Utsuro no Hako - Türkçe:1. Cilt 27756. Defa

From Baka-Tsuki
Jump to navigation Jump to search

Reddeden sınıfı bitirip sıradan hayatımı geri kazanmalıyım.

Karşılaşabileceğim en büyük engel ne olabilir ki?

Büyük bir bariyer mi? Mesela, el mahkum şekilde bir binadan diğer binaya ince ip üzerinde geçmek mi? Ya da aynı günü milyon kere tekrar etmek mi?

Sorun bence o değil. Demek istediğim, bu engelleri nasıl aşacağımı eninde sonunda öğrenirim. Ne kadar zor olursa olsun, sahip olduğum sonsuz zaman dilimi içinde gerekli yetenekleri öğrenip sorunun üstesinden gelebilirim.

Hayır, bence karşılaşabileceğim en korkunç şey bu engelin “ne” olduğunu bilmemek olur.

Eğer ne yapmam gerektiğini bilmezsem boş bir tenekeden farkım olmaz. Ve zaman burada donduğu için de, zamanın ilerlemesi sorunu benim için çözmez.

Ve şu an—olabilecek en kötü olasılığı yaşıyorum.

“Sorun ne, Hoşi? Sabahtan beri sende bir gariplik var.”

İlk dersin bitmesiyle başlayan tenefüste, Haruaki hafifçe gülümserken bu cümleyi söylemişti.

Ders yeni bittiğinden sınıftan daha kimse çıkmamıştı. Mogi de yerinde oturuyordu. Evet—38 sınıf arkadaşım da buradaydı..

‘Reddedilen’ kişilerin neden geri döndüğünü sorgularken , bir nedenden ötürü, son tekrardan sonra her şeyi unutmuştum. Sanki bir şeyi keşfettiğimizi hissediyordum, ama hiçbir şey hatırlayamıyordum.

Ama bu da iyiydi. En azından fena değildi.

Eğer önemli bir şey keşfettiysek bu süreçte tekrar keşfederdik. Sınıf arkadaşlarımın hepsinin geri dönmüş olması hala soru işaretli olsa da, bu görevimi etkilemiyordu.

Sorun o değildi.

“Bugün amma sıkıcı~. Neredeyse hiçbir şey olmadı!”

Özel hiçbir şey yaşanmadı.

Kokone’nin bellirttiği şey göğsümde ince bir acıya neden olmuştu.

İnanmak istemiyordum. Şu anki durumu kabul etmek istemiyordum. “Daiya.” Sakin bir ses tonuyla arkamdaki Daiya’ya seslenmiştim. Kafasını bana doğru çevirmiş söyleyeceklerimi bekliyordu.

"Bugün gelecek transfer öğrenciyle ilgili bir şey duydun mu?” kafasını sallamasını umut ederek demiştim. Ama sorum—

"Hah? Neyden bahsediyorsun?"

—kaşlarını çatmasıyla beraber reddedilmişti.

Evet—Aya Otonaşi artık ‘transfer’ değildi.

Ve bu yüzden, ne yapacağım konusunda bir fikrim yoktu. Sahibi bul. Ve sonra? Kutusunu çıkar mı? Kutuyu yok et mi? Bunu nasıl yapacaktım?

Maria ile beraber bir çözüm yolu bulmak istiyordum. Ama bu sadece üşengeç olmamdan kaynaklanıyordu. Tamamen Maria’ya dayandığım için, o burda yokken ne yapacağımı bilemiyordum.

“Ama dinle, günlük hayatımız ve Reddeden Sınıf arasında hiç mi farklılık yok?” demişti Haruaki, soruma karşılık olarak.

Başka ne yapacağımı bilmediğimden ona akıl danışmıştım. Bu yüzden öğle tenefüsü okulun teras katına çıkmıştım ve bütün hikayeyi anlatmamdan sonra bana verdiği cevap bu olmuştu.

Haruaki’yi iyi tanıyordum. Absürd hikayeme inanmadığı için bu şekilde cevaplıyor değildi.

"Aynı...?" “Ah, hayır. Sana inanmıyor değilim, yemin ederim. Sadece, şey, diyelim ki gerçekten Reddeden Sınıf’ın içindeyiz. O zaman senin aradığın günlük yaşamınla, Reddeden Sınıf nasıl birbirinden farklılar?”

"Ne mi farklı? İkisi tamamen—"

"Aynı, değil mi? Kaybolan kişiler, ben de dahil olmak üzere, geri döndü. Aya Otonaşi bu sınıfın zaten bir üyesi değildi. Her şey eski, orijinal haline geri döndü. Yoksa yanlış mıyım?”

Her şey eski haline geri mi dönmüştü?

...Belki.

Sonuçta, Maria’y la Reddeden Sınıf haricinde hiç tanışmamıştık.

Kimse onu tanımıyordu. Bu tamamen doğaldı. Aya Otonaşi’nin varlığı sınıf 1-6‘nın bir parçası değildi, hiç olmamıştı.

Belki bütün bunlar bir rüyaydı? Belki onun varlığını sadece hayal etmiştim?

...Bilmiyordum. Bugün hala ‘2 Mart’tı.

"Ama biliyorsun, eğer biz hala Reddeden Sınıf’ın içindeysek o zaman bugün ,‘2 Mart’, hiç bitmeyecek. Bu yüzden bugünü sıradan yaşamınla nasıl bir tutabilirsin?

Haruaki’nin son dediğime katılacağına emindim. Ama...

"Aslında, bunu çoktan gözden geçirdim."

Beklediğimin aksine, kafasını sallayıp konuşmaya devam etmişti.

Verdiği dosdoğru cevap ağzımı açık bırakmıştı. Haruaki yüzümdeki ifadeyi görünce kafasını kaşımaya başladı.

“Ne demek istediğini biliyorum. Ama baksana, sen bir zaman tekrarının içinde olduğunu bildiğin için rahatsız değil misin? Ya peki, misal, bu zamana kadar yaşadığın sıradan hayatın tamamen uzun, tekrar etmiş günlerden oluşuyorsa? Bunu fark etmezdin, değil mi? Hatta, bende şu an farklı bir şey hissetmiyorum. Şu anda her zamanki hayatımı yaşadığıma ikna olmuş durumdayım. Her ne kadar Reddeden Sınıf’ın içinde mahsur kaldığımı sayıyor olsak bile. ”

O—haklıydı.

Bu tekrarı fark ettiğim “için” rahatsız ve iğrenç hissediyordum. Eğer bunu bilmeseydim rahatsız bile olmazdım.

Eğer şu an Reddeden Sınıf hakkında bir fikrim olmasa aklımdaki bu çatışmayı hissetmezdim bile. Bugün tekrar etse bile önüme konmuş sıradan yaşamımı olabilecek en iyi şekilde eğlenerek harcardım. O kişinin trajik kaderini bilmeden, mutlu ve huzurlu bir şekilde günümü geçirirdim.

Bu yok edilmesi gereken uyduruk bir bencillikten başka bir şey değildi.

"Şimdi anladığına eminim Hoşi. Ne yapman gerektiğini biliyorsun, değil mi?“

"Evet. Ne yapmam gerektiğini iyi biliyorum."

"Aynen. O zaman—"

Haruaki bir anda durmuştu. Şaşkınlıkla arkamı dönmüş, arkamda dikilen Mogi'ye bakmıştım.

"Ne oldu?" diye sordum.

" Kazuki’yi ödünç alıyorum. Tamam mıdır?"

Haruaki ile birbirimize bakmıştık.

"Umm, Hoşi. Söyleyecek bir şeyin kalmış mıydı? Eğer aklına takılan bir şeyler olursa senin için orada olurum. "

"Evet—sağol, Haruaki."

“Ne demek.” Dedikten sonra Haruaki yanımızdan gitmişti.

Benden ne istediğini merak ediyordum. Neden beni bulmak için bu kadar uğraşmıştı?

Mogi'nin yüzüne baktım. Çok güzeldi. Gözlemlememi yaptıktan sonra ise yüzüne bakamayarak gözlerimi başka bir yöne çevirmiştim.

"———"

Bana gelen o olmasına rağmen kaşlarını çatmıştı.

"...Sana garip bir soru soracağım, ama tereddüt etmeden cevap vermeni istiyorum."

"Ah, tamam..."

Kafamı sallamıştım, ama Mogi sinirli şekilde bakmaya devam ediyordu. Başlamaya tereddüt ediyor gibiydi. Bir süre sonra, karar verip doğrudan gözlerimin içine bakmıştı.

"Ben Kasumi Mogi miyim?” —Hah?

Soru o kadar beklenmedikti ki şaşıramamıştım bile. Sadece, orada dikilip, ciddi şekilde bakıyordum.

Mogi gözlerini rahatsız olmuşçasına kenara devirmişti.

"......Um, Mogi? Hafızanı mı kaybettin yoksa başka bir şey mi oldu?"

"...Kafanın neden karıştığını anlıyorum. Ama lütfen soruma cevap ver."

"Sen tabiki de Kasumi Mogi’sin, Mogi...”

Oh vay be, günlük yaşamımda böyle bir şey demezdim herhalde.

Bir nedenden dolayı, “Anlıyorum...” diye mırıldanmıştı. Üzgün bir yüz ifadesiyle...

"Peki o zaman. Şimdi diyeceğim şeye inanmayabilirsin, ama kendini hazırla ve iyi dinle. Ben—"

O anda, Kasumi Mogi, sevdiğim kız, tamamen saçma bir şey söyledi.

"—Aya Otonaşi."

"——Ha? Aya Otonaşi...? Mogi Maria mıydı? Bunun anlamı ne?"

Şaşkınlığımı bastırarak demiştim, ama Mogi konuşmaya devam ediyordu.

"Evet, ben Aya Otonaşi’yim. Herkes beni Kasumi Mogi diye çağırdığından dolayı kendime güvenimi kaybetmiştim. Farklı görünüşüm ve konuşma şeklime rağmen beni öyle çağırıyorlardı. Ama ben kesinlikle Aya Otonaşi’yim.”

Şey, önümde duran kişi Kasumi Mogi’ydi. Görünüşü ve konuşma tarzı hatırladığım Aya Otonaşi’ye cuk oturduğunu kabul etsem de...

"Err... evet, hani mangalarda birden çok kişiliğe sahip olan insanlar konu edilir ya... Belki şu an sen de öyle bir problemle karşı karşıya kalmışsındır...?”

Bu ihtimal de çok saçmaydı, ama en azından bir nedene bağlanabilirdi.

