerim ki kapris yapardı.

Bunu düşününce, iki hafta öncesine kadar ‘onun’ hep Maria’nın yanında hep yemek yediğini hatırladım.

Neredeyse eskisi gibiydi. Mogi hastanede surat asmaya başladı ve Daiya hala benimle konuşmamaya devam etti, ama rahat bir hayat geri kazandığımı düşünüyordum.

Ama, Riko Asami ve Ryuu Miyazaki artık günlük hayatımızda yer almıyorlardı.

Bizim Altın Hafta’mız dört gün uzatılmıştı, o yüzden okul 11 Mayıs’a kadar başlamamıştı. Bunun sebebi ise bu okula bir cinayet olayının şüphelisi bu okula gitmesiydi. Biz dinlenirken, okulumuzun müdürü televizyonda gözükmüştü ve Miyazaki'nin müthiş ve ciddi bir öğrenci olmasıyla ilgili bir şeyler söylemişti.

Tatilden sonraki ilk gün kocaman velveleydi. Öyle bir kargaşaydı ki birkaç kız cidden ağlamış, ve medya bizi kameralarla kuşatmıştı. Artık sıradan sınıf sahnesine hiç benzemiyordu.

Ama bir hafta sonra, sınıf önceki gibiydi.

Sınıf arkadaşlarımız sırf ‘Ryuu Miyazaki’ ismini bahsetmek bile sessiz bir tabu olduğunu ilan etti. Onun ismi silinemez bir şekilde o cinayet olayı ile ilişkiliydi, ve bu da alışılmadığa kaçıyordu. Günlük hayatı muhafaza etmek uğruna, onun adı bile var olmamalıydı.

Tabi ki de Miyazaki'yi hatırlayacaktım. Onu istesem de unutamazdım. Ama yine de, Miyazaki bu sınıfın öğrencileri arasında geçen muhabbetlerde yer almayacaktı.

Miyazaki artık günlük hayatına geri dönemezdi.

Ve kardeşi, Riko Asami, için aynı şekildeydi.

Bu olayın açıklandığı anda, onun buradaki yeri yok olmuştu. Riko Asami Ryuu Miyazaki’nin kardeşi olduğu sınıf arkadaşlarına bile bilinmemesine rağmen, artık ülke çapında biliniyordu. Onun resmi ve adresi devasa bir duyuru panosunda yayınlandı ve o medya ve meraklı insanlar tarafından kuşatılmıştı, oysa esasında kurbanların ailesinin bir üyesiydi.

Asami biz öğrenmeden önce okulu bırakmıştı.

“Kazuki, ne oldu? Gözün daldı.”

Maria Ramen’ini bitirdikten sonra bana bunu sordu.

“Ah, hayır, yok bir şey…”

“Asami’yi hatırladın, değil mi? ...Off, aklında kızdan başka bir şey yok.”

“Öyle imalı bir şekilde söyleme…”

Maria benim rahatsızlığımı görünce, memnun bir şekilde gülümsedi. Artık emindim. O bir sadistti. Hayır, yani, bunu zaten uzun zaman önceden beri biliyordum ama.

“Asami hakkında endişelenmene gerek yok. Bu kadarını biliyorsun, değil mi?”

Dedi Maria gülümsemesiyle.

Bende, farkında olmadan bu sözlere gülümsedim ve başımı salladım.

Doğru, onun hakkında endişelenmiyordum.

Cep telefonumu çıkarttım ve en son ses dosyasını dinledim.

Günaydın, Kazuki Hoşino. Yoksa tünaydın mı demeliydim?”

Bu selam ilk selamı ile tıpatıp aynıydı. Sadece bu Kazuki Hoşino’nun sesi değildi, ama bir kızınkiydi.

Riko Asami’nin sesi.

Bu dosya tarih damgasına göre 6 Mayıs saat 02:00’de oluşturulmuştu. Yaklaşık olarak benim ve Maria’nın aile lokantasından ayrıldığımız zamanlardı. O telefonumu ne zaman çaldığını bilmiyordum, ama Maria tek taraflı olarak ona emanet etmişti.

Bana bu mesajı bırakmaya izin vermek adına.

”Ne demeliyim? Belki: Zahmet için özür dilerim? Beni sırf kelimelerle affetsen, istediğin kadar söylerdim. Ama sanırım bu mümkün değil. Beni affetmezsin, ve ben bu boyutta bir şey yaptım.”

Bu hiç de doğru değildi. Dargınlık günlük hayatta sadece bir ayak bağı ne de olsa.

”Aynı şekilde, ağabeyim ne kadar ceza çekerse çeksin, onun günahının asla affedilebileceğini düşünmüyorum. Hapiste 10, 20 veya daha fazla sene yatabilir, ama oradan çıktığında günahı affedilmeyecek. Onun yaptığı şey, benim uğruma olmasına rağmen, doğru değildi. Eminim o günahının ağırlığını yavaş yavaş fark edecektir. Ayrıca onun kalbinin defalarca kırılacağını da düşünüyorum. Ama biliyor musun? O iyi olacak! Ne de olsa, ağabeyim bunların hepsini bilmesine rağmen ‘zamanında yetiştim’ dedi.”

Onun sesi parlaktı ve hiç blöf izlenimi vermiyordu.

Bunlar şüphesiz Asami'nin gerçek duygularıydı.

”Ben de iyiyim. Bunu sonunda fark ettim. Artık bunu gözümden kaybetmeyeceğim.”

