Utsuro no Hako - Türkçe:1. Cilt 27754. Defa

From Baka-Tsuki
Jump to navigation Jump to search

HakoMari - TR -27,754. Defa.jpg


Vücudum hızla dondu ve kayboldu. Benim de kaybolmam gerekirdi, ama her zamanki gibi gözlerimi açtım. Çoktan dağılması gereken dondurucu soğuğa dayanamayınca, yatağın üzerinde kendimi sardım ve titremeye başladım.

Öldürülmüştüm.

Bir tekrarın 2 Mart’ında.

Doğru, ben ölsem bile, Reddeden Sınıf değişmeden devam eder. Bunun farkına vardıktan sonra, gerçekten boş hissetmeye başladım. İçimdeki donukluk yakında eriyecekmiş gibi durmuyor.

Burada daha fazla kalmaya dayanamam, o yüzden düzgün bir kahvaltı etmeden okula gitmek için her zamankinden erken çıkıyorum.

Tanıdık bulutlu gökyüzünü görebiliyorum. Yarın yağmur yağacak. Acaba ben en son ne zaman güneşi gördüm?

Sınıfta kimse yok. Yani, doğal tabi, bir saat erken geldiğim için.

Aklıma birden bir soru geldi. Neden ısrarla sınıfımı tekrar tekrar ziyaret ediyorum ki? Reddeden Sınıf’ın tekrarlandığına defalarca şahit oldum; şu anda bile farkındayım. Öyleyse bu tekrara direnmek için okula gitmekten kaçınamaz mıyım?

Hayır… Gideceğim! Evet, yine de gideceğim. Sağlığım yerindeyse, okula giderim. Bu benim günlük hayatım. Bunu değiştirmeyi hayal bile edemem. Bedeli ne olursa olsun sürdüreceğim bir eylem; günlük hayatımın düzenini korumak. Benim biricik ve tek inancım.

Ha, anlıyorum. Hala burada olmamın sebebi bu olabilir. Durumun temelindeki mantığı hiç anlamıyorum ama yalnızca hissettiğim bu.

Sınıfta yapayalnız kalsam da.

“——”

Sınıfın ortasına hareket ettim. Ayakkabılarımı çıkartmadan birinin sırasına çıktım. İçimden özür dilemeye çalıştım, ama kimin sırası üstünde durduğumu hatırlamaya çalışınca, kişinin ismini veya yüzünü hatırlayamadım. Şimdi bile, gerçekten üzgünüm.

Etrafa bakındım. Sıranın üstünde durunca bir değişikliği tetiklemeyi beklemiyordum, ama loş sınıfta kimse yoktu.

Sınıfta bir kişi bile yoktu.

Sınıfta bir kişi bile yoktu.

“......Hm, biraz üşüdüm.”

Ellerimle bedenimi sardım.

Sınıfın kapısı hafif bir sesle açıldı. İçeri giren kişi beni anında sırasının üzerinde dururken gördü ve kaşlarını çattı.

“...Orada ne işin var Kazu?”

Daiya bana rahatsız olmuş bir bakış attı.

Bu basit, rutin etkileşimden sonra, suratım gevşedi.

“......Ah, gerçekten, içim rahatladı,” diye mırıldandım, ve sıranın üstünden indim. Daiya kaşları çatık bir şekilde beni izlemeye devam etti. “Biliyor musun Daiya, seni görmek beni gerçekten sakinleştiriyor.”

“Ne kadar… şanslısın.”

“Sonuçta, sen kesinlikle gerçek Daiya’sın.”

“...hey Kazu. Uzun zamandan beridir ilk defa, insanoğluna karşı korku hissediyorum.”

“Ama biliyor musun, sen gerçek Daiya olsan bile, bu dünya sadece sahte bir günlük hayat. Seninle hiçbir şey paylaşamam. Sıradaki Daiya şu anki beni tanımayacak. Sanki televizyonun dışında kalan taraf gibiyim. Tek taraflı bir ilişki. O durumda burada gerçekten olduğunu söyleyebilir miyim?”

O yüzden burada kimse yok.

—Kimse mi?

“Aa—”

Hayır, bu doğru değildi.

Burada başka biri daha vardı.

Benimle aynı anıları paylaşabilecek başka biri daha. Anılarımı hatırlamaya devam ettiğim sürece kaçamayacak bir insan vardı.

Hee, anladım. Bunca zaman boyunca sadece ikimiz vardık bu Reddeden Sınıf’ın içinde. Hep birbirimizin yanındaydık, kaçamayan ve kaçmaya da çaba sarf etmeyen ikimiz, bu sınıf kadar küçük, küçücük alana hapsedilmiştik. Ama bana sürekli düşman muamelesi yaptığı için bunu fark edememiştim.

Kendi sırama oturdum.

Onun sırası benimkinin yanında.

...İnanamıyorum. O'nun oraya oturmasını düşünmek bile beni biraz sakinleştirdi—beni öldüren kişi olmasına rağmen.



Bunun yüzünden mi?

Peki... peki neyin yüzünden? Bunun ne anlama geldiğini anlamıyorum. Kendi hislerimi anlayamıyorum, ama vücut ısım daha da düşmeye devam ediyor. Süratle. Hayır, daha da kötü. Vücudum içten soğuktu zaten, ama şimdi donuyor, sızlıyor, ve mutlak sıfıra erişip tamamen kaskatı kesiliyor.

“Adım Aya Otonaşi. Tanıştığımıza memnun oldum.”

‘Transfer Öğrenci’ neredeyse gerçek bir transfer öğrenci gibi davrandı ve hafifçe gülümsedi, utanmış gibiydi.

“.......Nasıl yani?”