"Onu ben de düşündüm. Ama eğer sorun o olsaydı, şu anki davranışlarımı anlayamazdım ve sen de ‘Aya Otonaşi’ ismini bilemezdin değil mi?”

Evet, onun varlığında hiç ‘Aya Otonaşi’ ismini söylememiştim.

"Bir dakika, o zaman neden bir anda Mogi'ye döndün?"

"...çok karmaşıkmış gibi söyleme şunu. Ben sadece ‘Kasumi Mogi’nin pozisyonuna getirildim. Ona dönüşmedim yani. Şey... her neyse, bu durumu nasıl anlatabilirim... Evet, eğer ben 27,756. tekrarda ’Aya Otonaşi’ysem şu an bir ‘Kasumi Mogi’nin olamayacağını anladın değil mi?”

Kafamı salladım.

“’Kasumi Mogi’ yok oldu. Pozisyonu boşaldı. Sana daha önce ne söylediğimi hatırlıyor musun: Ben kendi isteğimle transfer öğrenci olmadım. Muhtemelen bu sefer bir transfer öğrencisi olarak gelmek yerine boş olan bir pozisyona yerleştirildim.”

Ama bu çok... saçmaydı.

"Bütün sınıfın senle Mogi'yi karıştırmasına imkan yok!”

"Aynen, bunu bende problemli buluyorum. Ama bu sorunla uğraşırken, başka bir sorunun cevabını buldum. Reddeden sınıfın sahibi 27,755 tekrarı da yaşamıştı. Bu yüzden onun kişiliği de değişmiş olmalıydı. Ama, bunu kimse fark etmedi.”

Bu doğru olabilirdi.

“Sonuçta Reddeden Sınıf’ta sahibin yaşadığı değişiklikleri diğerlerinin fark etmesini önleyen bir kural olduğunu varsayabiliriz. Aynı zamanda sahipteki değişim onun başkaları ile olan ilişkilerinden etkilenmiyordu. Kasumi Mogi buranın sahibiydi ama bir nedenden dolayı kayboldu. Ve ben onun yerine geçtim. Kural devreye girdi, ve dış görünüşümle kişiliğim değişmesine rağmen kimse ‘Aya Otonaşi’’nin Kasum Mogi’den farklı biri olduğunu fark etmedi.”

Mogi'nin açıklamaları şimdilik akla yatkındı.

Eğer o gerçekten Maria’ysa, bu güç birliği yapmak için bir neden sayılırdı. Demek istediğim, yalnız başıma ne yapacağım konusunda bir fikrim yoktu. Ama Maria beni yönlendirebilirdi.

Buna rağmen—

"İnanmıyorum.”

—kabul edemiyordum.

Mogi zorlu direnişimi görmüş ve kaşlarını kaldırmıştı.

"...Saçma geldiğini biliyorum, ama beni inkar etmen için neden yok.”

Dudağımı ısırdım.

"Ah, görüyorum. Sen sadece gerçekleri kabul etmek istemiyorsun. Çünkü kabul etmen demek Mogi’nin Reddeden Sınıf’ın sahibi olduğunu da anlamış olman demek oluyor. Ve kabul etmek istemiyorsun, ki bu da akla yatıyor. Sonuçta sen Mogi’yi seviyor—"

"Dur artık!!" Bir anda bağırmıştım.

Tamamen haklısın. Bunu kesinlikle kabul etmek istemiyorum. Ama kabul etmek istemediğim şey Mogi'nin sahip olması değil. Kabul edemediğim şey—

"......Ben Mogi'yi seviyorum," bu sözleri kısık bir sesle söyledim.

"Biliyorum."

Mogi kaşlarından tekini kaldırmıştı, sanki bunu şu an ona söylememe gerek olmadığını belirtiyormuş gibi.

"Bu yüzden— sen kesinlikle Maria olamazsın...!! "

Yumruğumu sıkmıştım. Titreyen ellerme bakınca demek istediğim şeyi anlamış olmalıydı. Gözlerini kocaman açıp ağzını kapamıştı.

Mogi'yi seviyordum.

Bu duygu hiç değişmemişti. Şu an bile...

Bu his değişmemişti—her ne kadar Mogi ‘Aya Otonaşi’ gibi davransa bile.'

Eğer Mogi'nin dediği şeyler doğruysa ben çaresiz bir salaktım. Sevdiğim insanın değiştiğini anlamayacak kadar... Sevdiğim insanın yerine Maria’nın geçtiğini anlamayacak kadar... Onunla ilgili bir problemim yoktu, sadece kendi duygularımla başa çıkamıyordum.

Aşkın gözü kör derlerdi. Ama bu durum bambaşka bir seviyeye çıkarıyordu.

Sahte.

Çok uzun süredir sahip olduğum aşk sahteydi.

Bu yüzden kabul edemezdim. Onun ‘Aya Otonaşi’ olduğunu kabul edemezdim. Çünkü kabul ettiğim anda, bu aşk sona ererdi. "Mogi'yi seviyorum!" Sanki ona savaş açıyormuş gibi söylemiştim.

Bir şey demeden yere bakıyordu.

Dünyadaki en berbat aşk itirafında bulunmuştum. Aşkımı ilan ederken karşı tarafın ne hissettiğini düşünmemiştim bile. Yaptığım sadece gerçeği inkar etmek olmuştu.

Yumruğumu daha güçlü sıkmıştım. Ama yine de, söylemem gerekiyordu.

"Eğer Maria olduğunun arkasında duruyorsan, bana kanıtla!”

Bir süre daha yere bakınmıştı.

Ama üzerinden çok vakit geçmeden kendinden emin bir şekilde konuşmaya başladı.

"Kazuki. Eğer seni Reddeden Sınıfa kaybetsem bile benim görevim değişmeyecek. Bu yüzden en başta seni yalnız bırakmaya karar vermiştim. Buna rağmen, öyle yapmak istemediğime karar verdim. Sırf böyle bir şey yüzünden dizlerinin üstüne çökmeni istemiyorum.”

Elimi tutmuştu. Yüzüne bakıyordum. Bakışları doğrudan gözlerimin içineydi.

"Benim ‘Aya Otonaşi’ olduğumu fark etmeni istiyorum."

Elimi göğsüne getirmişti.

"N-Ne—?"

"Ben bir kutuyum," demişti, kötü bir yüz ifadesiyle. "Bu yüzden, ben ‘Kasumi Mogi’ adlı insan değilim.“

"Ama yaptığın şey dileğini gerçekleştirmek, değil mi? Aynı şey Mogi için de geçerli! Bana kutunu göstermen senin ‘Aya Otonaşi’ olduğunu kanıtlamaz!”

Başını sallamıştı.

“Masallarda genelde tek bir dileği gerçekleştiren periler olur değil mi? Böyle bir hikaye duyduğunda, hiç şunu düşündün mü: ’Neden sınırsız sayıda dilek istemeyesin?’”

Onaylarcasına kafamı salladım. Böyle yaparak bir kişi sonsuz dilek hakkına sahip olabilirdi.

“Bu biraz utanç verici, ama benim dileğim de öyle bir şey,” demişti, kendiyle alay eden bir ses tonuyla. “Benim dileğim— diğer insanların dileklerini gerçekleştirmekti. Böylece dilekleri gerçekleştiren bir varlık oldum.”

"Bu—"

Aynı kutu gibiydi.

Bu dilek gayet mantıklı ve sağlam duruyordu, e peki neden yüzünde kendini küçümseyen bir gülümseme takınmıştı?

"Ama bunun gerçekleşebileceğine tam olarak inanmamıştım. Kutu benim dileğimi tamamen gerçekleştiremedi. Beni kutu olarak kullanan herkes ortadan kayboldu. Bunun nedeni ise aklımdaki bir düşünceden dolayıydı: ‘Gerçek dünyada dileklerin kolayca gerçekleşmesine imkan yok. ’”

Ne diyeceğimi bilmiyordum. Bu kutuların kendilerini tatmin etmek için bizim hayatımızla oyuncak gibi oynamalarının bir sınırı yok mu? “Kazuki, kutumu ellemene izin vereceğim. Ondan sonra ‘sen kimsin’ diye aptal bir soru sormana gerek kalmayacak.”

Elimi sıkmayı bıraktı ve göğsünden içeriye doğru itti.

Kalp atışlarını hissedebiliyordum.

O anda—

"Ah—"

Denizin dibine batmıştım. Dipte olsam bile, pasparlaktı, sanki güneş benimle beraberdi. Çok güzeldi. Su tarafından büyülenmiştim. Ama soğuktu. Nefes alamıyordum.

Herkes mutlu görünüyordu. Herkes mutlu görünüyordu. Herkes mutlu görünüyordu. Denizin dibinde... İnsanlar balıklarla beraber oynuyordu. Boğuluyorlar, yutuluyorlar, donuyorlar, su basıncıyla büzülüyorlar , gülüyorlardı. Bir anlamı yoktu. Bir iletişim yoktu. İnsanlar kendi kukla gösterileriyle oynuyor, kendi televizyon şovlarına, kendi komedilerine oynuyorlardı. Herkesin mutlu olduğu bir trajediydi bu.

Bir kişi ağlıyordu.

Sadece bir kişi, insanların mutlu şekilde HAHAHAHAHAHAHAHA şeklinde gülmeleri tarafından etrafı sarılmış, ağlıyordu.

Kafamı salladım. Bu benim hayal gücümdü. Sadece hayal gücüm. Burada hiçbir şey görmüyordum!

Ama anladığım bir şey vardı. Birisinin hislerini anlamıştım ve onların beni bırakmaya niyetleri yoktu.

Sonsuz bir yanlızlık...


Denizin dibinden çıkmış ve daha önce bulunduğum yere geri dönmüştüm.

Ellerimi bırakmıştı.

Elimi göğsünden çıkardıktan sonra yorgun bir şekilde dizlerimin üstüne düşmüştüm.

Aynı zamanda, yanaklarımın gözyaşlarıyla ıslandığını fark ettim.

İnkar edemezdim. “O”nu gördükten sonra, artık inkar edemezdim.

"Bu benim kutum—Kusurlu Mutluluk.”

O—'Aya Otonaşi'ydi.

Mogi de bir kutu taşıyordu? Artık önemli değildi. Bu Maria’yı inkar etmek için sunulabilecek bir arguman değildi. Mantığa ihtiyaç yoktu. Ona dokunduğum anda anlamıştım. Onun Maria olduğunu anlamıştım.