Çok büyük sıkıntılar yaşayacağını biliyordu. O, bu okula ikinci bir defa geri dönmeyeceğini çoktan biliyordu.

Ama buna rağmen, şunu dedi:

”Ben Riko Asami’yim.”

Mesaj orada bitti.

Ne tür acılara katlanması gerekeceğini bilmiyordum. Ama o bir daha asla kendine “kimse” demeyecekti.

O yüzden, o iyi olacaktı.

Elbet.

Asami nereye gittiğini kimseye söylememişti—Maria’ya bile. O yüzden, hiçbir gerçek temeli yoktu, ama birkaç defa duyduğum bir söylenti vardı.

Bu söylentiye göre, Riko Asami Hokkaido’da bir çiftlikte yaşıyor ve çalışıyordu.

Bunun gerçek olduğunu umuyordum. Orada Miyazaki'nın dönebileceği bir yer yaptığını umuyordum.

Bunu yapabildiğine emin oluşum iyimserliğimden kaynaklanıyor olabilirdi. Ama buna rağmen, inanıyordum.

Onların birlikte tekrar neşeyle gülebilecekleri bir hayatı geri kazanabileceklerini inanabiliyordum.


“Aa, demek Otonaşi ile birlikteydin.”

O sözleri duyduktan sonra aklımı başıma topladım. Başımı özlediğim bu sese doğru kaldırdım.

Daiya benim önümde duruyordu.

Bana vurduğundan beri benimle konuşmamış olmasına rağmen, hiçbir şey olmamış gibi Maria’nın yanına oturdu.

...A-Acaba sorun neydi? Acaba benimle barışmak mı istiyordu? Umarım öyledir, ama onun bunu samimi bir şekilde söyleyebileceğini düşünmüyordum.

“Kazuki.”

“E-Evet?”

“Senin bu anlaşılmaz davranışın nedenini duydum!”

Belki Kokone ona hastane odasında konuştuklarımızı bahsetmişti?

Daiya şaşkına dönmüş olan bana küstahca sırıttı. Birden, bir şey fark ettim. Onun sadece sol kulağında takılı olan pirsing artık sağ kulağında da görünüyordu.

Daiya ardından:

“Sende O ile daha önceden tanıştın, değil mi?” dedi.






Yazarın Notları[edit]

İyi günler, ben Eiji Mikage’yim.

İlk kitap çıktığından beri ki uzun gecikmeden dolayı çok özür dilerim. Ben esasında ikinci kitabı en yakın zamanda çıkartmak istemiştim, çünkü birinci kitabın içeriğine göre hikayenin devam edip etmeyeceği belli değildi… Doğrusu, ben bile bu kadar uzun bir gecikmenin sebebini anlamıyorum.


Peki o zaman, ‘Eiji Mikage’ sadece bir takma ad. İnsanlar bana ara sıra bu takma adının kökenini sorarlar, ama hiçbir gerçek önemi olmadığı için, her zaman bu soruya cevap vermekte zorlanırım.

Ama hiçbir özel anlamı olmasa bile, bu yine de benim takma adım oldu.

Başyazı departmanında ve başka yazarlar arasında bu isim ile tanınıyorum. Neredeyse hiçbiri gerçek ismimi bilmiyor. Başyapı departmanını aradığımda bile “Ben yazar, Eiji Mikage’yim” diyorum! Şimdi durup düşününce, bu birazcık şüpheli...

Ondan sonra bütün değerli okuyucularım sadece benim ‘Eiji Mikage’ ismimi bildiğini düşünüyorum.

Bu kusurlu bir ifade olabilir, ama okuyucular için, ‘Eiji Mikage’ bir insan değil de, kitap yazan bir makinedir. Benden sadece eğlenceli kitap yazmam emrediliyor.

Bunun uğruna elimden geleni yapıp yapmadığım sorulduğunda hala emin olarak başımı sallayamıyorum. Okuyucularım için

ideal yazar olmak uğruna, kendimi hala toparlamam gerekiyor. Bunu sık sık düşünürüm. Tamam, şimdi teşekkür notu zamanı.


O muhteşem çizimler için 415, diğer adıyla Tetsuo’ya teşekkürler. Biz ikinci cilt hakkında konuşurken ve ben “Kazuki sadece beyaz bir gömlek ve don giyinen bir Maria tarafından kelepçeleniyor!” dediğimde hemen izlenimi söyledin, “Sen bir sapıksın”. Bunu kesinlikle unutmayacağım.

Sorumlu editörüm, Kawamoto, bu karışık hikayeyi yazarken bana uyduğun için teşekkür ederim. Bana gerçekten yardımı dokundu. Üçüncü cilt daha da karışık olabilir, öyleyse bu senin için daha da sıkıntılı olacak, dimi! *sanki kendisini ilgilendirmiyormuş gibi söylüyor*

En sonunda, bu ikinci kitaba kadar bana eşlik eden bütün değerli okurlarıma teşekkürler. Umarım tekrar üçüncü kitapta görüşürüz.

Görüşürüz!


- Eiji Mikage


Yorumlar[edit]

Eiji Mikage

Saitama’da yaşarım. Çoğunlukla buluşmalarımda buluşma yerine bir saat öncesinden varırım. Yalnız olmak üzücü.

Tetsuo

İsmim 415’den Tetsuo’ya değişti!

İsmin arkasındaki insan değişmedi ama!

Saygılar /^o^\






Geri Git - 1. Cilt Geri Dön - Ana Sayfa (Main Page) Devam Et - 3. Cilt