Bu durumun ne anlama geldiğini anlayamamıştım.

Hayır, doğrusu, anlamıştım.

“Etkilenmiyor değilim; hatta herhangi birisi kadar etkileniyorum Reddeden Sınıf’tan. Teslim olup anılarımı saklamaya çalışmasam, hemen kapılırdım. Bu sonsuz tekrar içerisinde anlamsızca yaşardım. Teslim olmak kafanda dengede tuttuğun bir bardağı dökmek kadar kolay olurdu.”

—kafamda önceden sadece bir defa duyduğum bir ses tekrarlandı.


Orada duran kıza baktım. Görünüşünü gözden geçirdim, ve neticede onun O olduğu sonucuna vardım, ama hala buna inanamıyorum.

O—Aya Otonaşi mi?

Bu imkansız. Sonuçta, onun vazgeçmesinin imkanı yoktu.

Evet, 20,000 ‘Okul Transferi’ boyunca takip ettiği kişinin suçlu olmadığını, ve sonuç olarak şimdiye kadar yaptığı her şeyin nafile olduğunun farkına varsa bile—onun vazgeçmesinin imkanı yoktu. Öyle bir şey olamazdı! Vazgeçmesi gibi bir durum olamazdı!

Öyle bir durum—ona yakışmazdı.

Sınıf mevcudumuz insanlar ‘reddedildiği’ için yarılanmıştı. Buna rağmen, kalanların hepsi ona soru sorup duruyordu.O da basitçe ama düzgün bir şekilde cevap veriyordu. Her zamanki gibi soğukkanlı davranışlarıyla onları geri çevirmedi.

O adeta… gerçek bir transfer öğrenci gibi davranıyordu.

Bu sahne mümkün olmamalı, öyleyse sahte olmalı. Bir yalan. Herkes sadece bir yalan. Her şey birer yalan. Öyleyse… Aya Otonaşi de mi yalan?

—Etmeyeceğim,

—Etmeyeceğim,

“Buna müsaade etmeyeceğim!”

Diğer herkes buna müsaade etse bile, ben etmeyeceğim.

Sahte Aya Otonaşi’ye izin vermeyeceğim.

“...hayrola Hoşino?” Dedi Kokubo-sensei. Ancak o an ayağa kalktığımın farkına vardım.

Mogi'ye gözümün kenarından baktım. Sınıf arkadaşlarımın bakışları, onunki de dahil olmak üzere, benim üzerimdeydi. Ama beklediğim gibi, o ifadesiz suratın arkasında ne düşünceler dolaştığını tahmin edemiyordum.

Birazdan yapacaklarım hakkında düşüncelerini sorsam kesinlikle cevap vermezdi. Bu sınıf içerisinde beraber uzun bir zaman geçirmiştik. Buna rağmen, ilişkimiz çıkmaza girmişti.

İlişkimizin sırf sınıf arkadaşlığından daha da öteye gitmesi için yarının gelmesi gerekiyor.

Doğru, Mogi burada değil.

Burada kimse yok.

O yüzden… bıktım usandım artık.

Tuhaf davranışlarımı zaten unutacak olan sınıf arkadaşlarımı terk ettim.

Sadece Otonaşi'ye baktım. Üzerinde durduğu platforma doğru yürüdüm.

Birazdan yapacağım şey Mogi'ye itiraf etme girişimlerim kadar sıradışı bir şeydi.

Otonaşi'nin önünde durdum.

Otonaşi rahatsız olduğunu belirten hareketlerde bulunmadı, ve beni gözleriyle uzun uzun süzdü. İfadesine acayip sinirlendim, çünkü beni ilk defa gördüğünü ima ediyordu.

“Hey, neyin var Hoşino?”

Kokubo-sensei’nin sesi görünürde sakindi, ama altında yatan rahatsızlığı duyabiliyorum. Sınıf arkadaşlarım da benzer sorular soruyordur.

Hepsini görmezden geldim ve Otonaşi'nin önünde diz çöktüm. Başımı eğdim ve elimi uzattım.

“Ne yapıyorsunuz?” diye sordu Otonaşi. Bana normalde hitap ettiğinden tamamen farklı, tamamen kibar bir konuşma türüyle hitap etti.

“Sizlerle[1] tanışmaya geldim.”

Madem öyle, ben de kibar konuşurum!

“...ne diyorsunuz?”

“Sizlerle tanışmaya geldim, leydim Maria. İsmim Hathaway, tüm diğerlerine ihanet edip ebedi düşmanlıklarını almama sebep olmuş olsam da, bir tek sizi korumaya söz vermiş biriyim.”

Etrafımızdaki insanlardan gelen uğultu inanılmaz bir hız ile kaybolmaya başladı. Evet, işte böyle. Otonaşi'yi geri almak için ilk adım, ona bu insanların gerçekte var olmadığını fark ettirmekti. O açıdan sessizlikleri oldukça faydalı olmalıydı.

Başımı kaldırmadan, Aya Otonaşi’nin elimi tutmasını bekledim. Ellerimizin buluşup dansımızın başlamasını kıpırdamadan bekledim.

Ama işler o şekilde yürümedi.

Otonaşi elimi tutmadı.

Onun yerine, donuk bir ses ile bir köşeye yığıldım.

“...iğrençsin.”

Başımı eğdiğim için nasıl bir saldırının hedefi oldum bilmiyordum. Ama yerdeki pozisyonumdan yukarı bakınca, sağ taraftan diz attığının farkına vardım.

Ah, doğru. Tamamen anlaşılabilir bir durum. Neden bana elini uzatmak gibi saf bir düşünceye aldanmıştım ki?