Başkasının görmesini istediğini sanmıyordum. Yine de, bana göstermişti.

Bu yüzden Reddeden Sınıf’a kaybetmeyecektim.

"Maria, özür dilerim..."

Maria gülümseyerek kafasını sallamıştı.

"—"

Kendi duygularımla başa çıkamıyordum.

Anlamıştım—onun ‘Kasumi Mogi’ olmadığını, ‘Aya Otonaşi’ olduğunu anlamıştım. Ama ona karşı hissettiğim duygular değişmemişti. Gülüşü aşırı derecede tatlı geliyordu. Aşkımdan arta kalanlar yok olmak yerine iyice kafamı karıştırıyordu.

Bu aşka olan bağlılığım beni o kadar etkilemişti ki gözyaşlarım bir türlü durmuyordu.

"Kazuki."

Maria adımı söyledi.

"Eh?"

Ve sonra tahmin edemeyeceğim bir şey yaptı.

Bana sarıldı.

Ne yaptığını biliyordum, ama nedenini anlayamıyordum.

Çok çekingen sarılıyordu, Maria’dan beklenmezdi.

"Adımı hatırlayan tek kişi sendin."

Bilmece gibi konuşuyordu.

"Eğer sen olmasaydın tamamen yalnız olurdum. Kabul etmek istemesem de, senin sahip olduğunu düşündüğüm zaman bile beni sen destekledin. Bu yüzden—"

Sonunda ne yapmak istediğini anlamıştım.

"—“benim” seni desteklememe izin ver. "

Kollarını belimde birleştirmişti. Dediklerine zıt olarak zayıf sarılıyordu, beni desteklemekten ziyade sarıyor gibiydi.

“Hala beni sevdiğini hissederken seninle nazikçe ilgilenebildiğim için mutluyum.”

Bilmiyordum.

Bu duygunun ‘Kasumi Mogi’ için mi, ‘Aya Otonaşi’ için mi, yoksa ikisi birden için mi olduğunu bilmiyorum.

Bildiğim tek şey aşırı derecede mutlu olduğumdu.

"Ah."

Belki—

Belki Maria sadece benim için kutusuna dokunmama izin vermemişti. Sonuçta, onu ‘Kasumi Mogi’ olarak çağırmamı istemiyordu. Bu demekti ki benim onun varlığını fark etmemi istiyordu.

Bu tezi kısa bir süre düşününce çok abarttığımı fark edip istemsiz şekilde gülmeye başlamıştım.



“Hoşi, ben ayrıldıktan sonra Kasumi’yle ne hakkında konuştun?”

Okul bitti. Haruaki suratında kocaman bir sırıtma ile göğsümü dürttü.

“Biliyorum: Sana itiraf etti, değil mi?”

“Ah… hayır…”

Yani, bana ‘Aya Otonaşi’ olduğunu itiraf etti, o yüzden bir bakıma, haklıydı.

“Aa? Kaçamak cevap vermeye calışıyorsun! İçime kurt düştü! Tam isabet deme sakın?! Lanet olsun, kıskandım! Kasumi gerçekten güzelleşti, değil mi!”

Ah, anladım.


Haruaki’nin neşeli gevezeliğini dinlerken, sonunda ne yapmam gerektiğini fark ettim.

Maria ile yeniden bir araya gelebilmek rahatlatıcı olmasına rağmen, sahip, ‘Kasumi Mogi’ kaybolduğundan ne yapacağımı bilememiştim.

”Eğer Kazuki Hoşino’yu düşmanın yaparsan, bir ölümsüze karşı savaş ilan etmiş olursun!”

Haruaki’nin bir zamanlar Maria’ya söylediği sözleri hatırladım. Bu uzun zaman önce olmuştu, o yüzden tam kelimelerinden emin değildim artık.

Doğru. Ne olursa olsun, onun desteğini elde etmeliydim.

“Haruaki. Önceki konuşmamızı devam ettirebilir miyiz?”

Çat kapı bunu sorunca bir an affallamıştı, ama ardından gülümsedi ve başını salladı.

“Sana daha önceden ne yapmam gerektiğinin farkına vardığımı söyledim, değil mi? Sana vardığım sonucu söyleyim.”

Haruaki’nin gözlerinin içine bakıp savaş ilan ettim.

“Ben—Reddeden Sınıf’a karşı savaşacağım.”

Keskin ilanımı duyduğunda gözlerini sonuna kadar açtı.

“Ehm, dinle… Sana açıkca anlatmamış mıydım? O Reddeden Sınıf’ta olsak bile, bilmediğin sürece önemi olmamalı.”

“Evet, ama bunu kabul edemem! Her şeyin tekrar ettiği, hiçbir gelişme kaydedemediğim bir günlük hayatı kabul edebilmem mümkün değil!”

“Neden?”

“Çünkü—şu an, şurada, onu biliyorum.”

Belki Reddeden Sınıf’ın içinde olduğumu unutsam hayatım sorunsuz bir şekilde devam ederdi.

Fakat, onun farkındaydım. Bu dünyanın sahte bir günlük hayattan başka bir şey olmadığını biliyordum.

Öyleyse, görmezden gelemezdim.

Belki de bu sadece rahata düşkünlüktü. Ama yine de haklı olduğuma inanıyordum ve hiçbir farklı şekilde davranamazdım.

“...Yani, sana kalmış, ama bu kadar inatcı olmaya karar vermenin bir sebebi var mı?” Diye sordu Haruaki merakla.

Bir sebep mi…? Hakiki günlük hayat için böylesine ısrar etmemin sebebi mi? ...Evet, günlük hayatıma olan bağlılığım normal olmayabilirdi.

“Hayatın buna bağlıymış gibi gözüküyorsun,” diye fısıldadı Haruaki.

Ah, doğru. Buydu. Sebep besbelliydi.

“Bu—hayatın anlamı.”

Haruaki şaşkınlıktan gözlerini sonuna kadar açtı.

“Hayatın anlamı mı? O da ne? Ne demek istiyorsun?”

“Tam olarak açıklayamıyorum, ama… örneğin, hiç çalışmadığın sınavdan 100 almak seni hiç mutlu etmez, değil mi? Ama iyi bir not için çok çalıştıktan sonra 100 aldığında, mutlu olursun, değil mi?”

“O konuda haklısın: uğruna çok çalıştığım şeylere çok daha fazla değer veriyorum, oysa gerçek değeri değişmiyor!”

“Bence, yaşamanın anlamı bir şeyi gerçekleştirmeye çalışmaktır. Bunun bir abartı olduğunu düşünmüyorum.

Yani, herkes bir gün ölecek. Hayatın sonucu ölümdür! Sadece en son neticeyi umursamak beni korkutuyor.”

“Herkes bir gün ölecektir… Doğru.”

“Eğer bu her şeyin geçersiz ilan edildiği Reddeden Sınıf ise, bunu kabul edemem. Hayatın anlamını korumak adına

hakiki günlük hayatımla ilgilenmem gerekiyor. O yüzden, gerçek günlük hayatı reddeden kutuyu reddediyorum.”

Haruaki itirafımı büyük bir ilgiyle dinledi.

...Belki de bunların hepsini ona söylemem gerekmiyordu. Haruaki bana yine de yardım ederdi.

“Haruaki, bana yardım eder misin?”

Tereddüt etmeden, Haruaki bana doğru baş parmağını kaldırdı.



Haruaki’nin önerisi üzerine, Kokone ve Daiya’yı da getirmeye karar verdik. Beşimiz daha önceden Maria’yla ziyaret ettiğim lüks oteldeki yatağın etrafında toplanmıştık.

Bütün hikayeyi Kokone ve Daiya’ya anlattım.

Esasında, Maria’nın bunun bir zaman kaybı olacağı şeklinde şikayet edeceğini beklemiştim, ama çoğunlukla sessiz kaldı ve hatta ara sıra birkaç yorum bile ekledi. Belki de konu hakkında birkaç yeni fikir duymak istemişti.

“Ehm… Yani bize Kasumi’nin gerçekten Kasumi değil, Aya Otonaşi olduğunu, ve gerçek Kasumi ise Reddeden Sınıf’ı yaratan sahip, ve bulunduğu yeri bilmediğimizi söylüyorsun… Ve şimdi de bir çözüm istiyorsun, he…? ...Ne dediğine dair hiçbiiiiiir fikrim yok! Beni kaybettiiiiin!” Kokone yatağa lop diye oturdu. “Aa, bu yatak

müthiş.”

“Yatak hakkındaki izlenimlerini sormadım ama.”

“Biliyorum!” diye bağırdı benim şakacı yorumuma yanıt olarak. Kokone davranışlarına rağmen, muhtemelen sorunu cidden derin derin düşünüyordu.

“Bir soru soracağım,” diye araya girdi Daiya. “Eğer Reddeden Sınıf’ın içerisindeysek, o sözde kaçınılmaz kaza

tekrar meydana gelecek, değil mi?”

“Gelmeli, evet.” diyerek cevapladı Maria.

Ha…? Daiya bunu ciddiye mi alıyordu?

“O aptal bakış da neyin nesi Kazu? Ağzını açıp kapatıyorsun—yemli bir kancanın önündeki sazan mısın?”

“Aa, hayır—sadece bizim Reddeden Sınıf hakkında dediklerimize o kadar kolaylıkla inandığına şaşırdım.”

“Ha! Sanki inandım,” dedi Daiya.

“—Aa, ha…?”

“Tahtası eksik bir tek sen olsan umurumda olmazdı, ama şu anda Mogi bile garip şeyler söylüyor. Olan bitenler için başka bir açıklama olmalı, ama onları kuramlamak fazla yorucu. O yüzden şüpheci davranmamaya ve kendi kolaylığım için Reddeden Sınıf’ı kabul etmeye karar verdim.”

Kısacası, bize yardım mı edecekti?

“Ee sonra Daiyan? Kaza yine gerçekleşebilir. Sonra?” Haruaki onu devam etmesi için zorladı.

“Evet. Her zamanki gibi kaza gerçekleşirse kurban kim olacak? Mogi artık yok, değil mi?”

“Ben olacağım, sanırım… O rolü de üstlenmem doğal, mevkisi de üzerime zorla verildiğine göre.”

“Kurban her zaman Kasumi miydi?” Diye sordu Haruaki.

“Hayır, onu kurtarmaya çalışırken başka insanlar da bazen ezilirdi. Yani Kazuki, Mogi, ben, ve sen bile vardın. Çünkü ben Mogi’yi kurtarmaya çalışırken sen de beni kurtarmaya çalıştın. Hatta, bunu birkaç yüz defa yaptın.”