“—Hah”

Şüphesiz, o gerçekten ‘Aya Otonaşi’ ise, bana elini uzatacak kadar nazik olması imkansızdı.

“Ha, hahaha…”

Otonaşi, belli ki daha fazla dayanamadı ve gülmeye başladı. Bu duruma çok samimi bir şekilde sevinmiş gibi görünüyordu, Muhtemelen şu 20,000 tekrar boyunca görmediğim bir samimiyetle.

Hala yerdeydim ve başım ağrıyordu, ama onu öyle görünce derin bir "oh" çektim.

“Beni epey beklettin, öyle değil mi sevgili Hathaway? Kaşıktan fazlasını zar zor kaldıran narin bir bayanı, bu kadar uzun bir süre bekletmeye cüret edebildiğine hayret ettim. Beni savaş meydanında 27,753 defa terk edeceğini asla düşünmezdim!”

Otonaşi bana doğru eğildi ve elini uzattı.

Elimi tuttu ve beni güçlüce çekerek birdenbire ayağa kaldırdı.

Evet, işte böyle.

Aya Otonaşi’nin böyle davranması gerekir.

“...ama bu sayede pek çetin olmuşsun.”

Otonaşi şaşırıp gözlerini fal taşı gibi açtı. Ardından tekrar hafifçe gülümsedi.

“Hathaway—sen, ise, pek bir tatlı dilli olmuşsun.”

Bu sözlerle birlikte, bir an bile elimi bırakmadan, Otonaşi beni arkasından çekip sınıftan çıktı.

İlk derse aldırmadan. Öğretmene aldırmadan. Öğrencilere aldırmadan. Hiçbir şeye aldırmadan. Terk ettiğim herkese ve her şeye aldırmadan sınıftan çıktık.



Beni sınıftan dışarı sürükledikten sonra Otonaşi, iri bir motosikletin arkasına oturtup beni, kaskımı taktırdı. Daha önceden böyle korkutucu hızlarla tecrübem hiç yoktu, ve onun şaşırtıcı derecede ince beline tutunurken titreyen bir sesle ehliyeti olup olmadığını sordum. (Yani, şaşkınlığımın sebebi kız olduğu için değil, ama onun kafamdaki imajı aşırı temkinli ve azimli oluşu.) Soruma dobra dobra “Tabi ki de hayır,” cevabıyla yanıt verdi.

“Bütün bu ‘Okul Transfer’’lerinden dolayı çok fazla boş zamanım vardı, ben de bu beceriyi edindim. Zamanımı oldukça verimli bir şekilde kullanıyorum, sence de öyle değil mi?”

Kabul etmeliyim ki hiç de fena motosiklet sürmüyor.

Başka beceriler de edindin mi diye sorduğumda: “Tabii ki” diye yanıt verdı. Araba sürebilmesini bekliyordum, ama onun dışında birkaç dövüş sanatı, birkaç spor, fazladan birkaç dil, birkaç enstrüman çalmayı bilmesi… Liste uzadıkça uzuyor. Reddeden Sınıf’ın kısıtlamaları içerisinde yapabileceği hemen hemen her şeyi denemişti. Ama üniversite girişi için yapılan Ulusal Merkezi Sınav'da neredeyse tam puan yapabilecek gibi duran Otonaşi, “Yani, bunların çoğunu "Okul Transfer"lerinden önce de biliyordum zaten,” diye de itiraf etti.

Temel yetenekleri yüksek standartta olabilirdi, ama o 27,754 tekrar içerisinde harcadığı zaman daha feci. Tam hesaplayamıyorum, ama yaklaşık 76 seneye, veya bir insan ömrüne eşdeğer bir zaman eder. Biraz daha üstünde düşününce, hayatta geçirdiği süre beni hayrete düşürdü.

“Hey, Otonaşi. Benimle aynı yaştasın, değil mi?”

Muhtemelen bu düşünce dizisinden dolayı, Otonaşi'nin fiziksel yaşını merak etmiştim.

“...hayır, değilim.”

“He? O zaman kaç yaşındasın?”

“Bunun bi önemi yok, öyle değil mi?” Otonaşi biraz huysuz bir şekilde cevap verdi. Acaba bu onun için hassas bir konu mu? Yani, bayanlara yaş sormanın kaba bir davranış olduğunu duymuştum ama… öyleyse bunun geçerli olması kadar büyük müydü yaşı?

Biraz daha düşününce, benimle aynı yıldaki birinin bu kadar olgun olabilmesinin imkanı yoktu. Yalnızca Reddeden Sınıf’a girebilmek adına elverişli olduğu için sınıf arkadaşım olmayı seçti. Belki de okul üniformasını cosplay[2] niyetine giyebilecek bir yaştadır?

“Hoşino, eğer terbiyesiz düşüncelere kapıldıysan, seni motosikletten atarım.”

Motosiklet sürerken ve bana bakmadan beni suçüstü yakalamak. Bu kız zehir gibi!

“Bu arada, ‘Okul Transfer’’leri esnasında motosiklet sürmeyi öğrendin, değil mi? Öyleyse bu senin motorun değil, değil mi? Kimin bu? Babanın mı?”

Motosikletler hakkında çok bilgim yok, ama bu bir kız için üretilmişe benzemiyordu.

“Bilmem.”

“...he?”

“Sence de anahtarları içinde olan bir motoru, bir evin önünde yapayalnız bırakmak çok dikkatsizce değil mi?

Yani, ben de öyle düşünüyorum, ama, bir dakika, ne? O zaman…

“Ayrıca, zincirin yapımı kötüydü ve sıradan aletlerle kolaylıkla kesiliverdi. Her ‘transfer’’imde aynı şey. Yani, o kısmı söylemeye gerek yok.”