“Oha! Hadi be? Bir dakika, birkaç yüz defa biraz imkansız değil mi? ...Aa, hayır, muhakkak öyle değil, he. Aynı insanın aynı durumda aynı eylemde bulunması oldukca mantıklı.”


“Daha da kötüsü, çoğu durumda bana önceden itiraf ettin,” diyip iç çekti Maria.

“Sevdiği kadını kurtarmak için kendini feda eden adam… İşte bu! Ne kadar da havalıyım!”

“Açık söylemek gerekirse, Seni alakadar etmez.”

“N-Ne kadar acımasız.”

“Yani, nasıl hissettiğimi hayal etmeye çalış. Birinin seni sevdiğinden dolayı kendisini feda etmesini izlemenin

ne kadar dayanılmaz olduğunu hayal bile edemezsin… Bana kutunun izini sürme şeklimin altında yatan kibri belirttin. Şüphesiz irademi yok etmenin en eziyetli yoluydu.”

“Hımmmm…” Haruaki yüzünü ekşitti.

Ama sanırım hiçbir pişmanlığı yoktu, çünkü yaptığı şeyler yanlış değildi.

“Hazır konusu açılmışken, sana kaç defa itiraf ettim Aya?”

“Tam 3,000 defa.”

“O-Oha, tutkuluymuşum…”

“Demek 3,000 defa reddedildin! Bu yeni bir reddedilme rekoru olmalı! O kadar kötüsün ki neredeyse sevimlisin Haru!”

“Kapa çeneni Kiri!”

O ikisi beni hep güldürebiliyordu.

“Mogi… Ah, hayır, sana şimdilik Otonaşi diye hitap edeceğim. Otonaşi, Mogi neden orada olacakları bilmesine rağmen sürekli kaza mahalline gitti ki?”

Maria, Daiya’nın sorusuna tepki olarak kaşını kaldırdı ve yanıt verdi.

“Çünkü bu Reddeden Sınıf’ın kurallarının bir parçası. Oomine, bunu sana söylememe muhtemelen gerek yok, ama kazayı defalarca engellemeye çalıştım.”

“Yani, tabi ki de kendini hemen feda etmezsin. Öyle bir şeyi yapmaya bir süre düşündükten sonra karar verdiğine inanmak daha doğal. Kendi adıma konuşmak gerekirse, ezilmeyi asla seçmezdim.

“Hey, neden kaza hakkında konuşuyorsunuz? Kasumi’yi bulmazsak hiçbir şey çözülmez, değil mi?”

Kokone onları bölerken başını yana eğdi. Daiya memnuniyetsizlikle yüzünü yana çevirdi.

“Bu insansı ses üretici gerçekten sinirlerimi bozuyor.”

“Ahaha. Keşke sen kamyon tarafından 20,000 defa ezilseydin, değil mi?☆

“Sadece soruyorum Kiri ama, Mogi’yi bizim için nasıl bulacaksın?”

“Yani… ben ne biliyim. Ayrıca, senin daha iyi bir fikrin var mı?!”

“Hiçbir fikrim yok.”

“Ho… Bana ses üreticisi derken masum numarası yapabilidiğine hayret ettim. Neden ‘Oomine’ soyisminden vazgeçip onun yerine kendine ‘Bay Masum’ demiyorsun? Oha, cuk oturdu!”

“Hiçbir fikri olmayan tek ben değilim. Başka kimse de bilmiyor. Değil mi?”


Haruaki ile birbirimze bakış attık. Yani, Daiya haklıydı. Bilseydik, hemen söylerdik.

“Böylelikle, başka bir çözüm aramamız gerekiyor. Haliyle, kamyon kazasına değindim, ki bunun da bu tekrarlarda özel bir olay olduğu belli. Bu tamamen sıradan bir düşünce. Bayan İnsansı saçmalık üreticisi, açıklamamı

anlayabildin mi?”

“Off…”

Kokone sinirden dişini sıktı, açıklaması onu alt etmişti.

“Her neyse, kazayı engelleyerek biraz ilerleme kaydedebiliriz, o yüzden denemeye değer. Demeye çalıştığın bu, değil mi Daiyan?”

Daiya, Haruaki’nin özetine yanıt olarak başını salladı.

“Aynen öyle. Ama eğer engelleyemezsek hiçbir anlamı yok.”

“Hayır—” Maria, onun beyanına karşı çıktı. “Denemeye değer olabilir. Tek başımayken bulunabileceğim eylemler sınırlıydı, ama bu kadar insanla sonuç farklı olabilir.”

“İnsan sayısı gerçekten fark eder mi? Kaçla çarparsan çarp, sıfır sıfırdır. Aynısı yüzleştiğimiz imkansızlık için de geçerli değil mi?” Diyerek itiraz etti Daiya.

“Ne demeye çalıştığını anladım, ama hala bir olasılık olduğuna inanıyorum. Şartlar değişti ne de olsa: Ben Mogi değil, ‘Aya Otonaşi’yim,’ öyleyse olasılık artık sıfır olmayabilir. Alakalı olan insanları arttırarak olasılıkları yükseltmemek için hiçbir sebep yok, öyle değil mi ama?”

Daiya kollarını kavuşturup bir süre düşündü. Sonunda başını salladı, “Haklısın,” diyerek.

“Peki! Karar verildi, deneyeceğiz! Kazayı bir şekilde engelleyeceğiz! İtiraz var mı?”

Kimse Haruaki’nin söylediklerine itiraz etmedi.

Evet. Bu muhtemelen işe yaramalıydı.



Sabah erkendi, kazanın her zamanki zamanından bir saat önceydi.

Kaza mahallinde, kavşakta, şemsiyelerle dikiliyorduk.

Haruaki ile birlikte, eğer gerekirse, Maria’yı kurtaracaktık. Eğer kaza yine de meydana gelirse tehlikeli olacaktı, ama ikimiz de özgür irademiz ile rollerimize karar vermiştik.

Maria söz konusu kamyonu bulup zorla girecekti. Eğer şöför koltuğunda oturursa ezilme ihtimalinin azalacağını düşünmüştü.

Endişeliydim. Başırısız olamazdık. Dün gözüme uyku girmemişti. Endişeden, ve bir şeyi doğrulama arzusundan,

Maria’yla telefon üzerinden saatlerce konuştum.

Haruaki’nin yüzüne baktım.

Benim aksime, o endişeli gözükmüyordu. İfadesi tamamen sıradandı. Reddeden Sınıf’ta her zaman gördüğüm surattı.

Bu sefer ‘Sınıfı’ yok edebilme ihtimalimiz var.

Kaza olsa da olmasa da.

“Haruaki, beklerken biraz konuşmak istiyorum, olur mu?”

“Neden bu kadar resmisin? Tabi ki de olur!”

Şemsiyeme vuran yağmur damlaların sesini duyunca tepkisel olarak gökyüzüne baktım.

“Mogi hakkında.”

“Kasumi mi? Ehm, Otonaşi değil de, asıl olan mı?”

Başımı salladım.

“Sana onun bizi… öldürdüğünü söylemedim, değil mi?”

“...Bu kulağa biraz canice gelmiyor mu ya?” Haruaki kaşını kaldırdı.

Onu bunu öğrenmekten alıkoymaya çalışıyor değildim. Ben sadece Mogi'nin sahip olduğunu fark edene kadar olanları hatırlayamıyordum.

Ve sahibin kimliğini hatırladığım an sanki zincirlerim kırılmış gibi, geçen tekrara ait bütün anılarımı hatırladım.

“O beni, Maria’yı, Kokone’yi ve muhtemelen seni bile öldürdü.”

“...Biz öldürüldük mü? Kasumi tarafından mı? Niye ki? Ne sebeple?”

“Başkalarını ‘reddetmek’ uğruna yaptı! İlk başta Reddeden Sınıf içerisinde her şey geçersiz kılınıyordu. Öyleyse birini öldürsen bile, hiçe sayılır. Ama anlaşılan Mogi kendi elleri ile başkalarını öldürerek onları ‘reddedebiliyor.’ Sanırım bunu yapmasının sebebi bu sayede tüm kalbiyle onlarla bir daha asla görüşmemeyi dileyebilmesi.”

Haruaki yüzünde ciddi bir ifade ile başını salladı. Ona çoktan ‘reddetmeyi’ anlatmıştım, ve öyle bir şey olduğunda, kimse ‘reddedilen’ kişiyi hatırlayamıyordu.

“Kasumi’miz yaptı, he… oldukca inanılmaz. Ama… yani, neredeyse 30,000 tekrar yaşayarak Kasumi’nin bile bu hale

gelmesi şaşırtıcı değil sanırım. Aklıma yattı.”

“Gerçekten öyle mi düşünüyorsun?” Diye sordum.

“Hım? Yani, hayal etmesi biraz zor olabilir, ama öyle bir durumda herkes birazcık çıldırır, değil mi?”

“Öyle. Ama ne biliyor musun? Çıldırsan bile, yine de cinayet işlemezsin. O şekilde düşünmek normal değil!”

“Öyle mi düşünüyorsun? Kendi bakış açına fazla odaklanmıyor musun?”

Belki. Ama buna inanamıyordum. Demeye çalıştığım şey, birini reddetmenin en etkili yöntemi o kişiyi öldürmek, çünkü bu eylem Mogi'ye vicdan azabı çektirir. Öyle bir insanın tek başına öylesine insaniyetsiz bir suç düşünebildiğine inanamıyordum.

“...sen Maria’ya 3,000 defa itiraf ettin ve onun yerine yüzlerce defa ezildin, değil mi?”

“Sanırım öyle. Şu anki halimle, hatırlayamıyorum tabi.”

“Evet. Ama her şeyi göz önünde tutarsak: senin eylemlerin ona acı çektirdi, değil mi?”

“Ah— ...bilerek değildi ama,” dedi Haruaki yüzünde acı bir gülümseme ile.

“Acı çekti çünkü herhangi bir mesaj, ne kadar saçma olursa olsun, Çok fazla tekrarlanırsa anlam kazanır. Örneğin: güzelliğinden ne kadar emin olursan ol, biri sana bin defa çirkin olduğunu söylerse, sen o

özgüveni kaybedersin—o yorum sadece şakasına söylense bile.”

“Yani, sanırım öyle.”

“Böylece, sen Maria’ya 3,000 defa itiraf edince, senin farkında olmaktan kendini alıkoyamadı. Ve biz Maria’dan bahsediyoruz. İnan, ona karşı çıktığında etkilenmedi değil.”