Daha fazla detay istemeyelim. Cehalet saadettir. Evet, ne dediği hakkında en ufak fikrim yok.

“Ama diyelim ki, anılarını kaybettin, o zaman araba sürme kabiliyetini ve edindiğin diğer yetenek ve bilgilerin hepsini kaybedersin, değil mi?”

Öyle bir durum gerçekten yazık olurdu.

“.......”

Otonaşi yanıt vermedi.

“Otonaşi?”

Hala cevap vermedi. Acaba—

“Sen de mi yazık olacağını düşünüyorsun?”

Acaba bütün o bilgiyi ve yetenekleri sırf boş zamanını geçirmek için öğrenmemiş miydi? Otonaşi gibi biri bile edindiği o kadar yeteneği kaybettiğine pişman olurdu, o sebepten dolayı anılarını kaybetmek istemiyordu. Ben öyle düşünüyorum.

Bu ‘pişmanlık’ duygusunu üretmek için, sürekli yeni kabiliyetler ediniyordu.

Bu da bana bir şey hatırlattı—

Biraz geç olmasına rağmen, merak etmeye başladım.

—Otonaşi acaba neden bütün anılarını kaybetmiş gibi davranmıştı?


En sonunda, beni çevredeki en pahalı görünen otele götürdü. Beş yıldızlı bir yer olmamasına rağmen, sıradan bir lise öğrencisinin parasının yeteceği bir yer olmadığı besbelliydi. Otonaşi tecrübesiyle kolayca kaydı yaptı, bizi odaya yönlendirmeye kalkan komiyi geri çevirdi, ve kararlı adımlarla ilerledi.

Odaya girdikten sonra, Otonaşi derhal kanepeye oturdu.

Kaliteli bir otelde bulunmanın vermiş olduğu tedirginliği bastırarak yatağın üstünde oturdum… esasında, bir otel odasında, bir kızla tek olmak normalde oldukça baş döndürücü bir durum olurdu. Ama Otonaşi ile aramızda hiç cinsel gerginlik hissetmediğime çok şaşırdım. Onunla birlikte olmak fazla gerçeküstü geliyordu.

“Amma zenginsin Otonaşi. En azından, o izlenimi alıyorum.”

“Zengin olup olmamam önemsiz. Tekrar ‘transfer’ olduğumda para zaten geri dönecek.”

“...şimdi söyleyince, o da doğru ya. Öyleyse bakkaldaki bütün Umaibo’ları alabilirim. Harika!”

“Şu an onun önemi yok. Öyle küçük şeyler hakkında konuşmak için gelmedik buraya, değil mi?”

“D-Doğru. Tam olarak ne hakkında konuşmak istiyorsun?”

“İleride ne eylemlerde bulunacağımızı. Sonuçta, suçlunun senin olmadığını öğrendikten sonra bütün dikkatimi kaybettim.”

“Çok özür dilerim.”

“Alay etmeyi kes.”

Ama alay etmiyordum…

“Ama, yani, gerçek suçluyu bulmak yapabileceğimiz en iyi eylem değil mi? Dediklerimi yanlış anlama; o kadar basit olmadığını biliyorum, ama benimle olan meşguliyetinden kurtulduğun için daha iyi durumda değil misin?”

“...Hoşino. Ben 27,754 ‘Okul Transfer’’inden geçtim. Bunun farkında mısın?”

“...ne demek istiyorsun?”

“Sana geçen sefer de söyledim, değil mi? Suçluluğuna dair ne kadar çok emin olduysam bile, başka kimseden şüphelenmiyor değildim. Boş sayfa ile başka şüphelilerle de iletişime geçmeye çalıştım… tabi, seni suçlu ile karıştırdığıma göre bir miktar ihmalkar davrandım galiba.”

“Ama benim dışımda olası bir suçlu bulamadın, değil mi?”

“Evet. Hatırlatırım ki şu an 27,754. tekrardayız. Bu demek oluyor ki kutunun sahibi kişiliğini başarılı bir şekilde çok uzun bir süredir saklıyor.”

“Ehm, kendini fazla belli ettiğin için seni fark etmiş olamaz mı?”

“Benden temkinli olsa bile, bu imkansız olurdu. 27,754 tekrar içerisindeki zamandan bahsediyoruz farkındaysan? Yoksa sahip, gerçek yüzünü o kadar uzun süre saklayabilecek kadar cesur ve dahi biri mi sence? Yani, açıkçası onu henüz bulamadım. Off… sahip bu sınıfa giren biri olmalı, öyleyse niye kim olduğunu tespit edemiyorum?"

“...bir dakika. Sahip bu sınıfa giren biri olmalı dediğinde ne demek istedin? Sahip sınıf arkadaşlarımızdan biri mi olmak zorunda?”

Geçen tekrarda, Otonaşi'nin bana çok fazla şüpheli olmadığının sözünü ettiğini hatırladım.

“Hayır. Her seferinde sınıf 1-6’ya gelen başka sınıflardan öğrenciler ve öğretmenler de şüpheli. Reddeden Sınıf’ın menzili, ismi ifade ettiği gibi, sadece sınıf 1-6’yı içeriyor. Sadece 2 ve 3 Mart’ta sınıf 1-6’ya giren kişiler bu fenomenle gerçekten alakalı.”

……? Ama, şu bir gerçek ki sınıftan çıkıp birçok farklı insanı da gördüm.

“Yüzünün ifadesi anlamadığını ima ediyor Hoşino. Bak, zamanı geri döndürmenin mümkün olduğunu düşünüyor musun?

“He..?”

Ne demek istiyor? ‘Hayır’ dersem Reddeden Sınıf’ın temel kavramı tutarlı olmaz, değil mi?

“...ama kutunun yaptığı şey o değil mi?”

“Sanırım öyle. Kutu bunu mümkün kılar. Ama sana senin fikrini soruyorum. Bu kutunun zamanı geri alma gücüne tamamen inanabilir misin? Öyle bir fenomen mümkün olsa bile yapabilir misin?”

Otonaşi'nin ne demeye çalıştığına dair en küçük fikrim yok.

“Bence—”

O sebepten dolayı niyetini sorgulamadan samimice cevap verdim.

“—bir şey bir kere oldu mu, geri alınamaz.”

Ben bile hayatımda sayısız kez ‘Keşke zamanı geri döndürebilsem’ diye düşündüm. Ama bir zaman makinesi var olsa bile, zaman yolculuğuna gerçekten inanamazdım. Geçmişe yolculuk yapsam bile muhtemelen inanmazdım, en azından geçmişte olduğuma dair kesin kanıt elde edene kadar. Ve o durumda bile, kabul etmeyebilirdim.

Bu doğru cevap mıydı bilmiyorum, ama Otonaşi “Hmm” yaparak başını salladı.

“Düşüncen gayet normal. Ve anlaşılan, Reddeden Sınıf’ın yaratıcısı da seninle aynı şekilde düşünüyor.”

“...ne demek istiyorsun?”

“Söz konusu dileği tamamen gerçekleştiren bir kutu. En küçük ayrıntısına kadar. Kusursuzca. Başka bir deyişle—suçlunun zamanda geri dönmekle alakalı bütün kuşkuları, ve dileği ile ilgili diğer her şey somutlaşır. Bunun ne anlama geldiğini biliyorsun, değil mi?”

“Ehm…”

Zamanı geri döndürmeyi istemek, ama buna inanamamak. O inancın eksikliği dileğin şeklini saptırır. Anladım.

“Ama sen tekrar tekrar zamanda geri dönmedin mi?”

“Hoşino. Bu fenomeni tek bir kere bile ‘geçmişe yolculuk’ olarak nitelendirdim mi?”

Onunla ilgili anılarımın çoğunu kaybettiğim için bunu bilmemin imkanı yoktu.

“Basit bir şekilde ifade edelim: Reddeden Sınıf zamanı geri alma dileğinden doğduysa, kötü tasarlanmış. Hayır, düpedüz kusurlu.”

“O halde niye 20,000’den fazla tekrardan geçtin?”

“Kusurlu olmasının kanıtı bu değil mi işte? Zaman kusursuz bir şekilde geri döndürülseydi, anılarımın şans eseri bu fenomenden hariç tutulmasının imkanı olmazdı. Bunun yanında, bu tekrarlar o kadar kusursuz olsaydı, ben nasıl ‘Transfer Öğrenci’ olarak sızabilirdim?”

Bana kötü kötü baktı.

“Sen olduğuna göre, ‘Otonaşi için, her şey mümkün,’ gibi basit bir düşünceye kapılıp o noktadan sonrasını düşünmemişsindir.”

Tamamen haklı olduğu için itiraz edemedim.

“Kısacası tek yaptığım şey, kutunun içine girmekti. Örneğin, ‘transfer öğrenci’ olmaya karar vermedim. Suçlunun rolleri paylaştırırken bana verdiği bir konum bu. Reddeden Sınıf’ın sahnesi sınıf 1-6, öyleyse ani girişimi açıklamanın en doğal yolu buydu; ne de olsa, neredeyse aynı yaştayız. Suçlunun denge hissi doğallığı korudu.”

“......?”

Otonaşi'nin ne dediğini dair hiçbir fikrim yoktu. Doğallığı korumanın ne gereği vardı ki?

“Neden tamamen anlama özürlüsün ki… her neyse, basitçe anlatmak gerekirse—Reddeden Sınıf’ın suçlunun yönetmenliğini yaptığı bir sinema filmi olduğunu varsayalım. Çekimler bittiğine göre, sadece düzeltmeler kaldı. Ama yapım şirketi filmde gözükmesi gereken yeni bir aktör olduğu konusunda ısrar ediyor. Artık başka verilecek rol kalmadı. Ama kendisine de rol verilmemiş, ekranda başıboş dikilen fazladan bir aktörü çekmek de akıl kârı değil; ki o artık film olmaz. Onun yerine yönetmen, senaryoda o kişnin rol alabilmesini sağlayacak ufak bir değişiklik yapar. ‘Doğallığı bozmamak’’tan kastım buydu.”

“Kısacası içeri sızmanı engelleyemediği için seni bir şekilde dahil etmesi gerekti. Ayrıca okulda yaşadığımız 2 Mart gününü korumak amacıyla seni aniden gelen bir "transfer öğrenci" yaptı, öyle mi ?”

“Evet. Yalnızca bu durumun bile Reddeden Sınıf'ta bir hata olduğunu hissettirmesi gerekir. Her ufak detayı anlatmak fazla sıkıcı, o yüzden lafı dolandırmayacağım. Burası ne ‘gerçek’, ne de gerçek bir tekrar. Sadece küçük, ayrı bir ‘mekan’. Suçlu, bunun gerçek bir zaman döngüsü olduğunu sandığı sürece devam edecek ahmakça bir dilek sadece.”

“Hmm… o yüzden mi tekrarlar kusursuz değil?”

“Aynen öyle. Zamanı geri döndürmenin mümkün olmadığını düşünen suçlu, onun yerine zamanın ilerlemesine izin vermiyor. Zamanı reddetmeyi seçiyor. Suçlunun sadece kendisini kandırmaya devam etmesi gerekiyor.”