‘Eğer Kazuki Hoşino’yu düşmanın yaparsan, bir ölümsüze savaş ilan etmiş olursun!’

O sözleri bir defa daha hatırladım.

“...Aa? Aya'nın hikayesini mi tetikledim?”[1]

Hafifçe gülümsedim ve onun esprisini duymamazlıktan geldim.

“Öyleyse, ya biri Mogi'ye cinayeti çözüm olarak bin defa önerdiyse? Bu, Mogi'yi başka bir çözüm olmadığına inandırmaz mı? Ne de olsa, o pek de başkasına dayanamıyordu ve çıldırmak üzereydi.”

Haruaki başını salladı.

“..bunun zor olacağını kabul ediyorum. Ve bu esasında mümkün de. Ne de olsa, onunla konuşan kişi duraklamış vaziyette olurdu. Onun eylemleri ve değerleri değişmezdi. Aynı şeyi tekrar tekrar söylemesi doğal olurdu. O,

bir şeyi bir defa söylediyse, muhtemelen aynı şeyi birkaç bin defa da söylerdi.”

“Haklısın. Ama ben o senaryodan endişelenmiyorum. Bu kimsenin suçu olmayan bir kaza gibi olurdu. Ama—”

Sonunda tehdit edici gökyüzünden gözümü ayırdım.

“—ya biri bilerek onu köşeye sıkıştırmak için sözlerini ve eylemlerini seçtiyse?

Ve ardından—Haruaki’ye odaklandım.

Ona dik dik bakmama rağmen Haruaki rahatsız olduğuna dair hiçbir belirti göstermedi.

“Hım? Ama bu imkansız, değil mi?”

Haruaki’nin suratındaki ifade tamamen sıradan gözüküyordu.

“Yanılıyorsun! Örneğin, eğer isteseydik, Maria’yla yapabilirdik. Eğer biri Mogi ile baş ederken sürekli olarak anılarını kaybetmiş numarası yaptıysa, bu mümkün!”

Haruaki sözümü hiçbir itirazda bulunmadan dinledi.

“İlk başta anılarını muhafaza edebilmenin bir avantaj olacağını düşünmüştüm. Ne de olsa, ne kadar çok bilgi varsa, o kadar iyidir, değil mi? Ama bu her zaman doğru değil. Anılarını muhafaza etmek aynı zamanda anılarını kaybedenler ve kaybetme numarası yapanlar tarafından yapılan saldırılara maruz olduğun anlamına gelir. Anılarını kaybeden insanlar güvenli bir bölgede yer alıyorlar. Ön saflarda duran bizlere güvenli pozisyonlarından saldırabilirler.”

Öyle bir saldırıyı sevdiğim kıza itiraf ettikten sonra ‘Lütfen yarına kadar bekle,’ ile cevapladığında yaşamıştım. Ama gerçi, o güvenli bölgede durmuyordu.

“Ya biri Mogi'ye kasten o güvenli bölgeden saldırdıysa? Onun ızdırabının farkında olan, onun kaçamamasını sağlayan ve onun için bir ‘cinayet’ seçeneği hazırlayan biri. Eğer öyleyse—”

“Eğer öyleyse, Kasumi’yi kontrol eden herif kasten cinayetlere katkıda bulundu,” dedi Haruaki gelişigüzel bir şekilde.

Benim iddiamı reddetmedi.

“Tek hedefin Mogi olduğuna emin olamayız.”

“...ama?”

“Yani, önlerde duran tek kişi o değildi. Maria da, ben de oradaydık. O kişinin amacına bağlı olarak, ayrıca beni ve Maria’yı kullanmaya çalışmış olabilir. Hayır… biz çoktan az çok onun elinde olabiliriz.”

”—beni öldürmeye çalışmak ister misin?”

Birinin bana bir zaman bunu söylediğini hatırlıyordum.

Esasında, bu sözleri birden çok defa duymuştum. O kişi ifadesini bitmeksizin tekrarlamıştı. O sözler kafamda bir lanet gibi takılı kalmıştı.

Bununla beraber, ceset ardına ceset gözümün önüne serilmişti.

Maria’ya itiraf edilmişti, itiraf eden kişinin onun uğruna kendisini feda ettiğini izlemek zorunda kaldı, ve yine aynı kişi tarafından düşman edilmişti.

Bunların hepsi bölük pörçük anılarımdan bulabildiğim alakalı bilgilerin tümüydü. Benim fark etmediğim daha küçük tuzaklar da olabilirdi.

Kendisine hiçbir zararı olmaksızın sürekli güvenli bölgeden saldırmak. Planları beklediği gibi ilerlemese bile,

bu saldırıyı sınır olmaksızın tekrarlayabilirdi.

“Eylemlerimizin bu kişi tarafından bir noktaya kadar kontrol edildiğini varsayarsak—”

Yutkundum.

“—o, şu an bulunduğumuz durumda olmayı da planladı.”

Haruaki sessiz kaldı. Suratı şemsiyesinden dolayı gözükmüyordu, o yüzden yüzünü göremiyordum.

Sessizlik devam etti. Yağmurun sesi garip bir gürültüye sahipti. Hafif bir ses duydum. İlk başta, ne olduğunu anlamamıştım, ama iyice dinleyince, bunun bastırılmış bir gülme sesi olduğunu fark ettim.

Haruaki onun suratını görebilmem için şemsiyesini yana hareket ettirdi.

Bana baktı ve zevkle güldü.

“Tamam, ehm, Hoşi. Bu şakanın, ya da daha doğrusu, bu muhteşem hipotezin amacı ne? Öncelikle, bu kesinlikle imkansız. Başkalarını kontrol etmek o kadar kolay değil, öyle değil mi? Tabi, komik bir hikaye, ama dürüst olmak gerekirse o kadar ciddi gözüküyorsun ki gülmeli miyim emin değilim… Yok, onu boşver; yani, gülmeye çoktan başladım.”

“Ah, biraz fazla mı karmaşık konuştum?”

“...Karmaşık mı? Her neyse, o herifin amacının ne olduğunu bile anlamıyorum. Ama her ne ise, daha az dolambaçlı bir yaklaşım olmalı.”

Haruaki hala neşeli bir sesle konuşuyordu.

“Evet. Ben de onun amacını bilmiyorum. O yüzden sana sorayım dedim.”

“Bana sormak mı…?”

Bunu söylediğimde, geri dönüşü olmayan bir şekilde kendimi adamış olacaktım.

“Haruaki—”

Ama içimdeki geri çekilme isteğini uzun zaman önce kaybetmiştim.


“—Bizi neden böyle köşeye sıkıştırdın?”


Cevap vermedi.

Tekrar yüzünü şemsiyesiyle saklıyordu.

Hiçbir şey söylemedi. Muhtemelen bana bir şey söylemeye niyeti yoktu.

“Nasıl olduğunu tam hatırlamıyorum, ama okul başladıktan hemen sonra arkadaş olduk. Ve senin sayende, ayrıca Kokone ve Daiya’yla da arkadaş oldum. Sen olmasaydın okul hayatım muhtemelen biraz daha sıkıcı olurdu. Bu iyi şeylerin hepsi senin sayende oldu.”

Eğer öyleyse, onun için konuşmam gerekecekti.

“Biz tam bir senedir bile arkadaş değiliz, ama—”

“Öyleyse, benim böyle bir şey yapıp yapamayacağıma karar veremiyor musun?”

Başımı iki yana salladım, ama Haruaki beni muhtemelen göremiyordu.

“Senin hakkında bilmediğim çok şey var. Ama kesin bildiğim tek bir şey var. Bu kadarını emin olarak söyleyebilirim.”

İlan ettim.

Haruaki Usui bizi asla bu şekilde köşeye sıkıştırmazdı.

Sonunda onun yüzünü görebildim.

Haruaki bana sonuna kadar açık olan gözlerle baktı.

“Öyleyse—”

Sonunda sadede geldim.


“Öyleyse—sen kimsin?”


“Aa? Kaçamak cevap vermeye calışıyorsun! İçime kurt düştü! Tam isabet deme sakın?! Lanet olsun, kıskandım! Kasumi gerçekten güzelleşti, değil mi!”

Haruaki o sırada benimle sadece uğraşıyordu.

Ama göze çarpan bir şey vardı.

Reddeden Sınıf’ın mecbur ettiği bir kural vardı. Başka insanlar Mogi'nin hiçbir farklılığını fark etmez—’Aya Otonaşi’ onun yerine geçtiğinde bile. Öyleyse nasıl? Nasıl olabilir?

—nasıl Kasumi’nin güzel olduğunu söyleyebilirdi ki?

Bu kuşkunun tek sebebi değildi.

Haruaki ‘reddedilmişti’.


Ben bile onu unutmuştum. Ama ben her nasılsa onu tekrar hatırlayabilmeyi başardım.

‘Onu değerli bir arkadaşım olduğu için hatırladım.’ Bunu bu şekilde düşünmüştüm, Ama ‘reddedilen’ başka kimseyi hatırlayamazken, onu neden hatırladım ki?


Bu sadece bir varsayım, ama sanırım onu tamamen unutmamamın sebebi, Haruaki ile birlikte birisinin daha dahil olmasıydı.

Her iki tartışma da hiçbir şeyin kanıtı olarak sayılmıyordu. Oldukca kusurlu olduklarını fark ettim.

Ama bunun artık bir önemi yoktu.

Çünkü hatırlamıştım.

Çünkü hatırlamamın mümkün olmadığı bir şey hatırlamıştım.


”Bir dileğin var mı?”


“Bu herhangi bir dileği gerçekleştiren bir kutu.”


Herhangi birinin kimliğine bürünebilecek, ama aynı zamanda, kimseninkiye benzemeyen birinin sözleri.

“Bana ne yapmaya çalıştığını söyle!”

Ve ardından onun ismini söyledim.

Şimdiye kadar unuttuğum, bu kutuyu üleştiren varlığın ismini söyledim.

Onun adı—

“—O”

Ve onun ismini söylediğim an—


“Huhu…”

—Haruaki'nin suratında kendisine dair hiçbir iz kalmadı.

suratının şeklinin değişmesi gibi bir şey değildi. Haruaki sadece yüzündeki gülümsemede yer almıyordu artık; o, Haruaki kostümü giymiş bir sahteydi.

Sonunda, bizim peşimizden koşan tehdit şekil aldı.

—O.

“İnanılmaz, biliyor musun, ismimi bu kutunun şimdiki sahibi dışında kimse bilmemeliydi? Bu çok tuhaf.”

“Sözlerin çok dikkatsizdi.”

“Dikkatsiz mi?”

O kıkırdadı. Gerçekten eğlenmişe benziyordu.

“Ben hiç de dikkatsiz değildim; Başından beri de dikkatli olmama gerek yoktu. Sen anormalsin çünkü o ipuçlarıyla beni fark ettin!”

“Öyle mi diyorsun?”

“O zaman söyle bana, birinin biraz garip davrandığını fark ettiğinde, hemen birinin onun yerine geçtiği kuşkusuna kapılıyor musun?”

Onun haklı olduğunu kabul etmeliydim. Biri ne kadar kuşkulu davraırsa davransın, birinin onun kişiliğini ele geçirdiğini düşünmek tamamen mantıksızdı.

“Ve buna rağmen, beni keşfettin. Bunun anlamı beni, böyle bir vakanın olası bir sebebi olsa da, kimse benim varlığımı hatırlayamamalı.”

“Eğer bu doğruysa, ben seni nasıl hatırladım?”

“Kim bilir? Gerçekten çok gizemli, ama belki Aya Otonaşi’nin varlığı seni etkiledi? Etkilese bile, sırf birisi sana bir şey öğretti diye beni fark edememen gerekirdi.”

O hoş ve açık bir şekilde konuşuyordu. Ama şu anda, konuştukları bundan daha az umrumda olamazdı

“...Aa, benim niyetimi mi anlamak istedin? Tamam! Saklayacak bir şey yok. Ben—sadece seni yakından

gözlemlemek istedim.

Onun bunu dediğini duyarken, hissetmeye başladım.

Aa—tekrar.

Onunla ilk defa tanıştığımda aynı hissettiğim garip, rahatsız edici histi. Tekrar hissettim.

Neydi bu? Bu his neydi ya?

“...Anlamıyorum! Bu neden sana Mogi'yi köşeye sıkıştırma isteği veriyor ki?”

“Sahibi niye mi köşeye sıkıştırdım? Dediğim gibi, seni gözlemlemek istedim. Yani, biraz daha açık konuşayım,” O, zevkle söylemeye başladı. “Başka birinin kutusuna nasıl tepki vereceğini görmek istedim. Kasumi Mogi’nin geçmişi değiştirme hakkında olan kusurlu dileği gerçekleştirildiğinde, ilk başta düşünmeden sevinmiştim. Mutluydum çünkü senin bir kutuya dahil oluşunu uzun bir süre gözlemleyebildim... Ama bunun ideal olmadığını fark etmem uzun sürmedi. Seni mümkün olduğu kadar farklı durumlarda gözlemlemeyi tercih ederdim, ama bunu sizlerin Reddeden Sınıf diye hitap ettiğiniz kutunun içinde yapamam. Herkes, sen de dahil olmak üzere, her seferinde aynı şekilde davranıyor. Kasumi Mogi ve Aya Otonaşi anılarına ne kadar istikrar kazandırsalar da, önemli olan kişi—bu da sen oluyorsun—anılarını muhafaza edemiyorsa hiç bir ilginçliği kalmıyor.”

Hissettiğim rahatsızlığa tepki olarak ellerimle bedenimi sardım.

“O yüzden, sizlere müdahale etmeye karar verdim. Haruaki Usui’yu ele geçirdim çünkü merkezi konumu üçünüzü kolaylıkla etkileyebilmeme izin verdi. Yani, Haruaki Usui, Aya Otonaşi ve Kasumi Mogi’yi kullanarak kendime güzel bir köşe inşa ettim, ve senin de anılarını muhafaza edebilmeni sağladım. Bunun sayesinde seni güzel güzel gözlemleyebildim!”

“Öyleyse, Mogi'nin beni öldürtmeye çalışmanın sebebi…?”


“Evet, sevdiğin kız tarafından ölümcül bir saldırıya nasıl tepki vereceğini görmek istedim.”

Sırf o sebepten dolayı, Mogi sürekli acı çekmeye zorlandı.

“Ah, tabi ki de o yüzden de onu sevmene sebep oldum.”

“Nas—”

Hislerimle mi oynamıştı—?

“Ah? Fark ettiğinden emindim. Ah, anladım. Demek fark etmek istemedin. He… Böyle anlarda sana yakın olmaya değiyor. Doğruyu söylemek gerekirse, seni gözlemlemek için bu kutunun içinde olmam gerekmiyor. Ama o zaman da böyle anları muhtemelen kaçırırdım. Kutunun dışından izlemek çok can sıkıcı; neredeyse uzayın derinliklerinden son derece etkili bir teleskopun merceğinden bakmak gibi bir şey. Ne istersen görebilirsin, ama odaklı kalmak zor, denilebilir. O sebepten dolayı, seni Haruaki Usui olarak yakından izleyebilmem gerçekten çok şanslı bir durum!”

Sonunda bu rahatsız edici hissi anladım.

Doğru. Bu—dehşetti.

Şimdiye kadar hiç dehşet hissetmemiş değildim, ama bu dehşet asıl halinden o kadar farklıydı ki ilk başta tanıyamamıştım.

“Peki o zaman, Kazuki Hoşino. Ne yapacaksın?”

Cümle kuramadım.

Bu berbat dehşetin farkına vardığımdan dolayı, ağzımı bile açamadım.

“‘Benim’ Haruaki Usui içinde olduğumu kanıtladığında her şeyin çözüleceğini mi düşündün? Ben şu an tamamen insan gibiyim, ve ayrıca katil de olduğum için, beni polise teslim edip bugünlük yeter diyebilirsin. Ama öyle değil, değil mi? Senin amacın sıradan hayatını tekrar kazanmak, öyle değil mi? Benimle konuşmak hiçbir şeyi çözmez!”

O tehlikeliydi. Karşılaştığım herhangi başka bir şeyden daha tehlikeli.

“O sebepten dolayı da zahmet edip Haruaki Usui’ye dönüştüğümü gizlemedim. Evet, kutu artık benim sahipliğimde çünkü onu sahibinden çaldım. Sana şu anda gösterebilirdim, ama öyle bir şey yapmaya gerek yok. Sırf beni hatırladığın için sana vermem gerekmiyor ya. Bunu bana zorla yaptıracak güce de sahip değilsin.”

O benimle ilgileniyordu. Ama sadece kobay fare olarak. Başka bişey değil. Ve doğal olarak bana bu şekilde davranan biri ile nasıl baş edeceğim konusunda hiçbir fikrim yoktu.

O yüzden—

“—Yani, inkâr edemeyecek kadar haklısın.”

—onunla bu şekilde konuşan kişinin ben olmadığı açıktı.

“Kazuki tek başına o güce sahip değil.”

O bana baktı, sesin nereden geldiğini anlamaya çalışıyordu.

Çantamdan geliyordu.

Bir kamyonun klaksonu gürültülü bir şekilde yankılandı. Gürleyen motoruyla, kocaman bir kamyon bize doğru hızla ilerledi. O kamyonun geldiği tarafa doğru baktı ve hafifçe yüzünü astı. Bize doğru gelen kamyon bana son derece tanıdık gelmişti.

Ve sürücü koltuğunda oturan kişi de… Maria’ydı.

“Seni özledim O!”

Bu ses çantamdan yankılandı. Bütün konuşmamız boyunca açık tuttuğum cep telefonundan geliyordu. Kamyon bize doğru uçarak geliyordu ama biz geri çekilmedik. El freninin devreye girmesinin sesini duydum, ama yağmur frenlerin düzgün çalışmasına izin vermiyordu. Kamyon yaklaşıyordu, ama O milim hareket etmedi. Onun geri çekilmediğini görünce, bende aynısını yaptım, ama içgüdüsel olarak gözlerimi kapattım.

Gözlerimi açtım. Kamyon tam anlamıyla gözlerimin önünde durmuştu.

Bununla ne başaracaktı?” O bu soruyu sürücü koltuğunda oturan kişiye yöneltirken hafifce gülümsedi.

“Sadece küçük bir hoşgeldin. Kasumi’nin yerine ezilmemen ne kadar da talihli bir durum, değil mi?”

Bu sesi iki yönden duydum, bir önümden bir de çantamdan. Kamyondan indikten sonra, Maria sonunda Bluetooth kulaklığını çıkarttı ve konuşmamızı sonlandırdı.

O, Maria’ya dik dik bakıyordu. Maria önümüzde şemsiyesiz bir şekilde duruyordu.

“Demek bütün konuşmamızı dinledin? Başka bir deyişle, bu gülünç strateji baştan beri sadece dikkatimi dağıtmak için miydi? Yazık—Kazuki'nin başarısızlıktan dolayı hevesinin kırıldığını görmeyi çok isterdim.”

“Bu stratejiyi önerdiğin zaman ciddiye almıştım. Ama anlaşılan o ki, Kazuki senin gerçek halini biliyordu ve beni haberdar etmedi.”

Niyetim öyle değildi ama. Sadece ona bu keşfi yaptığımı ne zaman söyleyeceğimi bilmiyordum.

Ama, Haruaki’nin işbirliğini garanti altına alıp onunla özel bir konuşma yapabileceğimden emin olmuştum.

“Ama nihayetinde doğru seçenek oydu. Eğer Kazuki’nin yanında olsaydım, belki de aptal numarası yapmaya devam ederdin.”

“Kamyonu sırf uzaktaymış gibi gözükmek için mi çaldın? Yani, çabalarını takdir ediyorum, ama sen bulunsaydın neden aptal numarası yapayım ki? Kutu olabilirsin, ama bu bana karşı bir şey yapabileceğin anlamına gelmiyor.”

“Ah, demek fark etmedin? Anlaşılan bütün çabalarım tamamen boşunaydı! Peki o zaman, sana sorayım: Benim Kusurlu Mutluluğumun farkındasın, değil mi?”

“Evet, biliyorum. Ve bana karşı sana yardımı dokunmayacağını da biliyorum.”

Maria O’ya güldü.

“Ha, sen gerçekten insanları asla anlayamayacaksın. Belki de şu şekilde söylersem anlarsın: ‘Seni silmek için

hazırlandım’.”

O onun sözlerine alaycı bir gülümseme ile tepki verdi.

“Senin tek yapabildiğin şey başkalarını kendi kutuna tıkıştırmak, değil mi? Öyleyse onu nasıl yapabilirsin ki?”

“Anlaşılan Kazuki’yle neden kafamı bozduğumu hala bilmiyorsun.”