“Bu kusur sayesinde mi anılarımızı hatırlayabiliyoruz?”

“Sanırım. Anılarımızı hatırlayabilmemizin sebepleri farklı olabilir, ama Reddeden Sınıf’ta bir hata olduğu kesin.”

Ama hala anlayamadığım bir şey vardı.

“Sonuç olarak, Otonaşi, sen kimsin?”

Otonaşi kaşlarını çattı. Belki de bu, kaçınmak istediği bir soruydu.

“Ah, hayır… istemiyorsan söylemek zorunda değilsin…”

Yine de, kaşları hala çatık bir şekilde, Şunları dedi:

“Konumum için havalı bir unvan yok. Ben sadece bir öğrenciyim… demek isterdim, ama bu sadece bir sene öncesine kadar geçerliydi… Bakış açım, ha? Hiç çıkıp ifade etmemiştim, ama doğru ya, ifade etmenin tek bir şekli var. Ben—”

Otonaşi, burnunu büküp sıradaki sözlerini kızgın bir şekilde etti.

“—aslında bir kutuyum.”

“Aslında bir kutu musun? Ne demek istiyorsun?”

Sözlerini hala anlamamış olduğum için onu tekrarlatınca, Otonaşi kaşlarını daha da çattı.

“Sana detayları anlatmanın türlü türlü sakıncaları var, o yüzden sana söyleyemem.”

Söyledikleri beni tatmin etmemişti, ve anlaşılan surat ifademden bunu anladı. Otonaşi bana baktıktan sonra, konuşmaya devam etti:

“Ama sana şu kadarını söyleyeceğim: bir kutu elde edip kullandım.”

“He—!!”

“Ve dileğim hala gerçekleşiyor.”

Otonaşi bir kutuya mı sahipti?

“Buna rağmen kutu aramamın nedenini merak ediyorsun, değil mi? Pekâlâ, bilmene izin vereceğim. Dileğim kesinlikle gerçekleşti. Ama aynı zamanda, her şeyimi kaybettim.”

“...her şeyi mi?”

“Ailemi, arkadaşlarımı, sınıf arkadaşlarımı, akrabalarımı, öğretmenlerimi, komşularımı—dileğim yüzünden bana yakın olan herkesi kaybettim. Benimle alakadar olan kimse… burada değil artık.”

Dilim tutulmuştu.

“Bu bir tür… şaka değil, değil mi? Söylediklerinde ciddi misin ?”

O her şeyini kaybetmişti. Kaybedecek başka bir şeyi kalmamıştı. Belki de o yüzden Otonaşi bu kadar pervasız ve korkusuz olabiliyordu.

Her neyse, öyle bir durumu dilemek, lanet olsun, kutudan nasıl bir dilek istedi o öyle?

“Kutuyu yok etmek mümkün değil mi? Dilek o şekilde geçerliliğini yitirmez mi?”

“Hoşino,” Otonaşi tepkili kuşkuma, uyarıcı bir tonla yanıt verdi: “kutu benim dileğimi gerçekleştiriyor. Anlıyor musun? Bu konu hakkında daha fazla konuşturtma beni.”

Doğru. Otonaşi'nin bunu kendi başına düşünmemiş olması imkansızdı. Bu demek oluyordu ki:

Kutu ondan her şeyi almıştı. Ama buna rağmen—Otonaşi dileğini terk etmek istemiyordu.

Sessizleştiğimde, Otonaşi tekrar konuşmanın önderliğini yaptı.

“Benim dileğim ve Reddeden Sınıf’ın sahibinin dileği bir arada var olamaz. Onun dileği o şekilde yaratıldı. O yüzden ben içeri sızınca birbirlerini reddettiler ve bana yapılan müdahale azaldı. Ama bu sadece dirençte bir ‘azalma’. Başka bir deyişle, Reddeden Sınıf’ın etkilerinden ben de muaf tutuluyor değilim.. Ben bile etkisinin boyutundan bihaberim. Teslim olsam, Reddeden Sınıf beni de yakalardı… sana uzun bir zaman önce söylediğim gibi, ha?”

Durum böyleyse sahip, Otonaşi hakkında ne düşünüyordu? En azından, varlığından memnun olmasının ihtimali azdı.

“Artık durumu biraz daha iyi anlayabiliyor olmalısın, öyleyse asıl konumuza geri döneceğim. Sanırım Reddeden Sınıf’ı elde edip kullanmak artık mümkün değil. Bu kutu artık sahip tarafından kullanıldı, o yüzden Reddeden Sınıf’ı sonlandırmak da mümkün.”

“Peki onu nasıl yapabiliriz?”

“Sahibi parçalayıp kutuyu çıkararak. Bunun dışında, kutuyu sahibiyle birlikte yok ederek. O kadar. Bir başka seçenek ise… onu bulmak olabilir, kutunun dağıtıcısı, çünkü onun bir şey yapabilme ihtimali var. Ama o kutunun içerisinde olmayacaktır, o yüzden bu uygulanabilir bir seçenek gibi gözükmüyor.”

Kutunun dağıtıcısı mı?

Ona onun hakkında sormak üzereyken—durdum.

Daha önceden tanışmış olmam gereken “*”’yu hatırlamıyorum, hatırlamak da istemiyorum.

“.......öyleyse suçluyu bulmazsak hiçbir şey olmaz, değil mi?”

“Ha? Hiçbir şey olmaz diyorsun, ha? Dolaylı olarak buraya kadar konuşmamızın anlamsız, yararsız, ve zaman kaybı olduğunun şikayetini ettin az önce, değil mi? Amma yüzsüzsün.”

“H-Hayır! Sadece doğrulamaya çalışıyordum…”

“Hıh, Sahip olduğun bilgi ve dehanın benim çözemediğim bir sorunu çözebileceğini düşünüyorsun demek? Eminim yorum yapma sebebin aklında bir fikrin olduğu içindi, değil mi?”

“Off…”

Ürktüm. Fikrim olması imkansızdı.

“Daha alakalı konulara dönelim—bunu bilseydim, sahibin benden kaçınmasının imkanı olmazdı. Ama, doğru… diğer ölümlerin aksine, Reddeden Sınıf içerisinde sahibin ölümü affedilmeyecektir. Örneğin, ben Reddeden Sınıf içerisinde sayısız defalarca öldüm, ama hala buradayım ve kutumu da kaybetmiş değilim.”

“Ama sahip farklı?”

“Evet, aynen öyle. Sahip ve kutu doğrudan bağlı. Sahip öldüğü an, Reddeden Sınıf da yok olacaktır. Bu kesinlikle doğru olmalı, çünkü benzer bir durum biliyorum. Sahip öldüğü an kutu kırılacak, ve aynı anda da Reddeden Sınıf’ın özellikleri yok olacak, ardından gerçek ölüm kavramı tekrar yerine gelecek.”

“Peki bu olursa gerçekten ölmüş mü olacak..?”

“Aynen öyle.”

“Öyleyse suçlunun benim olmadığını varsayabiliriz. Ayrıca, sen de belli ki suçlu değilsin.”

“Yani, evet.”

Öyleyse Mogi da suçlu olamazdı. Yani, Mogi de o kazaya kurban olmuştu.

“Hey, sınıf arkadaşlarımızın birkaçı kayboldu, değil mi? Bunun kutu içerisindeki ölümlerle alakası var mı hiç?”

“...kesin bir şey diyemem, ama bir bağı olmaması gerekir. Neden olduğunu hala bilmiyorum, ama muhtemelen Reddeden Sınıf’ın başka bir özelliği.”

—dur!

Birden farkına vardım—suçluyu tespit etmenin kolay bir yolu vardı.

Aynı anda, sarardığımı hissettim. Ne düşünüyorum ben böyle ? Bu fazla ahlaksız. Ama, ama—

Aya Otonaşi. O yapabilirdi.

Ona söylememeliydim. Ama Otonaşi niye bu yöntemin farkında değil? Fark etmemesinin imkanı yoktu. Ama kullanmadı. Bu demektir ki… Bu demek oluyordu ki—?

“Hoşino.”

Bana seslendiğinde bütün vücudum seğirtti[3].

“Ne geçiyor aklından? Sahibi bulmanın yolunu bulmamışsındır elbet—”

Vücudum tekrar seğirtti.

“—o zaman gerçekten de bir şey buldun mu Hoşino?”

“Aa, hayır—”

“Saklamanın yararı yok. Seninle birlikte ne kadar zaman geçirdiğimi biliyor musun sen? Dünyadaki herkesten çok ben takip ettim seni. Gönülsüzce, ama yine de…”

Bunun farkındaydım. Bir şey sakladığımı herhangi biri anlayabilirdi.

“——”

Ama bunu ona rahatlıkla söyleyebilmemin hiçbir yolu yok.

“Hoşino. Çok sabırlı olmadığımın senin bile farkında olman gerekir.”

Rastgele bir yalana inanmayacaktı. Sorudan kaçınsam bile, sonunda yöntemi ağzımdan kaçırıverecektim.

Ama buna rağmen—

“Hoşino!!”

Otonaşi beni yakamdan tuttu. Ah, ne kadar da acı verici. O ciddiydi. Yani, tabi ki ciddiydi. Sonuçta, kutuyu elde etmek için 20,000’den fazla tekrara katlandı.

“Söyle bana!! Söyle bana şu yöntemi!!”

Ona söylersem kesinlikle pişman olacağım. Ama böyle bir durumda gerçekten sessiz kalabilir miydim?

“...sadece bütün sınıf arkadaşlarımızı öldürmen gerekiyor.”

O yüzden ona söyledim.

Çok basitti. En az bir defa ölen herkesi liste dışına alırsan, o zaman çok kolay. Şüpheli olan herkesi öldürmen gerekiyor sadece. Bu basit, ve şeytani bir çözümdü.

Ama burada ölen insanlar yeniden diriliyordu.

Endişe edecek hiçbir şey yoktu. Asla öyle bir planı yerine getiremezdim, ama Otonaşi'nin yapabileceğinden eminim.

Ne de olsa, anılarını hatırlayabilmek için cesetler üretti.

Ama bu plan gerçekten onun aklına gelmemiş miydi? Neden suçlunun peşine düşmek, ve anılarını hatırlamak için insanları öldürmeyi düşünmemişti? Ve bu son derece etkili yöntemi düşündüyse, neden yerine getirmemişti? Tek ihtiyacı yaklaşık 40 tekrar olurdu.

Cevap vermedi.

Hiçbir tepki göstermedi.

Yavaşça onun yüzüne baktım.

Otonaşi beni hala yakamdan tutuyor ve gözlerini kırpmadan, bana tip tip bakıyordu.

“O—”

Otonaşi ellerini yakamdan sessizce geri çekti.

“O—kabul edilebilir bir yöntem değil.”

“...he?”

“Yaşayan bir insana rızası olmadan tıbbi deney uygulamak gibi olurdu bu. Tabi ki insanlara nasıl etki ettiğini öğrenmek için bir insanı kullanmanın en etkili yoludur bu. Ama öyle bir eylem kabul edilemez, ve bir yöntem olarak da reddedilmeli”

Tek bir anlığına bile başka bir yere bakmadan Otonaşi bu sözleri kısık bir sesle söyledi.