Maria birden benim ismimi söyledi. O bana baktı. Bakışları nazik olmasına rağmen, beni korkutuyorlardı. O, domuz etine bakıp nasıl pişireceğini düşünen birinin gözleriydi.

“......Anladım.”

O gülümsedi.

“Demek sonunda anladın. Kazuki’nin kutuları kullanma konusunda bir yeteneği var. Benim Kusurlu Mutluluk’un üstesinden bile gelebilir. Ve o elbette günlük hayatının devam etmesini diler. Günlük hayatını tehdit eden varlıklardan kurtulmak. Kutular gibi. Senin gibi.

Maria bunu ilan ederken O’ya sert sert baktı.

O, Maria’nın sözlerinden etkilenmemişti. Ne şaşırmıştı ne de hayrete düşmüştü. O sadece hüzünle gözlerini yere çevirdi.

“Anladım. Demek hiç değişmedin,” dedi O.

27,755 tekrardan geçtikten sonra insanüstü olan kıza.

Ama senin gibi güçsüz bir kutu da onunla beraber kaybolmaz mı?

Maria ürkmedi bile.

Bunun farkındayım.

“Tahmin etmiştim.”

Ama O hala hüzünlü gözüküyordu. Kendisinin de silinebileceği ihtimali hakkında hiç kaygılanmışa benzemiyordu.

“Hala kendi uğruna yaşayamıyor musun? Sadece başkaların uğruna mı hareket edebiliyorsun? Böyle sefil gibi yaşadığın için sana kalbimin derinliklerinden acıyorum!”

“Senin acımanın canı cehenneme.”

“İlk başta senin bu olağandışı özelliğine merakım vardı, ama değersiz. Şahsi arzuları olmayan bir insan robotla

aynı. Gidip süpürge gözlemlemekle aynı. Sen olabilecek en sıkıcı varlıksın!”

Maria onun konuşmasını duyduktan sonra dişlerini sinirden sıktı. Öyle olsun. Rakip olarak algılamak yerine, düşmanı ona acıyordu.

“Tamam. Silinmek istemiyorum, öyleyse anlaşma yapalım. Ben sana kutuyu vereceğim. Karşılığında, beni özgür

bırakmanı istiyorum. Ne diyorsun?”

“...Hımf, silinmek üzere olan senin için fazla iyi koşul değil mi onlar?”

“Senin saçma tehdidine yanıt vermeye zahmet ettiğime şükretmelisin. Kazuki'nin senin kutunu gerçekten kullanacağının hiçbir garantisi yok. Eğer senin kutunu gerçekten kullanırsa, benim kaybolma ihtimalimin ne kadar düşük olduğunu tahmin etmeye uğraşmak bile istemiyorum. Bu gereksiz uzlaştırıcı jesti yapmamın sebebi sadece Kazuki'nin beni bulabilmesine olan saygımdan, anlıyor musun?”

“Uzlaştırıcı mı? Bize vereceğin şey Kazuki’yi içinde tuttuğun eski bir kafes. Sen istediğin kadar yeni kafes hazırlayabilirsin, yapamaz mısın? Bu kafesten zaten sıkılmaya başlamıştın, ve çok geçmeden yenisiyle değiştirecektin, değil mi?”

“Bunu senin hayal gücüne bırakıyorum.”

“Hımf… Kazuki, sen bu anlaşmayı kabul ediyor musun?”

Maria benim onayımı sordu. Başımı salladım. Reddeden Sınıf hakkında bir şey yapabildiğimiz sürece ben iyiydim.

“Kazuki Hoşino. Sana bir tavsiye verebilir miyim?” sordu O. “Sen değişikliği dilemeyen birisisin. Ama sahiplerin çoğu kutu elde eder etmez bunu dilerler. Bir şey elde etmek isteyebilirler, bir şey olmak isteyebilirler, bir şeyden kurtulmak isteyebilirler—hepsi böyle arzuları gerçekleştirmeye çalışır. Sonuç olarak, sen de otomatikman kendini bunlarla çekişmede bulacaksın.”

Onun kelimelerinin arkasındaki niyeti anlamakta başarısız olduğum için somurttum.

“Kazuki Hoşino. Kendini anormal olarak düşünüyor musun?” Diye sordu bana.

“...Ben normalim.”

Cevabıma karşılık gülümsedi.

“Anladım. Ama korkarım ki değilsin! Fakat, anormal olmaktan hoşlanmıyorsan bile endişelenmeye gerek yok. Uzun süre öyle kalamazsın. Zamanla, senin gibi insanlar ya toplum tarafından reddediliyor ya da topluma uyup anormalliklerini kaybediyor. Merak etme! Sen kesinlikle ikinci kategoriye giriyorsun.” Bunların hepsini yüzündeki gülümsemeyi kaybetmeden söyledi.

“Ve işte bu yüzden—sen gerçekten de talihsizsin,” dedi hazla. “Demek istediğim şey boşlukların var olduğunu öğrendin. Başına gelen her aksilikte bir kutuya sahip olmayı dileyeceksin. Onları unutmak için ne kadar çırpınsan da, kutular gerçekten de var. Dilekleri yerine getiren kutular gerçekten de var. Bu boşluğun varlığını asla unutamayacaksın. Ve zamanla, bu bilgiyle yeterince kadar zaman geçirdiğinde, kutuya ihtiyaç duyacağın vakit kesinlikle gelecektir!”

O hala gülümsüyordu.

Aah, anladım—

Kutuyu geri vermiştim. Ama öyle yapmak nafileydi. Daha o zamandan beri O’nun lanetine yakalanmıştım.

“Kutuya ihtiyaç duyduğun zamanda, belki de çoktan anormalliğini kaybetmiş olacaksın. Eğer öyleyse, kutunun üstesinden gelemezsin artık. Bu sana olan ilgimi biraz azaltır. O yüzden, bundan böyle sen ve etrafındakilerle müdahale etmeye devam edeceğim—senin kutuya olan ilgini yükseltmek için.”

Lanetlenmemek için ne yapmalıydım?

—Muhtemelen onu engellemenin hiçbir yolu yoktu.

Ben—hayır, biz O’ya rastladığımız andan itibaren kaybetmiştik.

“Doğal olarak, anormalliğini kaybetsen bile sana bir kutu vereceğim. Bana hava hoş—bana sesini dinlememe izin verdiğin sürece.”

“...Sesim mi?”

“Evet, siz insanların yarattığı herhangi bir ses renginden hoşlanıyorum, ama çok sevdiğim bir ses var. Eğer

mümkünse, o sesi dinlememe izin vermeni isterim. ...Hım? Hangi ses mi o, diye soruyorsun? Benim zevkim tamamen sıradan, o yüzden zaten bildiğini düşünüyorum. O—”

Gülümsedi ve şunu dedi,


“—Hayal kırıklığının sesi.”


Bu kelimelerle Haruaki Usui’ye benzeyen O kayboldu.

O’nun durduğu yerde küçük bir kutu yere düştü. Ona doğru uzandığımda, yayılmaya başladı.

Hemen ardından, etrafımızdaki bütün sahne katlanmaya başladı. Bu dünyanın duvarlarını görebiliyordum. Beyaz duvar kağıdı ufalanıp toza dönüşmeye başladı. Cildime yapışan tatlılık kayboldu, arkasından sadece hafif bir rahatsızlık bırakarak. İçkulaklarım çıldırmaya başladı ve etrafımdaki her şey dönmeye başladı. Yok olmanın sesi. Birinin yok olmasının sesi. Burası ümitsizlikle doluydu. İnkar edilemez ümitsizlik.

Sahte arka plan silinmişti ve biz karanlık bir odanın içinde duruyorduk. Beni kesin sadece yarım günde hasta edecek küçücük bir oda.

Burası muhtemelen—kutunun içiydi.

Ve bu hapis gibi odada, o çömelmişti. Başını dizlerine ve kollarını bacaklarının etrafına dolayarak.

Bu benim sevdiğim kızdı.

“.......Mogi...san.”

Sözlerimi duyunca, yüzünü yavaşca kaldırdı.

“Ah—”

Şimdiye kadar gözleri neredeyse ölü gibi gözüküyordu, ama içlerinde hafif bir ışık alevlendi.

“İnanamıyorum! Her şeyin benim için bu kadar iyi gidebilmesinin imkanı yok!”

Yanaklarından yaşlar aktı.

İlk başta kafam çok karışmıştı, ama nedenini hızla anladım.

“—Beni gerçekten kurtarmaya geldin.”

Anladım.

O sonunda tekrar ağlayabiliyordu.

“Mogi, özür dilerim. Ama ben Reddeden Sınıfı yok etmeyi planlıyorum.”

“...Evet.”

Mogi ağlarken başını salladı.”

“Kazada ölmene izin vermeyi planlıyorum.”

“.......Evet.”

Göz yaşlarını sildi.

“Kutuyu yok edebilirsin. Hayatıma da son verebilirsin. Ama lütfen bir saniye bekle. Sana söylemek istediğim bir şey var.”

Mogi çantasında bir şey aramaya başladı. Çıkarttı ve arkasında sakladı.

Maria Mogi'nin davranışlarına kaşlarını çattı.

“Mogi… yapma yine…”

Mogi Maria’yı duymamazlıktan geldi ve ellerini arkasında saklayarak bana yaklaştı.

“...Bekle, Mogi! Lütfen dur art—”

“Öyle değil Maria,” onu tembihledim. Mogi'nin ne sakladığını göremiyordum. Ama ne olduğunu zaten biliyordum.

Maria sözlerime şüpheci bir ifadeyle tepki verdi ve Mogi'nin arkasına adım attı. Elindeki nesneyi tanıdığında, hayret içinde alaycı bir şekilde gülümsedi.

“Kazu, değişmeyen duyguların var olduğunu düşünüyor musun?” sordu Mogi.

Beklemeksizin ne demem gerektiğini biliyordum, ama onun için hoş bir cevap olmayacaktı.

O yüzden, bunu söylemekte biraz zorluk çekiyordum.

Sanırım Reddeden Sınıf’ı yaşamasaydım cevabım farklı olurdu. Ama yaşadım. Sonsuzluğa benzeyen dünyayı yaşamıştım. O yüzden düşündüğümü düşünmekten kendimi alıkoyamıyordum. Değişmeyen duygular—

“—Var olduğunu düşünmüyorum.”

Mogi sabırla cevabımı dinledi.

Ardından gülümsedi.

“Evet, bende katılıyorum.”