“Nedenini bilmek ister misin? Söylemeye gerek bile yok: öyle bir şey yapmak insanlığa sığmaz. Biri öyle bir şey yaptığı an, insan değildir artık… evet, ne de olsa, ben bir kutuyum. Bundan dolayı mı? Bundan dolayı mı bana—”

Otonaşi'nin gözleri şüphesiz nefretle doluydu.

“—bana insanlık dışı muamele yapıyorsun!?”

Ah, elbette, yorumlarımı öyle algıladıysa, öfkelenirdi tabii. Düşüncesiz bir şekilde konuştuğumu fark ettim.

Ama yine de anlamadım.

“Fakat anılarını hatırlamak adına insanlar öldürmedin mi?”

“.......ne diyorsun sen?”

Otonaşi sözlerime dayanamamış gibiydi, ve bana keskin bir bakış attı.

“...d-dediğim gibi, anılarını hatırlamak için derin etki yaratan olaylara sebep olmadın mı?”

“Bana hakaret etmeyi kes artık—!! Sana şimdi anlatmadım mı?! Reddeden Sınıf’a direnebilmemin tek sebebi benim de kutu olmam!”

Ah, doğru ya. Anılarını ceset üreterek ve cesetlere tanık olmakla hatırlamak sadece Daiya’nın temelsiz teorisiydi.

Ama buna rağmen, hareketlerini hala kavrayamıyorum.

“O yüz de neyin nesi? Söyleyeceğin bir şey şey varsa hadi söyle!!”

Otonaşi beni tekrar yakamdan tuttu ve kaşlarını çatıp bana baktı, ama bu sefer, bende kaşlarımı çattım.

Evet… kendimi hazırlamamıştım. Ona kaşlarımı çatmanın ne anlama geldiğini düşünmemiştim; benim için yapması çok zor bir eylemdi.

Tamamen onun kontrolü altındaydım. Ve bunun farkında olduğum için, ona bu şekilde direniyordum.

Ama incecik bağımızı koparan bir şey söyledim.

“O zaman neden beni öldürdün?!!”

Ve onunla daha fazla konuşabilme şansımı kaybettim.



O sözler geri dönüşü olmayan bir şekilde ilişkimizi bozdu.

Otonaşi benimle konuşmaya son verdi, ve bana karşı herhangi bir ifade kullanmamaya başladı. Hepten. Otonaşi'nin önümde o şekilde durmasıyla, ben de etkisiz kaldım tabii. Sonunda, oteli terk etmekten başka bir seçeneğim kalmamıştı.

Otelin yakınlarında oyalandım, ama bu da aptalca direnişimin bir ifadesiydi. Amaçsızca zamanı geçirdim. ‘Ödünç alıp’ geldiğimiz motora göz attım ve çekip gittim. Bakkala gittim. Pet şişede çay aldım. Azar azar içtim. Şişe boşaldı. Ne içtiğimi hiç hatırlayamadığımı fark ettim.

Bu son olabilirdi.

Otonaşi'nin aksine, ben anılarımı hatırlayabilir miyim emin değilim. Beni planlarına gerekli birisi olarak görmezse; her şeyi unutur, ve ne olduğunu anlamadan Reddeden Sınıf’tan atılırım. Malum kişi[4] gibi ben de yok olurdum o zaman.

Yolumun üstünde hiçbir ses duyamıyordum—ne sokak lambası vardı, ne de renk.

Sanki bunların hepsini yapan kişi henüz vakit ayırıp detayları bitirememişti.

Boş şişeyi ağzıma dayadım. Bir şey içiyormuş gibi davranmasam yutulacakmışım hissine kapıldım. Ney tarafından yutulacaktım? Hiçbir fikrim yok.

Birden bire, sessiz yolda en sevdiğim sanatçının müziği çalmaya başladı. Ne?.. he, anladım. Telefonumdu… telefonum mu? Yani biri beni mi arıyordu? Doğru. Doğru! Ona verdiğimi hatırlamıyordum. Otonaşi'ye telefon numaramı verdiğimi hatırlamıyorum, ama başka bir dünyada vermiş olabilirim!

Üniformamın cebinden cep telefonumu çıkarttım.

Telefon ekranında ‘Kokone Kirino’ ismi yazılıydı.

Gökyüzüne baktım. Sanki her şey yolunda gidecekti. Ama birkaç olağanüstü beklentiye sahip olabilmeliyim, değil mi?

Nefesimi daha düzgün bir şekilde alıp vermeye başladıktan sonra telefonu açtım.

“Aa, merhaba… Kazu.”

Sesinden her zamanki hissi almadım, ama belki de sorun bendeydi. Ya da Kokone telefon üzerinde hep böyle mi davranırdı? Samimi olabiliriz ama onunla daha önceden telefon üzerinden nadiren konuştum.

“Aa, ehm—”

Bu konuşmayı öngörebileceğim içime doğdu.

Ah, hayır, olacakları kesinlikle biliyordum. Şu an sadece detayları hatırlayamıyordum.

“Kısa süreliğine uğrayabilir misin? Benimle nerede buluşacağını söyleyeyim.”

Sırada ne vardı? Bu durum nasıl gelişiyordu ya?

“Sana söylemem gereken bir şey var, Kazu.”



  1. Burada abartılı, tiyatro dili ile konuşuyor.
  2. https://tr.wikipedia.org/wiki/Cosplay
  3. Bkz: Kas seğirmesi
  4. Hoşino'dan bahsediyor.


Geri Git - 27,753. Defa Geri Dön - Ana Sayfa (Main Page) Devam Et - 3,087. Defa