Düşünmeden onun gözlerinin içine baktım. Bu tepkiyi çoktan öngörmüştü anlaşılan, o yüzden hala gülümsüyordu ve devam etti.

“Sana olan hislerim hiç de aynı kalmadı. Benim için değerli olmaktan çıktın. Senden hoşlanmamaya başladım, senden nefret ettim, seni ayakbağı olarak düşündüm. Seni bir defasında neredeyse öldürüyordum da. Ama biliyor musun? Bunun anlamı bunca zaman boyunca sana güvenmem. Çünkü senin beni kurtaracağına hep inandım. Hep, hep… Seni görmezden gelemezdim. Bunun en kötü ve en bencil duygu olduğunu biliyorum. Ama biliyor musun? Elimde değildi. Bencil olduğumu bilmeme rağmen. Bu duyguya ne denildiğini biliyorum. Değişmeyen duygulara inanmasan bile, lütfen buna inan. Reddeden Sınıf içerisinde geçirdiğimiz zaman boyunca—”

Mogi bana çekingen bir şekilde sarıldı.

Ve bana sakladığı nesneyi verdi.

Dudakları kulağımın yanında titredi.

“—seni sevdim, Kazu.”

Dudakları benimkilere yaklaştı. Tam dokunmak üzereyken, durdu. Bu pozisyonda bir süre durduktan sonra, dudaklarıma hiç dokunmadan huzurlu bir şekilde geri çekildi.

Ona neredeyse neden durduğunu sordum, ama bana bir şey verdiği için tekrar düşündüm.

“Ah—”

Elimde olan şey onun bir şey yapamamasının sebebiydi.


Anladım ve dudağımı ısırdım.

Bana vermesini beklediğim şey değildi.

Bu bir Umaibō’ydu.

Buraya kadar iyidi, ama bu benim en sevdiğim tat, Mısır Çorbası, değildi. Teriyaki Burger tadındaydı. O kadar da sevmediğim tat. Dahası—

—Mogi'nin bana aslında vermesi gereken tattı.

Mogi neden bana o kadar çekingen bir şekilde sarılmıştı? Beni neden öpmemişti?

Bu bana sayısız defa itiraf eden, beni çoktan öpmüş olan ve Reddeden Sınıf’ı yaşayan Kasumi Mogi’nin itirafı değildi.

Bu Reddeden Sınıf’tan önce var olan,ve bana sadece ‘Hoşino’ diyebilen Kasumi Mogi’nin itirafıydı.

2 Mart’ı tekrar yapmak istiyorum.


O günki en büyük pişmanlığı.

Az önce düzeltmişti.

Öyleyse—gerçek 2 Mart’mış gibi mi cevap vermem gerekiyordu…?

Mogi'ye baktım.

Mogi nazikce gülümsüyordu. Nasıl cevap vereceğimi bilmesine rağmen, nazik bir gülümsemeyle bekliyordu.

“Bu—”

Bu fazla acımasızdı!

Öyle bir şey demek istemiyordum.

Yani, Mogi'yi sevmiştim. Bu duygular O tarafından kontrol edilmiş olsa bile, duyguların kendileri sahte değillerdi.


Neden onu incitecek kelimeleri söylemekten başka çarem yoktu ki?

Aah, tabi.

Ben bu kutuyu ‘reddettim.’ Mogi'nin dileğini reddettim. Onun bir kazada ölmesine izin verecektim. Ona nazik kelimeler demeye hakkım yoktu.


Ağzımı açtım.

Yine de, söylemesi oldukça zordu. Tereddüt ettim, ağzımı defalarca açıp kapattım, ve ağzımdaki tuzlu sıvı tadından ürktüm.

Ama ona diyebileceğim başka sözler gelmedi aklıma.


“Lütfen yarına kadar bekle.”


Mogi gözlerini yere doğru hüzünlü bir şekilde çevirdi.

O, sözlerimden kesinlikle incinmişti. Ama buna rağmen, yüz ifadesi tekrar aniden değişti. Ve bana,

“Teşekkür ederim.”

—dedi, yüzünde gülümsemeyle.

Kalbinin derinliklerinden gelen bir gülümsemeyle.


Aah—


O gülümseme sonunda bana uzun zaman öncesinden bir konuşmayı hatırlamama izin verdi.

Beni ona aşık eden konuşma.

Bu fani aşkın tetiği olan konuşma.

Değerli bir anı.


Hoşino. Senden bana Kasumi demeni rica edebilir miyim…?”

“He? N-Neden, birdenbire?”

“Sana ani gelebilir, ama bunca zamandır bana böyle hitap etmeni istedim, biliyor musun?”

“An...ladım.”

“Öyleyse… olur mu?”

“T-Tamam...”

“A-Ayrıca, ehm—sana Kazu diyebilir miyim?”

“Ehmm… evet, bana hava hoş.”

“T-Tamam, öyleyse dene bakalım.”

“.......Kasumi.”

“...Lütfen bir daha de.”

“Kasumi.”

“...Teşekkür ederim.”

“Nas…! N-Neden ağlıyorsun…?!”

“Hım? Ağlıyor muyum?”

“A-Ağlıyorsun…!”

“O zaman… çok mutlu olduğumdan dolayı, Kazu.”

Ve ardından Kasumi güldü, gözlerinden yaşlar akarken bile.

Öyle bir gülümsemeyi daha önce hiç görmemiştim.

Saf mutlulukla dolu olan bir gülümsemeydi.

İlk defa birini o kadar mutlu edebilmiştim. Çok acayip bir histi, o yüzden bende son derece mutlu hissetmiştim.

Birini mutlu etmek mutluluğun ta kendisidir.

Kendimin bu yanını keşfedilmeme çok sevinmiştim, ve bana bu hissi öğreten kız benim için özel bir varlık oldu.

Belki cahildim.

Ama şüphesiz, o gülümseme beni değiştirebilmişti.


Ama bu anıyı silecektim.


Bu yeni keşfettiğim duyguyu silecektim.

Bunun fazla acımasız olduğunu düşündüm. Tam son anda öyle bir engele rastlamaya hiç gerek olmadığını düşünüyordum. Böyle bir şeyi kendi ellerimle bana yok ettirmenin çok merhametsizce olduğunu düşünüyordum.

Ama buna rağmen, çoktan karar vermiştim.

Ben zaten çok uzun zaman önce vermiştim.

Yani, bu kahır bile Reddeden Sınıf tarafından silinip gidecek, öyle değil mi?

“Maria, bir rica kabul eder misin?”

Tereddüt edersem birinin beni biraz iteklemesini istiyordum.

“Söyle.”

“Şimdi ne yapacağımı biliyor olmalısın.”

“Evet, çünkü seni dünyadaki herkesten çok gözlemledim.”

“Ben şimdi ne yapacağım? Bana sadece bunu söylemeni istiyorum.”

Maria ciddi bir ifadeyle başını salladı. Şüphesiz, bunu neden sorduğumun sebebini biliyordu.

“Onu ezeceksin!”

Ama Maria sözünü sakınmazdı.

“Başkanın sakar dileğini kendi dileğin uğruna ezeceksin! Hiçbir koşul altında terk etmeyeceğin şey bu Kazuki.”

Evet. Haklı olduğuma inanıyordum.

“O yüzden, sen—kutuyu yok edeceksin.”

Maria’nın sözlerine başımı salladım.

Göz yaşlarımı silmek için sol kolumun tümünü kullandım.

“Haklısın.”

Duvarın önünde durdum.

Etrafımızdaki gri duvar inceydi, sanki kağıttan yapılmıştı. Bu kutunun artık hiç gücü kalmamıştı. Sadece anılarımı içeriyordu ve bir süre daha kaybolmamalarını sağlıyordu.

Dönüp Kasumi’nin yüz ifadesini görmek istedim.

Ama bunu yapmamam gerekiyormuş gibi hissettim.

Sağ elimi havaya kaldırdım.

Kutuyu, Kasumi’nin dileğini ve kendi anılarımı yok etmek için.

“Teşekkür ederim. Demek sonunda beni kurtaran gerçekten de sendin, Kazu.”

Lütfen dur!

Bana teşekkür etmen için hiçbir sebebin yok. Ben sadece bir yok ediciydim. Ben sadece hatalı dileğini eziyordum.

Özür dilerim.

Seni kurtaramadığım için lütfen beni affet.

Sesini duymamazlıktan geldim.

Ama, teşekkür ederim.

Nihayetinde gülümsediğin için, sonunda kendime inanabilirim.

“UAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAH!”

Avazım çıktığı kadar bağırdım ve duvarı mümkün olduğunca güçlü bir şekilde paramparça ettim.

Gürültüyle birlikte, duvar cam gibi kolaylıkla kırıldı.

Kendimi ve Kasumi’yi saçılmış parçaların birinde gördüm. Birbirimize mutlu mutlu gülümsüyorduk.

O parça yere düştü, parçalandı, ve ufalanıp toza dönüştü.

Dışarıdan beyaz bir ışık parlamaya başladı. Duvar ufalandıkca, karanlık ışık tarafından aşındı. Biz hariç her şeyin üstü boyandı.

Parlaktı; hiçbir şey göremiyordum.

Ama bu çok acımasızca... Kasumi buradaydı. Asıl Kasumi açıkça buradaydı


Kasumi yerde uzanıyordu, kolları ve bacakları çarpık. Kanla lekeliydi. O kadar acılı gözüküyordu ki gözlerimi ayırmak istedim.

Ama Kasumi gülümsüyordu. O bütün gücüyle benim için gülümsüyordu.

Ağzı açıldı.

“Elveda.”


Ve ardından beyaz ışıkla sarılıp kaybolduk.

Beyaz ışık vücuduma girdi. Işık boşluklar arayıp şiddetli bir şekilde aşarak içimi, kanımı, kalbimi ve beynimi beyaza boyadı. Beyaz ışık anılarıma bile girip beyaza boyadı.

İster sahte ama değerli anılarım olsun, yaşadığım hisler, ya da az önce ettiğimiz sözler olsun—

Her şey silinip beyaz oldu.

Her şey silinip beyaz oldu.

Her şey silinip beyaz oldu—



  1. Görsel Roman’lara gönderme yapıyor burada. Görsel Roman için daha fazla bilgi: http://www.animemangatr.com/forum/visual-novel-tartismalari/1367-visual-novel-gorsel-roman-nedir/


Geri Git - 27,755. Defa Geri Dön - Ana Sayfa (Main Page) Devam Et - 1. Defa